02 ŞUBAT, CUMA, 2024

İnsanın Savaşı, Mücadelesi, Paradoksu: “İhtiyar Adam ve Deniz”

Ernest Hemingway’in klasikleşen, yaşamın ve insanın çelişkilerine dair bir hikâye anlatan İhtiyar Adam ve Deniz romanını sahneye uyarlayıp yöneten Fatih Sönmez ve oyuncusu Levend Ökdem ile oyuna, çelişkilere ve tiyatroya dair konuştuk.

İnsanın Savaşı, Mücadelesi, Paradoksu: “İhtiyar Adam ve Deniz”

“Yıldızları öldürmeye kalkışmak zorunda
olmadığımıza memnunum.”[1]

Yaşam çelişkilerle dolu, insanın içi muğlaklarla. Kan kırmızısı içimizde dolaşıyorken, süt beyazı bacaklarımızın arasından akıyor. Yaşama olan tutkumuzla durmadan bir şeylerin peşinden koşuyoruz. Kimi zaman da ölümün kıyısında dolaşıyoruz. Yaratmak da içimizde, yok etmek de. Bir çiçeğe su verdiğimiz aynı anda bir başkasının cesedi üzerinde yemek yiyoruz. Ne yalnız biriyiz ne de öteki.

Ernest Hemingway’in yazdığı İhtiyar Adam ve Deniz, Tatbikat Sahnesi’nin yeni oyunları arasında yer alıyor. Fatih Sönmez’in yönettiği oyunda, Levend Öktem tek kişilik performansı ile bizi kendi denizimizin muğlakları arasında dolaştırıyor. Genel sanat yönetmenliğini Erdal Beşikçioğlu’nun üstlendiği oyunu süpervizoru Elvin Beşikçioğlu. Oyun tek kişilik olsa da arka planda kalabalık bir ekibin birlikteliği sonucunda oluşturuluyor. Koreografi Evrim Akyay’a, müzikler Orçun Orçunsel’e, dekor, kostüm ve illüstrasyon tasarımı Eylül Gürcan’a ait. Yönetmen yardımcısı Aslıhan Efe, oyun asistanları İrem Bayram ve Enes Kösem. Dijital sanatın da dahil edildiği oyunda videomapping reotek çalışmaları Alper Akdağ, Elif Kalender, Ilgaz Öz, Kübra Ballı ekibine, afiş tasarımı ise Hande Şiri’ye ait.

Prömiyerini 10 Kasım 2023 tarihinde gerçekleştiren İhtiyar Adam ve Deniz’i, Ankara’da Tatbikat Sahnesi’nde, İstanbul’da Alan Kadıköy Sahne’de izlemek mümkün.

​Fatih Sönmez ve Levend Ökdem ile İhtiyar Adam ve Deniz oyunu üzerine konuştuk. Kıymetli paylaşımları ve keyifli sohbetleri için çok teşekkür ederim.

İnsanı kendi derininde, kıyısında, karşıtlıkları arasında gezdiren Ernest Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz’ini tiyatro için uyarlamaya nasıl karar verdiğinizden ve oyunun sürecinden bize bahsedebilir misiniz?

Fatih Sönmez: İhtiyar Adam ve Deniz’i lisede okumuştum. Erdal Abi ile de roman üzerine hep konuşuyorduk. Baktım o da romanı oyunlaştırmaktan bahsediyor, bir daha okuyayım, dedim. Okudukça kafamda direkt oyuncu belirdi ve Levend Öktem, dedim. Levend Hoca, benim üniversiteden hocamdı, yani çok iyi tanıdığım biri. Oyun, romanı tekrar okuduğum andan itibaren Levend Öktem’de şekillenmeye başladı. Sonra tabii çok kolay olmadı, Levend Hoca’yı ikna edebilmem için 3-4 ay kadar metnin kanamasını çıkarmaya çalıştım. Neredeyse bu şekilde yarım yıl geçti. Oyunun başlama vuruşunu yaptıktan sonra hocayı ikna ettim. Dekor ve tasarım için de Eylül’ü ikna ettim. Oyunda yer alan balıkların gerçek olmasını istemedim. Bunların hepsi özgün balıklar olmalıydı. Evet, bir kılıç balığı ama farklı bir kılıç balığı. Evet, bir lambuka ama bir insanın çizdiği, dokunduğu bir lambuka. Tabii ki onlar mapping aşamasında yapay zekayla hareketlendiler. Bu anlamda da hibrit bir çalışma oldu.

İhtiyar Adam ve Deniz, Hemingway’in kolayca okunabilen sade romanlarından ama bir o kadar da yaşamın sorularıyla dolu. Hemingway’in romanı ve Fatih Sönmez sizi nasıl ikna ettiler?

Levend Öktem: Leyla’cığım, ben daha önce tek kişilik bir oyunda oynamadım. İhtiyar Adam ve Deniz oyunuyla ilk defa oynuyorum. Aslında tek kişilik bir oyuna pek de sıcak bakmıyordum. Çünkü bana göre tiyatro, diyaloglardan oluşan metinlerdir. Tiyatronun; çatışmalardan, iki üç kişiden çıkan fikirlerden, tartışmalardan, gerilimlerden çıktığını düşünürüm. Bu geleneğin, hep oralardan başladığını düşünmüşümdür ama Fatih’in tiyatroya bakışını beğenirim. O, bana bu oyunu yönetmek ve benimle çalışmak istediğini söylediğinde, bir bakmalıyım önce, dedim. Romanı tekrar okudum. Gençliğimde okuduğum bir romandı ve yazarı da çok sevdiğim bir yazardır. Hemingway’in başka eserlerini de okumuştum, tekrar okumaya başladım. Teksti okuduğumda “Olabilir” dedi bana. Fatih ile konuşmalarımızda da bu fikrim pekişmeye başladı. O, bana metne nasıl baktığını anlattı.

Hemingway’in çok basit bir dili var ve o dilin içinde de saklı dünyalar var. Yalnızken duyduğumuz; çiçekten, böcekten, doğadan duyduğumuz sesleri, çok günlük bir konuşma biçimi içinde ifade ediyor. Gizleri, çok mütevazı saklayıp, zenginleştiriyor. Yani sade olmak esasında çok zor bir şeydir ve o sadeliğin içinde büyük bir zenginlik vardır.

​Fatih’e öğrencilik yıllarında sadeliğin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Fatih’ten de aynı paralelde ve daha ilerde fikirler ve yaratıların ipuçlarını gördüğümde heyecanlandım. Başka bir dramaturg ile çalışmaya gerek kalmadan kısa zamanda romanı oyunlaştırdı. Bir anda suyunda giden bir provanın içinde bulduk kendimizi. Genç arkadaşlar da dahil oldular ve sanki dersteymişiz gibi bir çalışma içinde provalar yaptık. Sanıyorum istediğimiz sonuca da ulaştık.

Levend Öktem kıdemli bir oyuncu ve bunun yanı sıra da sizin üniversiteden hocanızdı. Hocanızın oynadığı bir oyunu yönetiyor olmak nasıldı?

F. S.: Levend Hoca çok açık biri, bizi hiç kısıtlamadı. Söylediğim şeylerin bazıları, ona da yeniydi. Özellikle bu dijital yapı, onun için çok yeniydi. Dolayısıyla hiç konvansiyonel yaklaşmadı. Bir bırakış içinde, teslim olma içindeydi. Oyuncu için de doğru olan budur; hangi yaşta, hangi tecrübede olursan ol, projenin yöneticisine teslim olmalısın. Çünkü, o hayali yönetmen biliyor. Onun da reji fikirlerine çok katkısı oldu. Oyuna, oynayarak ilham verdiği çok yer oldu. O, bize öyle yaklaşmasaydı, provalarda gerilebilirdik. Hem yeni olduğum bir alandaydım hem de hocamla çalışıyordum… Ona bir şey göstermek, onu çalıştırmak aslında ilginç bir duyguydu ve çok çok zevkliydi. Akışında giden bir süreçti.

Dijital çizimlere oyunda yer verme fikri, metni uyarlamaya başladığınız an itibariyle mi oyuna dahil oldu?

F. S.: O hayali kurmaya ve oyunu yazmaya başladığım andan itibaren, oyunun içerisine dijitali de katmak istedim. Aslında dedim ki; sanatsal bir formun içinde bir film çekeyim, filmin içinde hoca canlı bir performans yapsın. Oyunda iki tane film var; biri zeminde, biri formda, iki film aynı anda oynuyor. Bu da bana yeni teatral biçimler anlamında dişi ve ilginç geliyor. Hepsi zamanlı, yani kaçırdığı zaman kaçıracak oyuncu. Hayattaki gibi… Biz konuşurken şuradan bir kuş geçiyor, onu gördüm ya da göremedim… Evet, dolayısıyla tıpkı bu refleksle tasarladığım bir şeydi. Sağ olsun, Levend Hoca da bana güvendi. Tabii tek kişilik oyun kolay değil, bir de böyle bir yapının içinde onunla mücadele etmek hiç kolay değil. Aslında tek kişilik oyun ama oyunda dijital arkadaşları oyun arkadaşı çok; kuşlar, balıklar, uçaklar, bulutlar… Ama kurtarıcısı olacak bir şey de değil, konuşmuyorlar ve onlarla o diyaloğu yine kendisi sağlıyor. Bir anlamda da bütün bunlar kendi kendine konuşan bir ihtiyarı da bize gösteriyor.

İlk kez tek kişilik bir oyunda yer alıyorsunuz ve Fatih Sönmez’in de belirttiği gibi rol arkadaşlarınız dijital görseller ve imgeler. Dijitalin dahil olduğu bir oyunda tek başına rol almak sizin için nasıldı?

L. Ö.: İlk defa yapay zekanın içinde olan bir oyuncu olarak tabii heyecanlandım. Teknik bize burada yardım etti ama korkmadım da değil doğrusu. Çünkü, bizim kuşak dijitallerle, akıllı telefonlarla geç tanıştı. Hatta ben bir süre direndim. Akıllı telefon kullanmadım. İçinden cin mi çıkar, ne çıkar? Bilemedim çünkü, bizim dönemlerimizde evdeki elektronik aletler çok değerliydi, bozmaktan korkardık. Ben, uslu bir çocuktum, bozarım falan diye pek oynamazdım. Bu konuda kız kardeşim devrimciydi. Ama tabii değişen dünyayla birlikte bizim de değişmemiz gerekiyor. Teknoloji, artık sanatta kullanılıyor. Tabii ki teknoloji tiyatroda kullanılırken dikkatliyimdir, öne geçmesini istemem. Fatih de bu konuda dikkatli davrandı. Batı’da o kadar güzel kullanıyorlar ki öne çıkmıyor. Teknik satmıyorlar orada, bir şey anlatıyorlar. Bilimden yararlanmak, teknolojiden yararlanmak iyi bir şey ve neden akıllıca yararlanmayalım ki?

Elbette öyle, sanat, tek başına bir yere, bir konuya hapsedilebilecek bir şey değil ki. Birlikte diyalog hâlinde olması, birbirinden beslenmesi, birbirini kaynak olarak görmesi gerekir.

L. Ö.: Stanislavski’nin, kesintisiz çizgisi dediği, bizim yaşam çizgisi dediğimiz, oyunun bir yaşam çizgisi vardır. Sanat, bizim doğaya katkımızdır. Tiyatro da doğadaki gibidir ama ondan daha çekici olmalıdır ki seyirciye hoş gelsin. Elbette doğa ve doğadaki bir çiçek çok güzeldir. Biz de en az onlar kadar çekici olmalıyız. Bu, oyunun ritmi, çizgisi ve oyuncuyla ortaya çıkabilir. Oyuncunun yaratısıyla, rejiyle, oyuncunun buna katkısıyla hayata geçer. Benim de oyunun ritmini, balıkçının yaşam çizgisini tutmam gerekiyordu ve o ritmi buldukça yapay zekayı buna uydurmaya çalıştık.

​Oyunda dijital görseller de kullanılıyor. Görseller, Eylül arkadaşımızın güzel çizgileriyle yapıldı. Mapping çalışmalar yapan arkadaşlarımız da devreye girdi. İşte orada bir senkron tutturmak önemliydi. Ben önce biraz gerildim; ya geç kalırsam ya unutursam, diye. Bu ihtimallerin de önlemlerini aldık. Oyun, gerçek ritmine ulaştığında, bütünlük nasıl sağlanırı düşündük. Yeni bir temsil ama o ritmin dışına çıkmadan, o yenilikler kılcal damarlarda kaldığı zaman zaten oyun disiplini ile devam etti. Kısaca çalışma benim için yoğun ve güzel geçti.

Ne güzel ifade ettiniz. Yaşam çizgisi kesintisiz ama düz de değil bir ritmi var ve siz balıkçının çizgisinde, bizimle konuşuyor doğaya kulak vermemizi de hatırlatıyorsunuz. Yaşadığımız doğanın içinde üzerimizden uçup geçen kuşun bize bir söz etmeden gittiğini kim söyleyebilir ki?

İhtiyar Balıkçı’nın, denizin ortasında suda ya da gökte gördüğü canlılarla dönüp konuşması, bana kendi yürüyüşlerimi hatırlattı. Kendimi etrafımda gördüklerimle konuşurken bulduğum oluyor. Kendi kendime değil, onlarla konuşuyorum. Ve en çok yalnızlığımda farkediyorum başımdaki gökte uçan bir kuşu. Oyunda da ihtiyar da hissettiğim yalnızlık buna benzerdi.

L. Ö.: Aslında bu noktada bir şey ilave edebilirim; bir de yalnızlığı içinde yüksek sesle Manolin ile yani çocukla konuşuyor. Yani yalnız başına değil, yalnızlık içinde, başka şeyler de var…

İhtiyar Adam ve Deniz bana tutkularımı hatırlattığı gibi muğlaklarımı da hatırlattı. İhtiyar Balıkçı, bir kılıç balığının peşinden giderken, onun görkemine duyduğu hayranlıkla kendisine, insanın bu balığı yemeye layık olup olmadığını, soruyor ama tutkusu onu açık denizlere sürüklüyor. İnsan, içindeki duygunun karşıtını da beraberinde taşıyor. Hepsi içimizde. Siz balıkçının muğlaklığı ile ilgili neler söylemek istersiniz.?

L. Ö.: Oyun, bana çok şey öğretiyor esasında. Okuduğum zaman çok etkilendiğim bir romandı. Hemingway çok önemli bir yazar. Beni, alıp bambaşka bir yere götürüyor, insanın hayal gücünü harekete geçiriyor. Tabii filmleri de izledim ben, 70’te yapılan Spencer Trancy ve Anthony Quinn’in oynadıkları İhtiyar Balıkçı’ları da seyrettim. Bunlar da yararlı oldu. Soruna gelince; yazar hiç ukalalık etmeden günlük dilinde, bu diyalektiği, bu karşıtları, bu düelizmi çok güzel ortaya koyuyor. Ama üstünü fazla çizmeden. Romanda da oyunun içerisinde de bu dediğin çelişkileri yaşıyoruz. İnsanoğlu da bu çelişkileri yaşayarak ya bundan ders çıkarıyor ya da bilinçsizce yine aynı şeyleri yaşayıp, ondan dersler alamıyor. Doğayla iç içe olan, mesleği de bu olan insanlar, ihtiyarlar ya da mesleği bu olmasa da doğaya bakan, ona yabancılaşmamış kişi, bu çelişkileri görüp kendi süzgeçlerini oluşturuyor. Ben, tabii yaşım ilerledikçe daha soğukkanlı değerlendirmeler yapıyorum ve süzgecim daha da inceldi. Daha rafine, bilgece bir yere gitmeye çalışıyorum. Tıpkı İhtiyar Balıkçı gibi. Balıkçı da yaşadıklarından sonuçlar çıkarıyor. O, öz eleştiri yapabiliyor. Şu lafı çok hoşuma gidiyor: “Biliyorum senin seçimin; kapanlardan, tuzaklardan, ihanetlerden kaçıp, açıklarda derin karanlık sulara gitmekti. Benim seçimim ise insanların ötesinde gelip, seni de burada bulmak. Artık birleştik. İkimize de yardım edecek bir şey yok. Keşke balıkçı olmasaydım ama bunun için doğmuşum” Bu, çelişkiyi duygusal olarak yoğun yaşadığım doruklardan bir tanesi. “Bu kadar çok açılmamalıydım, değil mi?” Kılıç balığı yakalanmamak için çok açıklara gidiyor. İhtiyar Balıkçı ise açıklara geldiği zaman burada benim ne işim var, diye düşünmeye başlıyor. Tutku dediğimiz şey, insan için çok önemli. Tutku yoksa insan da yok ama bu tutku yok etmeye dönük olduğu zaman sorgulanması gerekiyor. Bu oyun; insanın, doğanın en büyük canavarı olduğu sorununu da tekrar düşünmemizi sağlıyor.

F. S.: Evet, zaten oyunun ana ekseni insan ve doğa. İnsanın savaşı, mücadelesi, paradoksu… Ben, bu oyunu yaparken, hep o eksen üzerinde kaldım. İnsanın doğadaki en üstün varlık olması düşüncesine, hep şüpheyle yaklaştım. Kendisini öyle ilan etmesini nedense anlayamadım. Aslında biraz da onun manifestosu bu oyun. Ben inatla, insan doğanın en üstün varlığı değil, diyorum. Hatta belki de en aşağısı olabilir. Konuşuyor ya da düşünüyor olması, diğerlerinin konuşmadığını bize göstermez. Yani biz bir balığın konuşmadığını iddia edemeyiz ya da düşünmediğini ya da refleks olarak hareket ettiğini. Evet, sinir bilim olarak belki öyle bir kanıt var ama bilmediğimiz bir dünya orası. Belki de konuşuyorlar, biz anlamıyoruz.

Balıkçının monologları arasında anlattığı bir hikâyeyi hatırlıyorum; balığa çıktığı bir başka günü anımsıyordu, dişisinin yanından hiç ayrılmayan balığı anlatıyordu. Levend Öktem de İhtiyar Balıkçı’nın sözlerini hatırlatıyor bize.

L. Ö.: “Benim ihanetim onu bir seçim yapmaya zorlamıştı ve ne seçtiyse doğruydu. Güzel balıktı, hep dişisinin yanında kalmıştı”

Kendisi belki o kadar dişisinin yanında kalmadı, onu sorguluyor. Yazarın güçlü tarafı bu, sorular sordurtması. Öz eleştiri yapabilmek çok önemli. Varoluşumuz bunları sorgulamaktan geçiyor. Bu da bir varoluşu sorgulama metni bence.

F. S.: Evet, o da çok ilginç, çok hoş bir anısı hakikaten. Dolayısıyla bilemiyoruz… Bence orası asıl muğlakta ve bilinmez olan bir yer. Ben de o eksende tutmak istedim. Bu balığı tutmalı mıyım, tutmamalı mıyım? Bu balıkla nasıl bir ilişkim var? Bu balığı yemeğe layık mıyız? Bir taraftan da insansın ve artık yaşamının son dönemlerindesin. İhtiyar adamsın. Metni oyunlaştırırken, iki farklı çeviri vardı yaşlı adam yerine ihtiyar adamı kullanmak istedim. Yaşlı kelimesi ile hissettiğim duygu, kenara atılmış bir eşya gibiydi. İhtiyar da ise sanki bir tecrübe var ve hayatın içinde bir şekilde mücadelesini devam ettiriyor. Bir yandan da imza bırakma dürtüsü var. Bence insanda bu saçma dürtü de var. İhtiyarın peşinden gittiği balık da herhangi bir balık değil. Orada lambukalar da var, yanından geçiyor ama onları yem olarak kullanıyor. Burada büyük balık, küçük balık ilişkisi de var. İnsanın açgözlülüğü de var. Sanki insan özünde açgözlü ve sürekli, kime, neye olduğu belli olmayan bir imza bırakma derdinde. O da bana komik geliyor.

İhtiyar Balıkçı sık sık çelişkilerle ilerliyor, hatta bir sözünde üzüntüyle, keşke onu öldürmek zorunda kalmasaydım, diyor.

L. Ö.: Bu kadar asil bir yaratığı öldürmek zorunda kalmak onu sorgulatıyor.  Seni yemeğe layık kimse yok, diyor. Tutumuna, asaletine bakılırsa yok, diyor.

Evet, insanı içine döndürüyor sonra kendi karşıtlıkları arasında bırakıyor. Bu yüzleştirmelerin yanı sıra bana sizinle ilgili bir şeyi hatırlattı; Sait Faik’in Havada Bulutu’ndan ismini alan ve onun öykülerinden oluşan dizi, Havada Bulut.

L. Ö.: Benim çok sevdiğim bir diziydi. Sait Faik’in eserlerinden toparlanmış çok güzel bir senaryo. TRT, Tarık Alpagut’un yönetmenliğinde ve Ankaralı abiler oynuyordu. Çok önemli insanlar oynuyordu. Baykal Saran, Erol Kardeseci, Alpay İzbırak… Bana, rol sonradan geldi ve hayatımın büyük bir şansıdır. Devre arkadaşım Nihat İleri, Sait Faik’i oynuyordu. Bana bir telefon etti ve seni Burgazada'da bekliyorum, dedi. Bir baktım, beni rıhtımda Sait Faik kostümüyle Nihat karşıladı. Adanın papazını oynuyordum. Sait Faik’i tekrar okudum. Çekimlerden önce, o kilisenin bahçesinde gezindim, yattım, kalktım, adada kaldım. Çok güzel bir çalışmaydı. TRT'nin en sevdiğim çalışmalarından bir tanesiydi.

Dizide ilk sahneniz bir balıkçıyla açılıyordu. O balıkçı da hayatında, oyundaki karakterinizin kaygılarına benzer kaygılar taşıyordu. Elbette Hemingway’in İhtiyar Balıkçı’sı kendi varoluş kaygılarıma dair pek çok sorgulamalar da yaptırdı fakat merak ettiğim ben bu hikâyeyi anımsamışken İhtiyar Balıkçı’nın sizin hikâyenizde neler hatırlattığı, nasıl yüzleşmeler yarattığı.

L. Ö.: Ben, 68 yaşındayım ve bir oyuncu olarak tabii ki anılarımdan yararlanıyorum. Buradaki savaşta karşılaştığım, yani metinde karşılaştığım diğer canlılar, objeler nesneler ne dersek diyelim onların hayatımda karşılıkları var. Onları bulurum, çıkarırım. Ben de kendi içimdeki denizde yolculuğa çıkarım. Oradaki balıklarımı, kuşlarımı, kadınlarımı, sevdiklerimi, nefret ettiklerimi bulurum. Sonra onları balıkçıyla nasıl birleştireceğimi düşünmeye ve uygulamaya çalışırım. Olmaz mı? Okuduğum bir kitabı bile bitirdiğimde ben artık bir şey yaşıyorumdur. İlla ki onu yaşamam gerekmez. Okuduklarımla da yaşamışımdır. Tecrübelerim, okuduklarımla, yaşadıklarımla bir bütündür artık. Tabii ki bir metne bakarken, bu anılarımdan, tozlularından işime yarayacakların hepsini ortaya çıkarırım. Birebir yararlanmasam da oralarda çok paralellikler, duygudaşlıklar, yoldaşlıklar vardır. Duygusal belleğimden, yararlanmak zorundayım. O, benim hazinem yani bir oyuncu olarak hazinem. Değerlilerini, unutmayıp orada saklamak lazım, yeri geldiğinde oradan çıkaracaksın.

Sandıktaki eski bir elbiseyle karşılaşmak gibi. Bu da öyle… Aynı duyguyla tekrar kuşanmıyorsun ama farklı bir tecrübe ile giyiniyorsun o hissi, hatırayı.

L. Ö.: Çok büyük acıları sahnede kullanmakta zorlanırım. İlla ki onları transpoze etmek gerekiyor. Beyin, öyle bir şey ki matemini uzattığın zaman melankolik oluyorsun ama kendini de kurutursan… Eyvah! Sanatçılık için en kötü şey.

İhtiyar Adam ve Deniz ile bizi kat kat elbiselerle kuşattınız, soruları kendimize sordukça soyunuyor ve ancak kendi cevaplarımızla çıplak kalabiliyoruz. Bizi gerçekliğin sıkıcı görünürlüğünden uzaklaştırdığınız oyunda metinden farklı olarak Ave Maria’yı eklediniz. Bize Ave Maria’nın oyunda yer alma sebebini anlatır mısınız?

F. S.: Ave Maria teması, metinde olmayan bir şey. Hemingway’in yazdığı tanrı ile konuşma anları beni oraya getirdi. İnsanın doğa gibi kendinden çok daha güçlü bir durum karşısında duaya sığınması ve hatta orada bile hâlâ kaçak oynaması… Bir şey gerçekleştiği zaman dua edeceğimizi hep söyleriz, hepimizin yaptığı bir şey. Aslında annelerimize söylediğimiz yalanlar gibi… Ama hiçbir zaman yapmayız.

Sadece o andan kurtulmaya çalışıyor ve bittiğinde unutuyoruz.

F. S.: Evet, insan bu yalanları söylüyor diye mükemmelse ben katılmıyorum. O, sadece zekasını kurnazca kullanabilen bir hayvan. Sonunda da kimseyi kandırmıyor. Tanrı varsa da onu kandırmıyor, yoksa da zaten hiç kimseyi kandırmıyor. Dolayısıyla o yalanı kendisine söylemiş oluyor ve bir süre sonra da av oluyor. Eğer dua edeceksek çıkarsız olmalı. Bunu da diyor olabilirim. Eğer illaki dua edeceksek bize iyi hissettiriyorsa etmeliyiz. Bence ritüellerin bir çıkarı olmaması lazım çünkü, o zaman ritüel olmuyor, başka bir şey oluyor. Kapital bir şey oluyor. İçi boş oluyor. O zaman doğanın da bir anlamı kalmıyor. O noktada ben de Ave Maria’yı o hâle getirdim. Aslında dalga geçmek için söylediği, tam da söylemediği ve ondan sonra da balıkçının kramp giren elinin bir duayla hemen açıldığını da o şekilde göstermek istedim. Oyuna yaptığım en büyük müdahalelerden biri o aslında. Batı kültüründen bir şeyin, birden bire o dünyanın içine girmesi. Oyunun sonunda da Hemingway’in bir şiirinden, Orçun Orçunsel’in yaptığı bir beste yer alıyor. Oyundaki bütün müzikleri Orçun yaptı. Aslında pek duyulmuyor, hafif hafif geliyor ama 15-16 tane beste var. Orçun, çok önemli bir besteci. Hem Sion Senfoni Orkestrası’nın hem de Borusan Sanat’ın şeflerinden benim de üniversiteden sınıf arkadaşım. Onunla da yeniden çalışma fırsatı bulduk. Oyunda seyirciye; müzik, görüntü, hikâye, oyun hepsi birlikte aynı anda saldırıyor. İstediğim buydu, yani bir şeyin öne çıkmasını istemedim. Bence hayatta da böyle oluyor. Yani biz burada konuşurken arkada mükemmel bir an oluyor. Biz onu fark etmiyoruz. Dolayısıyla isteiğim, o gerçeklikte kalmasıydı.

Hemingway’in bize anlattığı, balıkçının hikâyesinin geçtiği Amerika’da, balıkçılık önemli bir geçim kaynağı. İhtiyar Balıkçı için de öyle. Geçim kaynağı olmasının yanı sıra onun için bir varoluş sebebi. Hem görkemli bir balığı öldürmek istemeyecek kadar merhametli hem de kendi varlığını sürdürmek için öldürmesi gerektiğine inanacak kadar hükmedici.

F. S.: O sorgulamalar oyunda var. Ben de oyunda balığı öldürdükten sonraki bölümü Hamlet’teki Claudius’un günah çıkarma sahnesi gibi kurguladım. Oyunda ve romanda onlar ayrı ayrı yerler. Ben, o kısmı birleştirdim. Seni öldürdüm ama seni başka insanları beslemek için, yok kendimi korumak için öldürdüm ya da işte bunların hepsi için. Bir bilinç akışı gibi yaptım. Oyunda zaten tek bir sahne gibi akıyor orası. Hiçbiri değil çünkü, korktuğum için öldürdüm, denizde büyük bir yaratıkla karşılaştığım için, ya da işte bir imzam olsun diye öldürdüm. Çocuğa kendimi ispatlamak zorundaydım... Bunların hiçbiri değil ya da hepsi aynı anda da olabilir. Yani günah çıkarmanın doğası işte. Orada da yine dini motifler de var. Yani mesela bir sözü beni çok etkiliyor: “Öldürmek günahtır ama sevdiğin için öldürmek o zaman çok günah olmayabilir ya da böylesi daha mı günah?” Bu, çelişkileri olduğu gibi ben de seyirciye sormak istedim.

Varoluş nedeni, tutkusu balıkçılık olan, insanoğlu kaybetmek için yaratılmamıştı, yok edilebilir fakat yenik düşürülemez, diyen bir ihtiyar var ortada, bir taraftan da hiç adil olmadığını düşünüyor. Siz İhtiyar Balıkçı’nın varoluş sancılarına bir tiyatro sanatçısı olarak nasıl bakıyorsunuz?

L. Ö.: Balıkçının yaptığı, doğayı bozmadan avlanma. Bir habitattır, yani orada bir zarar yoktur. Tabii açık denizlerde balina avcılarının ya da başka diğer büyük balıkların hunharca katledilmeleri, yeşilcilerin karşı çıktığı doğa katliamları... Bunlar, balıkçının avlanmasıyla alakası olmayan insanın vahşetleridir. Evet, bizim hikâyemizde daha duygusal bir platformda bunlar da sorgulanır. Metinde, tutkunun zararlı olabileceği yer, balıkçı kendisini sorgularken ortaya çıkar. Ben balıkçı olduğum için o da balık olduğu için bunlar oluyor. Kendi kendine bu soruları sorar.  Çelişkilerden bunalır. Orada ironiyle, keşke bir radyom olsaydı, bu kadar düşünmezdim, der. Ve sona doğru yaklaşırken şu önemli soruyu tekrar sorar: “Ben bir balıkçı olduğum için mi onu öldürdüm?” “Onu yaşarken de sevdim. Onu öldürdükten sonra da ama onu sevdiysem belki öldürmek o kadar da günah değildir. Yoksa böylesi daha mı günah?” Tekrar sorusunun başına döner. Aklım karıştı, der. Sonra da kendimi korumak için öldürdüm, al sana insan, der. Ondan sonra devam eder; ihtiyar, işte gerçek bu, her şey her şeyi bir şekilde öldürür, diye de oradaki çelişkinin de bir daha altını çizer. Çünkü, yaşam ve ölüm varoluş açısından hep sorgulanmak zorundadır. Hamlet’teki gibi, olmak ya da olmamak tiradındaki gibi. Yazarımız bunu yaparken, ben de ona tercüman olmaya çalıştım. Bu olmak ya da olmamak meselesi, bireyin sürekli sorgulaması gereken bir sorudur. Bunu yaparken de eğer bilgece davranmak istiyorsak, oralara varmak istiyorsak, aklımızı, yüreğimizi, duygusal zekamızı kullanmak istiyorsak eleştiri ve öz eleştiri yapmalıyız. Tıpkı Hemingway’in ve balıkçının yaptığı gibi. Eğer bu kaygıları zaten taşımazsak seyirciye ulaşamayız. Yaptığımız ölü sanat olur, ölü tiyatro olur. Yani bunlar laf olsun diye değildir. İlla ki bizim de duygusal süzgecimizden, aklımızın süzgecinden geçmelidir. Çünkü tiyatroda yalan söyleyemeyiz. Hayatta söyleriz, kötüdür ama hayatın türlü hâlleri, deriz. Sanat ise insanın vicdanıdır. Orada adalet vardır ve yalan yoktur. Sazına ve sözüne güvenemediğimiz halk ozanı olabilir mi? Yok olamaz. Öyle bir unvanı zaten kimse kimseye vermez. Çünkü, bunu yapan insan aynı zamanda kendi kendinin kahramanıdır. Vicdan denilen mesele çok önemlidir. Ahlak denilen mesele çok önemlidir. Sanatın içinde de bunların hepsi vardır. Sanat, insanlığı, doğruya, iyiye, güzele çağırır. Tiyatro da halkın okuludur. Muhsin Ertuğrul bir yazısında; oturmayı, kalkmayı, birbirimizi sevmeyi orada öğreniyoruz, diyor. Ona katılıyorum.

İhtiyar Adam ve Deniz’i en yakın 14 ve 15 Nisan tarihlerinde Ankara Tatbikat Sahnesi’nde izleyebilirsiniz.

[1] Ernest Hemingway. İhtiyar Adam ve Deniz.

0
1984
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage