0 YAPILAN YORUMLAR
15819 GÖRÜNTÜLENME
0 TAKİPÇİ
0 BEĞENİ
Fotoroman Kültürü Pulbiber Dergi ile Hayat Buldu

“Fotoroman ” kelimesi bazılarımıza çok tanıdık gelse de, bazılarımıza geçmişte kalmış bir kültürü anımsatıyor. Farklı ve esprili senaryolarını Altay Öktem’in kaleme aldığı bu kültür, Pınar Tuncer’in mükemmel fotoğrafları ile birleşince 2016’da tekrar hayat buluyor. Hem de PulbiberDergi’de…


Fotoroman kültürünü 2016 yılına taşıma fikri nasıl doğdu ve yapım aşamasına nasıl geçti?

PINAR TUNCER:  Altay abi bir gün aradı ve “Kafamda güzel bir proje var Pınar, hem bir kahve içelim hem de konuşalım” dedi.  Sonrasında buluştuk ve konuştuk, fikir çok hoşuma gitti. Ben eskide kalan ve unutulan birçok şeyin özlemini duyan insanlardanım zaten. Böyle bir şey benim için gerçekleştirmesi çok keyifli bir çalışma oldu. Sinema kökenli olduğum için çok tanıdık işleyişi olan, tanıdık gelen bir konuydu aslında benim için fotoroman. Bir konunun ilerleyişi, karakterlerin nasıl ne yönden görüntülenip anlatılacağı vs… Ama bunu fotoğrafla anlatma işini ilk kez yapacaktım. Sanırım yaptım da:)

ALTAY ÖKTEM: Kafamda uzun süredir dolaşıp duran fikirlerden biriydi fotoroman. Bir dönemin yaldızlı aynasıydı. 70’lerde ben çocuktum ama annem dâhil, tanıdığım bütün teyzeler, ablalar cep fotoroman okurdu. Yeşilçam’ın bütün oyuncuları, hatta Erkin Koray’dan İlhan İrem’e birçok müzisyen fotoroman tornasından geçmişti. Starlığa giden yolda da önemli bir duraktı fotoroman. Ve bu kültür tarihin tozlu sayfalarına gömülüp gitti, unutuldu. İnternet çağında, onca gelişmiş çekim teknikleri ve görsel efekt kullanma imkanı varken fotoroman elbette nostaljik bir değer olarak bir kenarda duracaktı. Yeterince kenarda durdu; artık ortaya çekelim diye düşündüm, telefona sarılıp aklıma gelen ilk ve tek kişiyi, Pınar Tuncer’i aradım, “Kafamda güzel bir proje var Pınar, hem bir kahve içelim hem de konuşalım” dedim. 

Bu ve buna benzer kültürlerin zaman içinde yok olması hakkında neler düşünüyorsunuz?

ALTAY ÖKTEM: Kaçınılmaz bir şey. Bu tür kültürler zamanla yok olmasa, üst üste birikse bu yükün altından kalkamazdık. Zaman bazı şeyleri eliyor. Teknolojinin gelişmesi çoğu şeyi dönüştürüyor. Doğal olarak fotoromanın da devri kapandı. Ama 70’li yılların melodramlarını bugünün anlayışıyla tekrar yaşatmaya kalktığımızda çok eğlenceli, biraz da absürt bir iş çıkıyor ortaya. Hem fotoromandan haberi olmayan gençleri geçmişin bu popüler kültürüyle tanıştırmak, hem eskinin fotoroman okurlarına biraz nostalji duygusu yaşatmak istedim. Benim için de eşsiz bir deneyim oluyor.

PINAR TUNCER: Geçmiş zaman içinde böylesine yer etmiş kültürlerin zamanla unutulmasına üzülüyorum elbette.  Ama Altay beyin de dediği gibi zaman içinde doğal olan bir süreç bu. Neyse ki bizler gibi bazı şeylere bağlı kalan ve bunları kendi içinde yaşatıp değer vermeye devam eden insanlar var. Onlarla bir araya gelip bunları yeniden canlandırmak tarifi olmayan bir mutluluk.


Her sayıda yeni bir konu yaratmak, o konuyu uygun karakterlere aktarmak zor oluyor mu? Fotoroman yaratmanın süreçleri neler?

ALTAY ÖKTEM: Oldukça zor, bir o kadar da keyifli. Gerçekten de o yirmi beş, otuz karelik hikayenin senaryosunu yazmak sandığımdan çok daha zormuş. Hem ilgi çekici bir hikaye olacak, hem beklenmedik, sürpriz bir sonla bitecek…  Hem de sınırlı sayıda fotoğraf karesiyle bütün hikayeyi eksiksiz şekilde, hiçbir boşluk bırakmadan anlatmak gerekiyor. Oyuncu kadrosunu, mekanları, kostümleri ayarlamak da başlı başına bir iş. Tabii senaryoyu yazma sürecinde elimizdeki imkanları düşünerek, zorlanmadan çekebileceğimiz kareler oluşturmak zorunluluğu var. Çok bilinmeyenli denklem gibi.  Denklemin bir yanında da oyuncu seçimi var. Profesyonel bir cast ajansıyla çalışmıyoruz doğal olarak. Yaptığımız düşük bütçeli bir iş. O yüzden çevremizdeki kişileri, arkadaşlarımızı, akrabalarımızı, hatta Pulbiber’in yazarlarını, çizerlerini oynatıyoruz. Tabi bütün karakterlere uygun oyuncuları bulmak da kolay olmuyor. Bir fotoromanda yaşlı bir çift gerekiyordu, kimse dedesini, büyükannesini oynamaya ikna edemeyince bir cast ajansına başvurup role uygun iki oyuncu bulduk. Bir fotoromanda da derginin reklam müdürüyle tasarımcısı oynadı. Bahçeye gömülecek ölü rolünde de kardeşimi oynattım; çarşafa sarıp benim evin bahçesinde çektik o sahneleri. Bahçeye mezar kazıldı. Yanında çarşafa sarılı bir ceset! İyi ki bizim bahçede çekmişiz. Komşular camdan seyrediyordu. Biri 155’i aramaya kalkmış, beni tanıyınca vazgeçmişler. 


Senaryoyu fotoğrafa yansıtmak ne gibi aşamalardan geçiyor peki? 

PINAR TUNCER: Öncelikle senaryoyu okuyorum tabi ama okuyucu zihniyetiyle değil, onu yaşayan biri gibi. Konuyu yaşayarak okumalıyım ki oyuncuların yüz ifadelerinden tutun da, nasıl bir mekanda olayı ne şekilde yansıtacaklarına kadar, her şeyi nasıl yönlendirebileceğimi bilmeliyim. Konuyu sindirdikten sonra esas iş çekim aşamasında gerçekleşiyor. Oyuncuları o rol için hazırlamak, nasıl duracaklarını nasıl davranacaklarını yönlendirmek çekim sırasında bana düşen işler.  Fotoğraf için sabit poz vermek, kamera karşısında rol yapmaktan daha zor. “Hadi sinirli bir şekilde yürü” derseniz birine, bunu büyük ihtimalle kolayca yapacaktır. Ama “sinirli bir şekilde yürüyormuş gibi dur, çekiyoruuum ! “ dediğinizde o ifade ile üç saniye durmak gerçekten zor bir iş. Son sayıda ben de tek karelik rolümü oynarken evet dedim, bu zorluğu daha iyi anlıyorum şimdi:) Pozlar, duruşlar yapay olmasın diye kamera kaydı alıyormuş gibi çekmeyi tercih ediyorum. Bu elbette fotoğrafları netleme açısından işimi zorlaştırıyor ve daha çok uğraş vermemi gerektiriyor ama sonuçta çok doğal ifadeleri mimikleri yakalamış oluyorum, çektiğim zahmete değiyor. Ayrıca çekim sırasında ufak değişiklikler yapabiliyoruz kimi zaman. Bazı şeyler doğaçlama gelişiyor ve bu hepimize büyük keyif veriyor.


Pulbiber Dergi’nin son sayısında kamera arkasını yani sizi de gördük fotoroman karelerinin içinde:) İlerleyen sayılarda da böyle sürprizlerle karşılaşacak mıyız?

PINAR TUNCER: Bunu senariste sormak lazım :)

ALTAY ÖKTEM:Karşılaşmaz olur muyuz, akla hayale gelmeyecek sürprizler olacak:) Senaryoyu yazarken, Yeşilçam filmlerinin ve eski fotoromanların melodram tarzından yararlanıyorum. Onları bugüne adapte ettiğinizde yer yer absürt komediye dönüşüyor. Ağlatmaktan çok güldürüyor yani. O dozu biraz daha arttırıp, özellikle final sahnelerini sürprizlerle süslemek çok hoşuma gidiyor. Roman aşkını anlattığımız, çekimlerini Edirne’de yaptığımız fotoromanın finalinde Pınar’la beraber kameranın arkasından önüne geçtik, hikayeye dahil olduk. Benim birkaç karede göründüğüm başka fotoromanlar da oldu ama Hitchcock gibi yönetmenin her filmde kendini göstermesi ekolüne uymamdan değil, daha çok zorunluluktan kaynaklandı bu. Birinde kuaför olmuştum mesela. Oynayacak kimse yoktu o anda, ben aldım fırçayı, makası, fön makinesini elime… 


Sizler gibi işinde profesyonel insanların böyle kaybolmaya yüz tutan kültürlere sahip çıkması elbette çok güzel. Peki Pulbiber dahilinde veya değil, buna benzer farklı projeleriniz de olacak mı? 

PINAR TUNCER: Şu an için sözünü edebileceğim belirli bir şey yok ama ben her zaman için kaybolan bir şeyleri özleyen kişiler için geri getirme taraftarıyım. Korunması gereken güzellikler var. 

ALTAY ÖKTEM: Yaşadığımız coğrafyada, var olan her kültür hızla yok ediliyor zaten. O yüzden kaybolmaya yüz tutan kültürleri aramaya gerek yok; bugün var olan kültür de kısa bir süre sonra kaybolmaya başlayacak. Önemli olan popüler bir anlayışla hareket edip o günün en hit işlerinin peşinde koşmamak. Olaya böyle bakınca, yüzümüzü geçmişe de dönebiliyoruz rahatlıkla, geleceğe de. Hatta olduğumuz yerde durup yana doğru da bakabiliyoruz. Yani her an bambaşka bir projeyle de karşınıza çıkabiliriz. 


Kamera arkasında neler yaşanıyor, fotoroman bölümü takipçilerinize anlatacağınız bir şeyler var mı? 

ALTAY ÖKTEM: Kameranın arkası da önü kadar heyecanlı ve keyifli. Daha doğrusu arkası önü birbirine karışıyor. Söylenecek tek bir şey var, sahiden eğleniyoruz. Senaryoya göre, bazen altı yedi kişi, bazen bir film ekibi gibi, müthiş kalabalık oluyoruz. Dış çekimlerde epey de seyircimiz oluyor. Tabii kulisimiz de yok, bir semtte çekimi yapıp başka semte gideceksek, bir de uçuk kaçık kostümler kullanılıyorsa, İstanbul sokaklarında tuhaf kılıklarla dolaşan insanlara dönüşüyor oyuncularımız. Etrafımızı sarmayıp da ne yapsınlar?


PINAR TUNCER: Her sayıda farklı kişiler tanımak, benim için bu işin en keyifli yanı. Mesela Edirne’de kalabalık bir ekiple çekimi gerçekleştirdik. Çok yetenekli tiyatro öğrencileriydi hepsi. Fotoroman sayesinde kendilerini tanıma fırsatı bulduk. Yeri geliyor yorulduk oturup bir kahve içelim diyoruz, sohbet muhabbet… Bir bakıyoruz ki çekimler o arada zaten bitivermiş:) Bu işe dahil olan herkes gerçekten keyifle yapıyor çünkü işini. Çekim günlerini sabırsızlıkla bekler olduk.:)) 


Hikayeleriniz ve fotoğraflarınız bitmesin. Fotoroman tadında teşekkürler… :)


0
6187
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage