16 EYLÜL, SALI, 2014

“Sinema ve Edebiyat”: Evde

“Sinema ve Edebiyat” dizimizde François Ozon’un Evde/ Dans - La Maison filmi ve Asuman Susam’ın o leziz kalemi… “Hayat Hikâyeler Olmadan Hiçbir Şeydir”.

“Sinema ve Edebiyat”: Evde

Hayat Hikâyeler Olmadan Hiçbir Şeydir

"Kim çalacak evimin kapısını?
Açık bir kapı, girilir
Kapalı bir kapı, korkulur
Kapımın öte yanında atar yaşamın kalbi."
Pierre Albert-Birot


Devletin ideolojik aygıtlarından eğitimin/okulların sistemin bekası için en önemlisi olduğunu düşünürüm. Ne de olsa kuşaklar orada evcilleştirilip, bireysel farklar aileden sonra orada hadım edilip topluma uygun uysal bireyler haline getirilirler. Cümlelerimin bu denli kesinlik taşıması, hayatımın önemli bir bölümünü öğretmen olarakokullarda deneyimlememden kaynaklanıyor olabilir. Bunu fark etmiş bir öğretmen olarak biricikliğini -kimi asilikle kimi silinip kendini görünmez kılarak- korumaya çalışan öğrencilere sistem onları yalayıp yutmasın diye kol kanat germe çabası öğretmenliğimin neredeyse temel ilkesi oldu. Belki bundan zaman zaman birlikte ıslah edilmesi gereken asiler listesinde yer aldık. O nedenle François Ozon’un Evde/ Dans - La Maison filminin açılış sahnesiyle karşılaşınca yerimde çakılıp kaldım. Büyük öteki için coğrafya hiçbir şeydir; sistem her yeri ve şeyi aynılaştırma, tektipleştirme emir komuta zinciriyle büyük biradere hizmettedir.

Okulun açılış günü… tipik bir ilk gün toplantısı, müdürün öğretmenlerine yaptığı beylik konuşma, eğitim sistemine dair radikal değişiklikler için seçilen bir pilot okul, sisteme daha uyumlu bireyler yetiştirmek, sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırmak vs. için geçilen tek tip kıyafet uygulaması, bunu beğeniyle karşılayan öğretmen çoğunluk ve onların arasında orta yaş üstü bir ayrık otu… Sonra yüzü görünmeyen bir liseli gencin okul hazırlığı…Gri kumaş pantolon, beyaz gömlek, kravat, okul armalı lacivert ceket… kısa planlarla yakın çekimlerle bunları görürüz. Yüzlere gerek yok, mesele zaten anonimleştirmek; anonim, yekpare, denetimi, yönlendirilmesi kolay bir orta sınıfı geliştirmek. Sonra geniş planda okul bahçesi: Gustav Flaubert Lisesi… zihnimin bir anlık sendelemesi… Pozitivizmin ve aydınlanmacılığın çelik yapısını kendi yüzyılında sağlamlaştıran mıhlarından birisi değil mi Flaubert? Ondan sonra yüzlerce birbirine benzeyen liseli gencin yüzü…

Hayatı tüm sahiciliği, yalınlığı ve netliğiyle yanı başımıza çağırmasıyla dahi merak oluşturmaya yetiyor bu açılış. Fransa’da ya da Türkiye’de olmanız hiç fark etmiyor, sahneler sizi sistemin kuşatılmışlığı içindeki aynılığa, bunun boğucu sıkıntısına fırlatıveriyor; yeknesaklığın bir adım sonra sizi boşluğa itiverecekmiş tedirginliğiyle sarmalamış olmasına ne iyi ki hâlâ alışamamışlardansanız tuhaf bir merakla, biraz irite olmuş, ee diyorsunuz, ee n’olmuş? Ne olacak? “Devamı var!”

Sonrasında ne olacak? Sonrasındaki her şey ev’le ilgili olacak. Ev yaraları içinde tutan kabuğuyla yavaş yavaş üstünüze kapanacak. Bakışınız evi görmek için bir delik arayacak. Arzu sizi kıskıvrak yakaladığında, ee sonra, peki ondan sonra; daha, daha da sonra iştahasıyla esir aldığında, yönetmen bir hikâye anlatıcısı gibi -devamı sonra- ertelemeleriyle, arzunuzun çözülüp gitmesine izin vermeden, gerilimin ve merakın ipini bir kukla oynatıcı ustalığıyla bir gerip bir gevşeterek elinde tutacak. Bu filmde ipleriniz büyük ölçüde yönetmenin ellerinde olacak. Ev yalanı -gerçeğiyle, yalnızlığı, yoldaşlığı, sıcaklığı soğukluğuyla; hem cömert hem tekinsiz röntgenciliğinize izin verecektir. Ozon’un bu filmi bakışı, görülmeyi dikkate alan bir filmdir

ama merkezine bunu değil yazının ve yaşamın hakikatini almıştır. Bu ikili karşıtlığın gerilimi üzerinde yürürken bakış, bakma arzusu sinematografik anlatının kaçınılmaz unsuru olarak yönetmenin anlatı formunu belirlemiştir. O nedenle hem filmde yer alan sinema salonu, izleyici, projeksiyon ve perde imgeleriyle hem de yazma eylemi üzerinden bakma, bakış ve gözetlemeye dair diyaloglarıyla film meraklısına sinemanın ve yazma eyleminin ontolojisine dair tartışma alanı da açar.

Açılışıyla filmine dair çok şey söyleyen az film vardır. Onlardan biri Evde. Hikâyesine dair kahramanlarını göstermek dışında hiçbir ipucu taşımaz, ama filmin eleştirel sözüne dair dikkat çekiciliği keskindir, zekicedir. Aynı zamanda filme dair art plan okumasını yapmamız için -temel argümanlarını bir imkân olarak izleyicisine sunar. Kuşatılmışlık, düzene uyum, düzenin ikiyüzlülüğü, denetimli toplum, orta sınıf, eğitim, birey… tüm bu kavramsallaştırmaların içinden hikâyenin yürüyeceği, “ee peki hayat?” sorusuna bu kavramlarla ilişkilenerek yanıtlar aranması gerektiği daha açılışta yönetmence bildirilir. Tüm bu kavramlar ortaya saçılıp tekrar, oyunun sonunda avuçta toplanılacak bilyelerdir. Filmin hangi yerinde olur bilinmez, her yer bunun için bir olanak olarak görülebilir, izleyici de oyuna dahil olmak heyecanıyla bilyelerini kucağından bir sıçrayışla etrafa saçacaktır. Hangi duygunun sıcaklığıyla ve hangi anda… Bu izleyicinin filmi ve hayatı alımlama farkına göre değişecektir.

Filme geri dönersek François Ozon’un, Juan Mayorga’nın oyunundan uyarladığı “Dans la maison” Evde, bir Fransızca öğretmeni ile başarılı hikâyeler yazan öğrencisinin iç içe geçmiş öykülerini konu alır. Annesi tarafından terk edilen, babası felçli, on altı yaşındaki genç Claude, arkadaşı Rapha’ya matematik çalıştırmak için sık sık evlerine gider. Bu gidiş gelişler sırasında ev halkına ilişkin yaşantıları bir yazı dizisi olarak kaleme alır ve bunları öğretmeni Germain ile paylaşarak bu tuhaf gözetleme oyununa onu ortak eder. Gözetlemenin uyandırdığı hazza yenik düşen ve bir sonraki yazıyı tutkuyla bekleyen Germain, bu suç ortaklığıyla Claude tarafından adeta ele geçirilmiştir. Claude bir süre sonra gözlemciliğin sınırlarını aşıp konuk olduğu evin yaşantısına dahil olmaya, olaylara müdahale etmeye başlar. San Sebastián International Film Festival’inde “Golden Seashell” ödülü alan bu film, Ozon’un belki de adından en çok söz ettiren filmi oldu. Sekiz Kadın gibi vasat bir tiyatro uyarlamasından sonra yine metinlerarası gezintisi bol bir film yapmış Ozon; ama bu kez başarılı da olmuş. Dıştan içe doğru halka halka ilerlersek bu başarıda her şeyden önce filmin tonu ve atmosferi etkili olmuştur diyebiliriz. Sinemadaki türler arası geçirgenliği kullanmaya hevesli olan yönetmen bu kez bu geçirgenliği sihirli ölçülerle tutturmuş. Dramla gerilim türünün iç içe geçmesinde gözetilen hassas denge filmin hem yakın hem mesafeli olmasını da sağlamış. Claude’un şeytani gülümseyişi, ironik bakışları, peki sonra ne olacak, sorusunun kapısını her bölümde aralamakta oldukça başarılı. Claude’u filmde Germian’in bir anlamda alter egosu olarak görülmesini de arzu etmiş gibi görünmekte yönetmen. Bunun ipuçlarını az da olsa serpiştirmiş filme. Örneğin filmin başlarında Germian karısına Claude’u tanıtır. Karısı ona “Sen de hep en arkada otururdun.” der, onunsa yanıtı: “En güzel yerdir bilirsin. Sen herkesi görürsün ama onlar seni görmez.” olur. Evet, film gözetlemeyle ilgilidir. İlerleyen bölümlerde Germian’ın başarısız bir yazar olduğunu da öğreniriz. Dolayısıyla görünmez olup herkesi gözetlemek filmde bir yazar tavrı olarak belirginleşir. Bu röntgencilik meselesi Hickok’un Arka Pencere’sine klişe de olsa bir atıfla final bölümünde de yer alır.

Film Claude’un gözetlemeleri ile ilgili yazdıklarıyla başar. Sonra Rapha ailesinin içine sızmayı başardığı andan itibaren yalnızca gözetleyen olmaz Claude, eve dahil, yaşananlara müdahil olmaya başlar. Öyle ki evdeki herkesle ilişkilenme biçimi o evde üstü örtülü bir sorunun, yalnızlığın, ilişkisizliğin örtüsünü de kaldırır. Ondan sonra filmin meselesi çokça yazının ve hayatın hakikati meselesine dönüşür. Germian’la ilişkinin kilit noktasını da bu oluşturur. Hatta Germian yazılara müptela olmaya başladıktan sonra filmin ana karakterlerinden biri olarak yolculuğu ve değişimi de başlar, dolayısıyla felaketi de…

Claude’un asıl düşüncesi yazı yoluyla da olsa saplantılı bir hale getirdiği bu orta sınıf evine, yaşantısına dahil olmaktır. Eve, hayatlara bu nedenle sızar. Kendi yaşamasızlığına karşı bir yaşam edinmeye çalışır. O bunu yaparken de yönetmen orta sınıfın zavallı ikiyüzlülüğünün kumaşını ilmek ilmek sökmeye başlar.

Germian Claude’a yazma önerileri verir, yazılarını eleştirirken yaklaşımına dair önerilerle onu biçimlendirmek de ister. Aslında bu karşılıklı diyaloglar ve metin alışverişleriyle Claude aracılığıyla yazar bakış açısı ve üslup çeşitlemeleriyle gerçeğin iletilme biçimlerini sunar izleyene. Claude’a karşı çıkar karakterlerini komikleştirip abarttığında, alaycılığından hoşlanmaz. Bu bir parodi mi, diye karşı çıkar edasına. Nasılsa öyle anlatılmalı gerçek, der. Sanki gizli kamerayla çekilmiş gibi, anahtar deliğinden gözetlenmiş gibi…İşte filmin arzu’yu uyandıran yanı hem Germian hem izleyici için budur. Fark ettirmeden seyretmek. Bakalım nasıl gelişecek, neler olacak, nasıl biçimlenecek…

Metafizik bir oyuna döner yazma işi bir süre sonra. Bir yerde Germian sorar: “ Neden şimdiki zamana geçtin?”. Claude’un yanıtı dikkat çekicidir: “Bu benim evde kalabilme yolum.” Hakikat gerçekliğin yazıya geçmesiyle ancak kalıcı hale gelebilir. Claude’un hayatına dönüşebilir. Onu ancak bu doyurabilir. O nedenle devam eder… Germian ise kendindeki yazma eksikliğini Claude ile kapatmaya, tamamlamaya çalışır. Genç bir liseli yazar adayının tanrısı gibi görür kendini. Ancak oyun içinde bağlanımları farklılaşıp derinleştikçe Claude’un neredeyse kuklasına dönüşür. Calude bunu uysallıkla, şeytani bir zekânın ışıltılı oyunuyla gerçekleştirmiştir. Oyuna pek çok yazarın ve edebiyat eserinin gölgesi vurmuştur ama Flaubert’in hayaleti esaslı biçimde dolaştırılır. Ona hayran olan Germian’ın atıfları, özellikle de yazar kimin için yazar sorusu üzerinden şekillenen tartışmalar yolu yazıyla kesişmiş herkes için filmin anlamlarını bambaşka açılardan kuvvetlendirecektir.

Bir ara çatışmadan söz ederler, arzular ve engellerden, kahramanın yolculuğundan… Joyce, Çehov, Dostoyevsky, Dickens… yola bıraktıkları çakılları Claude’un toplamasına yardım eder Germian. Karanlıkta ışıldayan çakılları işaret eder ona. Gördüğünü yazmak kadar bakışın mesafesine de odaklanır film. Claude’un yarattığı karakterlerle bazen

tutturamadığı bakış mesafesi, yönetmenin kahramanlarıyla koruduğu mesafe, dolayısıyla izleyicinin filmle mesafesi üzerinde konuşulmaya değerdir. Yönetmenin bakış mesafesindeki tutarlılığı filmin başarılarıdan biridir. Claude’unsa yazarkenki bocalamasıdır mesafe. Tutarsızlıklara, aşırılıklara götürür onu.

Germian ona bir yerde “okura nefes aldırmalısın.” der. “Okuyucu Şehrazat’taki sultan gibidir. Biraz canını sıkarsan kellen gider…” Heyecanlı bir söyleve girişir oğlanla. Konuşmanın sonunda alaycı bir alkış alır ondan: “Bravo maestro!”. Bu ikilide Sultan Germian’dır. Gücü elinde tuttuğunu sanırken Calude’un aslında tutsağı olan. Claude evde tehlikeli ilişkiler kurmaya başladığında Germian durmak ve durdurmak ister. Ama bunu başaramaz. Kendi felaketine dek sürer oyun.

Evde, yazmak üzerine bir filmdir. Ancak yönetmen filmlerinde mesele ettiği birçok konuya da dokunarak filmin anlam dokusunu sıkılaştırır. Claude-Rapha ilişkisindeki hem rakip gerilimi hem iki genç adamdan birinin diğerine duyduğu tutkulu dostluk -Rahpa Claude’u dudaklarından öper-, Calude’un Rapha’nın annesi Esther’e duyduğu aşk, filmin finaline doğru Germian’ın karısıyla aşk yaşadıklarına dair göndermeler, Claude ve Germian arasındaki güç ve baba-oğul ilişkisi, ego-alter ego çatışması gibi tali yollar izleyenin merakını ve arzusunu diri tutan yanlardır. Bütün mesele bir biçimde bu yoların hepsinin ana yolda birleşebilmesidir. Bunu film başarmış görünür.

Annesi evi çoktan terk etmiş, yatalak babasıyla yoksul ve zorlu bir hayat süren Claude’un her şeyi evde ve evle başlatması ve orada bitirmek istemesi anlamlıdır. Ev bir anlamda rahim gibidir, düşlemin ve varoluşun gizli, mahrem mekânıdır. Bachelard Uzam’ın Poetikası’nda der ki “Ev, düşlemi barındırır, düş kuranı korur; ev huzur içinde düş kurmamızı sağlar. İnsanca değerleri yalnızca düşünce ve deneyimler uygun bulmaz bize. İnsanı derinden damgalayan değerler düşleme aittir.” Ev dikey ve yatay düzlemleriyle hem şimdinin hem de geçmişin koordinatlarıyla kurar kendini. Yaşantının, geçmiş anıların birikimleriyle şimdiki zamana düşler biriktirir. Evi bir anlamda yuvaya dönüştüren de budur. O nedenle Claude’un yoksunluk duygusunu, yaşamasızlığını hem gidermek için hem de onlarla hesaplaşmak için seçtiği yer ev olmuştur. Kendi evinde biriktiremediği anıları, başkalarının evine sızarak toplamak ister. Yazı düşlemenin kapısını açar. Aslında görürüz ve biliriz ki yazının mekânı, düşlemenin mekânı Claude’un evine dönüşmüştür. Finalle anlarız ki Claude evlerden, evlere bakmaktan, içlerine sızmaktan vazgeçmeyecektir. Ev yatay ve dikey ekseniyle, göğe yükselen çatısı, arza ilerleyen mahzenleriyle güvenin tekinsizlikle biraradalığını da işaret eder. Bunu da yönetmen Claude’un yüzüyle somutlar. Meleksi yüz, alaycı gülümseme, şeytani bakışlar… Hepsi Ev’de…

0
8911
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle