17 KASIM, CUMA, 2017

Yırtılan Zamanlarımız Nerededir?

Ekin Metin Sözüpek ilk şiir kitabı Tamanlanamayan’da dilini militan bir dağınıklıktan kuruyor. Bu dağınıklık özenli ve bilinçli bir dağınıklık, çoğu zaman toparlayıcı da… Öfkesi güncelle sınırlı değil, süregelen. Ekin Metin Sözüpek’le, ilk şiir kitabı Tamanlanamayan üzerine, sık sık yaptığımız sohbetimizi bu kere yazıya döktük.

Yırtılan Zamanlarımız Nerededir?

Dilin mantığını sınırlı sayıda kuralla sınırsız sayıda cümle kurabilecek olmayla açıklayan ağbilere belki katılabiliriz fakat bu şiire dâhil değil, şiirin gücü hiçbir kuralı kabul etmez. Kitabının sonuna düştüğün o afili notla destekliyorsun da: ‘’Kitap dâhilinde hata kılığındaki her hamle nefes taşır.’’ Bunun üzerine biraz konuşalım isterim.

Anahtar: Çıkmaz sokak. Dilin üstüne binip kadimliğini ardına alarak ve kudretli köke manalı ekler yaparak felsefe yapmak yahut bir roman kurmak mevzubahisse, tüm bu cafcaflı oyun sahasını kendin(c)e boyayan Avrupaî - merkezî enerjiden sapmalar yapmak pek mümkün olmuyor. Oradan bakıldığında Türkçe kusurlu bir dil. Yani felsefenin gereği olarak bir kavram üretiliyorsa onun mümkünse sağlıklı bir etimolojik dökümünün olanaklı olması, dolayısıyla takımı ve sökümü mümkün kılan ek yerlerinin görünür durması, girinti çıkıntıların bağlı olduğu kökün sarsılmaz olması ve senin uzun bir tarihsel akışı kabullenip kendi uyumcul ekini, ekin üretmek için ona takman, onu komün için de bir şey eklenebilir halde bırakılması önemli. Burada yıkım da sadece inşayı güçlendirmek için kontrollü patlamalar yapmaktır. Çıkar yolu olmayanla nasıl insanmerkezli bakışı gereksinen modern platoyu kuracaksın? Bu ne kadar saçma? Ve bu işlevi olmayanların çöplüğüne gidecek gereksiz bir muamma. İstanbul’a feci şekilde benzeyen Türkiye dili yersiz ve tanımsızlıkta üzülecekken şiir ona parlayacağı oylumu verir. Sadece şiir. Boğucu derecede yokuşlu, bir sokağın diğerine - aynı malzemelerden yapıldığında dahi - benzemediği, işlevsiz, çıkmaz sokaklarla dolu bir yuva. O yaşamak için saf olamaz ama şiir içindir işte. Bir yokuş, her zaman seni dışarı çıkartıp başkasının içine atar sana büyük tekliği sunarak. Bu sebeple kendi kurallı sokaklarında boğulan medeniyet ‘o yüksek’ için birçok kuleler dikmiştir. Ama kule sana uyutucu hakimiyet hissi verir, hüman övücülüğünü güçlendiren bir konuma kor seni. Yokuş ve tepe öyle değildir; geliş ücreti olarak önce senden kan ve ter alır, ki dünyevi bedeninden zuhur edebilir olursun. Böyle bir yapının içindeki bütün şaklabanlıklar, bütün arızalar, bütün açmazlar, bütün olmamışlıklar, burada bir kaçma kazısı yapmanız için iktidarın denetiminden rahatça kurtulmuş kaotik kıtalara el verirler. Çıkamayan sokağın sonundaki heybetli garip apartmana bakıp bir müddet anlamsızca durabilmenize, yani şiire layığını sunmanıza imkan verirler. Akıl için kusursuz davetlerdir bu anlamlandırılamayanlar; zeka kasarlar ve her gün farklı sokaktan yürümek isteyen -memur olmayan ruhlular- için bulunmaz nimetlerdir bunlar. Hataların bilinçle sahiplenilmesi, asli unsur olmayan şeylerin özenle dizayn edilip sahneye konması bu hikaye üzerinden ötekileri ve itilmişleri anımsatacaktır elbette. Böylece, şunu haykırmak evla: hata avcılarına, eserlerin ruhuna kof kör olup erksel düzenlemesine takan obsesif kuralcılara karşı bir naniktir arızanın titizlikle savunulması. Bu hikâyemin sorumluluğunu duyduğum için kitaptaki en ufak kıvrımı dahi gözledim, gözleme narsistliğinde bulunamayacağım şey onların açılacağı kapılar ve bu kapıların nasıl kullanılacağıdır.

(Chomsky’ye neredeyse hiçbir zaman katılamadığımın ifadesi de vardır elbet yukarıda.)

©Nazlı Erdemirel

Şiirindeki öfke gizli değil, dağılmış, sık sık yükseliyor seviyesi ama asla azalmıyor. Bu öfkeyi; güncel sıkıntılar bunlar, diyerek geçiştirebiliriz, kolaya kaçmak olur, çünkü çok daha fazlası var. Oldukça geniş bir alanda hissettiğin/ içinde olduğun yalnızlıktan doğan politik ironi bundandır. Bayat, ağlak, slogan bir politik veriden bahsetmiyorum. Saydıklarımı dahi içinde eritip, bununla oynayan bir öfke var şiirinde. Ben bu verileri bir ilk kitap için oldukça olumlu görüyorum. 

Olumlu gördüğün şeyi yaratmak en temel uğraşımdı ve denetimi sıkı tutabilme yetisi kazanmak adına aslında başka bir kitabımı çöpe yolladım. Ancak bu yöntemle bu kadar yoğun ve çok kutuplu öfkeyi üretken verilere çevirebilecek konuma yaklaşabildim. Şu inanılmaz derecede önemli bir mesele bir yazar için: Slogandan ve ağlaklıktan tiksiniyorum, bu tiksintimde o kadar samimi olmalıyım ki / benzemek istemediğim şeyi o kadar iyi tahlil etmeliyim ki / o şeyle kaderin trajik şakasından aslında epey ortak olan bağlarımı(zı) o kadar iyi yakalayabilmeli ve aktive olmamaları için öyle bir zen uğraşına girmeliyim ki / bu uğraşın beni güvenli - sakin bir kutupta onun tam karşısında bırakmasından da o kadar ürkmeliyim ki / ki, ki, ki / kaynaktaki tüm o öfke, yapısındaki kolektifliğini anımsama çabasında uysallaşan dönüştürücü bir tatlı-duygu halini almalı. O kadar ileri gitmek lazım ki bu feci parlak ışık kimliği eritsin. Açıkçası içinde bulunduğum diğer disiplinlerde biraz da bu hassasiyeti oluşturabilmek için yer aldım, dışa çıkıp içe girip kaçıp gelip tekrar baktım tekrar tarttım kendi iliğimi. Bayat ağlak sloganın kendisine de karşı olunmalı ve karşı olunmalı “kendi”ye, muhalif enerjiyi köhneliğe iten her ihanete. Bayağılığına düştüğün alanı da işin içine kat, kendini de at ateşe, herkeste bulunduğunu sezdiğin derdi atma içine, halkı savun ama halka küfrederek elbette. Kontrollü öfke, jonglörce öfke. Öç almadan ama terör estirirce. İçinde bulunduğun yalnızlık demişsin. Sözgelimi “Drapetomania”da dışa görünümlü yoğun bir içe saldırı, “içesaplaşma” varken görüyoruz ve çözüyoruz ki bu saplaşmanın kökleri cemaatte, çevrede, süper bir ego biçimi olan devlette. Mümkün mü hayathiçleyen adamcıl yükünü devretmemesi senin ilişkilerine? Kendi acını, daha doğrusu bir kendisi varmış gibi kurulmuş karakterinin acısını, bunları es geçerek nasıl anlatacaksın? Kara da olsa mizaha sapmadan, vals yapmadan mümkün mü? 

©Nazlı Erdemirel

Öfkenin ardındaki politik ironi diyebilirim, yine, ısrarla. Bu cümle arızalığı, militan dağınıklık, kelime tercihleri sonuçta bir tüme erişiyor. Sürekli bir reddetme tümü. Tümün karşılığındaki kaygı, okurun inisiyatifinde. Budur, diyor, olan biten her şeye rağmen, benim şiirim buradadır ve budur. Üzerine gidelim, bunu fazlasıyla açalım.

Öfkesi olmayan şair olur mu? Şiir-sellik taşıyan her şey bir reddiyedir, şiir durmaksızın olağan olandan kaçırandır, donan bakışı yeniden eriten, giydirilmiş kulu yeniden soyan, yerden eden, bunu yapmaktan usanmayan, yakıtını çiğ kavrayışa tutkusundan alan. Bu öfke; en temelinde, yetişkin dünyasına var edilmiş - anlatılagelmiş - sunulmuş ve kapsamakta olan dünyaya doğan çocuğun hayretle açılmış gözleri ve çığlığının en yüksek desibeli. “Bunlarla ilgili hiçbir şey yapamazsın” cümlesi, evet, ermişçe (çünkü paylaşılamazdır hakikat). Ancak: “Hiçbir şey yapamamışlığından bir şey yap! Hiçbir şey yapılamayacağı için neredeyse bir şey yapılabilirdir” deyip kaybedeceği oyuna giren ve bu kaybedişe görkem katan kişi şair bence. Bir peygamber militanlığıyla terörist militanlığı arasında gidip geldiği söylenen, ancak sadece kaybedişinin görkemiyle oyuna gölge düşüren. Çift anlamda; şaibeleyerek şaibenin altını çizmesi ve gölge ederek kulları ateşten kurtarıp serinletme ihsanını göstermesi.

Bu öfke bir “yerinden edilmişler” öfkesi bence Kerim. Dil ve söz dayatılarak Dilsiz sözsüz bırakılmışlar. Çıplak anlatacağım. Kadını süslü görmeyi seviyoruz. Süslülüğü ona yakıştırmanın da ötesinde yapıştırmışız. Bir has olan ve bir yan olandan bahsediliyor her zaman. Has savunulur, oradan türetilir geri kalan; kadın erkekten başlayarak türetilir. Has olan saf olanla da denk görülür. Yani işte süslenmemiş, alaveresi dalaveresi olmayan, direkt, dosdoğru, adamakıllı, düzgün / sıfatlardan anlayın. Boyaya kaçmamış. Bu erkekçe. Geri kalan kadınca ve çocukça. Halbuki kültürün kendisi bizzat süs değil mi? Aslında dosdoğru olamayan, üretimle doğrudan bağı bulunmayan, kaosu kelimede boğmaya mecbur olan erkek. Söze ihtiyaç duymayan, doğuran ve kapsayan dişinin yarattığı olağanüstü korku, erili bütün devasa süsleriyle bir savaşa girip dişili toprağından kovmaya itmiş. Ve buradan hareketle bütün bir algıyı dönüştürmüş. Yeni bir has olandan, yeni bir süslü olan ve yan olandan bahsediyor, özentiliğinden zavallıca taklide kaçarak kadını yerinden edip Has’ın koltuğunda poz kesiyor. Ve göz göre göre yalan söylüyor! Benim vardığım tüm bu işte:

Kovulmuşuz! Topyekün kovulmuşuz.  Buna nasıl sinirlenmezsin? Şiir adına yeniliğin önünü tıkayan neredeyse bütün akımlar bunu üretmeye devam ediyor işte. Ses bir süs onlar için. Özgürlük tanınan noktalamalar bir süs. Bunlar çocukça, kadınca, saçma sapan uğraşlar: diyorlar. Esas olan, has olan değiller onlar için. Bu sebeple, yanal sayılmış bütün unsurları doğrudan sahneye çıkarmak, tek arzum. 

©Nazlı Erdemirel

Gündemin ansızın değişebildiği, daha da sıkıntılı hale gelebildiği/ geldiği yıllardan geçtik/ geçiyoruz. Her an her şey olabilir, hissiyatı var uzun zamandır. Tüm bu süreçte şiirlerin yazılma ve daha sonra kitap haline gelmesinden bahsedelim.

Bir duraklama. Ve sonra bir kelime ve yine bir duraklama. Uçağın hızından ve mekanikliğinden ve meydan okuyuşundaki sinirden boşuna korkmuyorum. Kablolarda dolaşan uçuk kaçık atomlarla şevklenen bin kat daha sinsi bir icat internet. Her yeri her yere getirerek mekandalığa meydan okuyayım derken halihazırda kendi yarattığı zaman algısını iyice trajikomik hale çekiyor ve siber-mekanda hapis kalıyor. İçinden çıktığım kesif daireyi görebilir olayım bari. Yok o da, ya da sakin bir oda. Herkesin en pozitif görünümlerini raporlamakla kurduğu bir sanal kimliğimiz; bir klonumuz ortaya çıktı. Biz bunun ortasına doğan bir kuşağız. Bahçede top oynuyorduk, sonra eve gelip fifa999 oynuyorduk. Sokakta cop da yiyiverdik, güvenli alanımızda klavyeden de dellendik. Arada yırtılan zamanlarımız nerededir?

Şiir için de çok riskli bir zamana doğduk, sabırsız hızın yanında bir de devasa ya da öyle olduğu söylenen şairler kuşağından sonra. Deneyci bir 2000ler bütünüydük. Ne yapmamız gerekiyordu? Bu soru bir çoğumuzu geç bıraktı yazınsal yaşamda. Tamamdır, yaklaştın, rahat ol diyebilmem, çevrenin boğucu ve işleve tapan seslerini susturabilmem ve keşiflerime güvenmem çok zaman aldı. Türkiye’den söz açtın, ama dünya da azgın; güncelliğinde kritik tarihsel kırılmaları barındıran katmanlı bir andayız bir yandan da. Laf etmeden duramazdım.


Parça parça yazıldı bu şiirler. Yazıldı silindi ve bir türlü tamam olmadı. Son 2 aydan önce ad da bulamadılar, hepsinin mecburi olarak numarası vardı. Sahnede ve o sıralar yayınladığımız deneyci dergimizde kuvvetini sınadığım biçimsel yenilikler kafamı kurcalarken öte taraftan politik gündemin ağırlığı ve hızı, daha ciddi meselelerin tansiyonuna göre de bir içerik konsepti arayışına ve söylem keşfine zorladı beni. Bu kötü zamanda biraz canhavlinde, izole olup sakin ve mantıklı kalmanın gerekliliğinde eminken, komünümle dayanışamıyor muyum şüphesinin acısıyla yazıldı. Ölecekmişim kadar güçlü bir varlığı kağıda akıtma itkisiyle çıktı. Çok sesli, bol uçlu, belki çok şey söyleyen, düşünerek kaybettiği gençlik için bir kez daha çok şey söyleyen, bir daha bu fırsatı bulur muyum diye açılın ben bir şey söyleyeceğim inadıyla tekrar bir şey söyleyen.. Ama bütün yıldırma ve küstürme ağına karşı iyi ki de böyle söyleyen ve en azından kendine ihanet etmeyen.

​Son olarak, kitabın dizgisiyle uğraştığımız esnada dünyanın en saçma “darbe”si oluyordu. Kitabın son sözü ve ardından gelen bilimkurgu yazısı tam o zamanda ortaya çıktı. Şiire veda diyebileceğin bir bulantıda yeni bir mevzi gibi mi? Ölürse tutkumuz ya da bedenimiz, tarif ettiğim bu kızıl gezegende buluşalım, gibi.

0
5694
4
Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage