28 MART, SALI, 2023

“Nâzım Hikmet’in Taklit Edilemez Bir Dili Olduğuna İnanıyorum”

Edebiyat tarihçisi, akademisyen, yazar Erkan Irmak ile Kayıp Destanın İzinde: Nâzım Hikmet, İdeoloji ve Yeniden Yazmak adlı kitabına, kitabın odağındaki Kuvâyi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları metinlerine dair çalışmalarını konuştuk.  

“Nâzım Hikmet’in Taklit Edilemez Bir Dili Olduğuna İnanıyorum”

Nâzım Hikmet, şiire getirdiği yepyeni form ve içerikle edebiyatımızın önemli şairlerindendir. Kendinden sonraki kuşakları derinden etkilemiştir. Üzerine en çok yazılan, konuşulan Nâzım Hikmet edebiyatımızın gelmiş geçmiş en büyük figürlerinden. Nâzım Hikmet'i edebiyat tarihi açısından değerlendiren, yapıtlarını inceleyen yayınlar, genel literatür içinde hâlâ çok az yer kaplıyor. Edebiyat tarihçisi, akademisyen, yazar Erkan Irmak, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Kayıp Destanın İzinde: Nâzım Hikmet, İdeoloji ve Yeniden Yazmak adlı kitabında, Nâzım Hikmet'in en önemli yapıtlarından Kuvâyi Milliye ve başyapıtı olarak kabul edilen Memleketimden İnsan Manzaraları'na odaklanıyor. Bu iki metnin yazılış süreci, dönemin tarihsel şartları bağlamında inceleniyor. Sabancı Üniversitesi'nde Eleştirel Okuma dersleri veren Erkan Irmak ile 2009 yılında Memet Fuat eleştiri / İnceleme Ödülüne değer görülen Kayıp Destanın İzinde: Nâzım Hikmet, İdeoloji ve Yeniden Yazmak adlı kitabı üstüne konuştuk.  

Edebiyat, siyaset, entelektüel dünya için Nâzım Hikmet önemli bir figür. Hakkında pek çok kitap yazılan Nâzım Hikmet'le siz nasıl tanıştınız? Sizin hikâyenizle başlayalım mı?

Benim tanışma hikâyem de edebiyata hevesli ortalama bir Türkiyeli okurdan çok başka değil aslında. Nâzım Hikmet’le ortaokul yıllarımda, biraz da solculuğa hevesli bir genç olarak hafta sonları gezindiğim kitapçılarda tanıştım. Harçlığımdan kısıp kütüphaneme koyduğum ilk kitaplar da onunkilerdi. Sonrasında tanışmamızdan karşılıklı hoşnut kalınca dostluğumuz ilerledi, bugünlere geldi.

Boğaziçi Üniversitesi'nde aldığınız edebiyat eğitimi sırasında hazırladığınız yüksek lisans teziniz “Kayıp Destan'ın İzinde - Nâzım Hikmet, İdeoloji ve Yeniden Yazmak” on bir yıl sonra Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Kitabın çıkış fikri nasıl oluştu ve yeniden okurken ne gibi değişimler gelişti?

Bir fikir olarak ortaya çıkışı sizin de belirttiğiniz yüksek lisans yıllarımda Erol Köroğlu’ndan aldığım bir derse dayanıyor. O ders için hazırladığım yazıda değinemediğim, ancak önemli olduğunu düşündüğüm pek çok nokta kalmıştı. Tez, bu eksiklikleri tamamlama arzusuyla şekillendi, sonrasında tez ve kitap ayrı ayrı ödüle layık görüldü. 11 yılın ardından yazdıklarımı yeniden okurken de en çok hissettiğim duygu şefkatti sanırım. Bir yanım 25 yaşında yazdığım bu tezi ve kitabı kucaklamak istiyordu – elbette tüm hataları ve sevapları için. Bir yanım da 40’ına yaklaşmış bir hoca dikkatiyle nasıl kusurlarından arındırabileceğini göstermeye çalışıyordu o genç yazara. Yaptığım değişiklikleri mümkün olduğunca kitabın ana tezlerine dokunmadan gerçekleştirmeye çalıştım. Nihayetinde bu kitap yayımlandı, okundu, alıntılandı... Bu hâliyle okurun denetimine sunuldu. Bu nedenle yeni baskıda argümanların içeriğiyle oynamadan, yıllar içinde edindiğim yeni fikirleri, karşıma çıkan yeni çalışmaları, öğrendiğim yeni bilgileri kullanarak metni güncellemeye gayret ettim. Yine de en çok bugün bana acemice gelen dille uğraştığımı söyleyebilirim sanırım.

Siyaset ve özel hayatı açısından ilgi gören Nâzım Hikmet'in yapıtlarını konu edinen çok az eleştiri, inceleme kitabı yayımlanıyor. Sizin kitabınız Kuvâyi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları’nın yazılışı, yazıldıkları dönem ve tür-kuram bağlamında metinleri ele alışınızla diğer kitaplardan ayrılıyor. Edebiyat tarihi ve tür bakımından daha az ele alınışını, bu alanda az yapıt verilmesini neye bağlıyorsunuz?

Kısa bir cevap vermem gerekirse, işaret ettiğiniz eksikliği bu tür çalışmaların tamamlanmasının zorluğuna ve okur tarafından da yeterince ilgi çekici bulunmamasına bağlıyorum. Biraz daha açarsam da fikrim şöyle: Nâzım Hikmet hakkında, elbette, dileyen herkes yorum yapabilir. Bu yorumlar şiirleri, yazdıkları hakkında olmak zorunda bile değil üstelik. Özel hayatı, ideolojisi, ülkeyi terk edişi vb. gibi ambalajı daha parlak konularda da isteyen herkes derdini dillendirebilir, nitekim böyle de oluyor. Şöyle bir etrafa baktığınızda kırk yıldır aynı lafları ederek gezen onlarca “Nâzımcı” bulabilirsiniz, dolayısıyla bunları dinlemeye teşne ve duyduklarından mutlu bir kitle de. Öte yandan doğrudan edebiyatı hakkında, araştırmaya dayalı, evrensel ve bilimsel bir yoruma ulaşmaya çalışıyorsanız buna emek vermeniz gerek. Bu emeğin bir de okur yönü var kuşkusuz. Yani okurun da yeni tezlere -bazen hoşuna gitmeyecek olanlara da- açık ve bunları anlamak için mesai harcamaya hazır olması ihtiyacından söz ediyorum. Bu şartlar sağlandıkça, ki bu yönde giderek artan bir eğilim olduğunu görmek memnuniyet verici, daha kapsamlı ve argümanı güçlü araştırmalar okuyabileceğimizi umuyorum.

Gelelim kitabın konusunu oluşturan metinlere, Kuvâyi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzaraları'na… Bu iki metin, yer yer birbirine değiyor, iç içe geçiyor. İlk olarak Kuvâyi Milliye ile başlayalım, bu metnin birden fazla versiyonu olduğunu nasıl fark ettiniz? Biraz yazılış süreci ve yazıldığı siyasal atmosfer hakkında bilgi verebilir misiniz?

Kuvâyi Milliye’nin farklı versiyonları olduğunu Cevdet Kudret’in 1968’de, kitabın ilk baskısının sonuna eklediği notları okuyunca fark ettim. Notlar her ne kadar yorumlamadan yalnızca değişen, çıkarılan kısımlardan söz etse de bu uyarı metinlere daha yakından bakmamı, karşılaştırmamı sağladı. Bu yüzden de Kudret’in edebiyat tarihine bu katkısını çok önemserim. Kuvâyi Milliye’nin yazılış ve yayımlanma süreçlerini kitabımda neredeyse 100 sayfa boyunca açıklamaya çalıştığımdan burada kısa bir özet yapmak bile çok zaman alacak. Bu yüzden hikâyesini merak edenlerden kitaba göz atmalarını isteyeyim. Ancak bu metnin ilk olarak (yalnızca 15 sayfadan oluşan çok kısa, hatta bir özet diyebileceğimiz hâli) 1938’de şair idamla yargılanırken yazıldığını, ikinci versiyonunun 28 yıla mahkûm edildikten sonra 1939-41 arasında hapiste kaleme alındığını, bugün okuduğumuz versiyonununsa 1950’de afla hapisten çıktıktan ve başka hiçbir eseri yayımlanmadığı için bir anlamda zorunlulukla oluşturulduğunu söylesem sanırım ne denli karmaşık bir yoldan bize ulaştığını sezdirmek için yeterli olur.

Bir tarihçi olarak, Nâzım Hikmet'in Nutuk'u okuyup okumadığını merak ediyorum. Nâzım'ın, Mustafa Kemal'e hastalığının ilerlediği dönemde yazdığı mektubun ulaşıp ulaşamadığı hakkında da kesin bir bilgi yok. Sizin bu konudaki fikriniz nedir?

Nâzım Hikmet’in Nutuk’u okuduğuyla ilgili bir tereddüt yok. Nitekim Kuvâyi Milliye’nin iki bölümünün başında doğrudan Nutuk’a sayfa numaralarıyla referans verildiğini hatırlamak bile bu soruyu yanıtlamış olur. Tabii Nutuk’u baştan sona mı okuduğunu yoksa ihtiyaç duyduğu kısımlara mı baktığını bilemeyiz. Ama zaten bu tür kitaplar da genellikle parçalar hâlinde, aralıklarla okunur. Ayrıca Nâzım Hikmet’in hapisteyken Nutuk’u Ali Fuat Cebesoy’dan istettiği de yine mektuplarından takip edilebilir. Bununla birlikte okudukları hakkında ne düşünmüştür, anlatılanlara kafası yatmış mıdır, bu sorular sonsuza dek yanıtsız kalacak.

​Atatürk’ün Nâzım Hikmet’in kendisine yazdığı mektubu okuyup okumadığıysa, haklısınız epeyce tartışmalı bir mesele; çünkü mektubun Dolmabahçe Sarayı envanterinde kayıtlı olduğunu, yani teslim alındığını bilsek de muhatabınca okunup okunmadığını “bilmek” mümkün değil. Öte yandan benim kişisel fikrim Atatürk’ün mektuptan ve içeriğinden haberdar olduğu, ancak “ordu”nun ve dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın işlerine karışmak istemediği için yanıtsız bıraktığı yönünde.

Bizim bugün okuduğumuz Kuvâyi Milliye ile diğer versiyonlar arasında ne gibi farklılıklar var? Yayımlatmaktan vazgeçtiğini söyleyebilir miyiz?

Kuvâyi Milliye’ler arasındaki farkları iki grupta yorumlamak gerek. Metnin ilk versiyonu, daha önce de belirttiğim gibi yalnızca 15 sayfadan ibaret olduğu için, kaçınılmaz olarak sonraki uzun hâllerinden epeyce farklı. Bu nedenle onu dışarıda bırakmak ve bir ön çalışma olarak değerlendirmek daha doğru olur. 1965’te Yön Yayınları’ndan Kurtuluş Savaşı Destanı adıyla çıkan 1939-41 versiyonuyla bugün okuduğumuz versiyon arasındaysa farklar genellikle dönemin siyasi koşullarıyla ilgili. Örneğin 1939-41 arasında yazılan metinde dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün adı geçerken ya da Halide Edip’in 1919’da kongreler sırasında Atatürk’e yazdığı mektupta (Nutuk’ta da yer alır) Amerikan mandasını savunan cümlelerinden yola çıkarak Nâzım Hikmet’in şiirleştirdiği kısımlar 1950’deki versiyonun dışında bırakılmış. Bu türden değişiklikleri dönemin koşulları ve Nâzım Hikmet’in Kuvâyi Milliye’yi yazarkenki niyetleriyle yorumlamak gerekir. Yine de iki metin arasındaki farkları daha ayrıntılı incelemek isteyenler Cevdet Kudret’in sözünü ettiğim notlarına ya da kitabımın ilgili kısımlarına bakabilirler.

​Öte yandan sorunuzun ikinci kısmındaki “vazgeçme” kısmı Memleketimden İnsan Manzaraları’yla ve onun yazılış süreciyle ilgili. Nâzım Hikmet 1941’den itibaren önce Meşhur Adamlar Ansiklopedisi adıyla (sonradan Manzaralar’a dönüşecek) bir kitap tasarlamaya başlıyor. Çalışması ilerledikçe ve hapisten çıkma umutları söndükçe de Kuvâyi Milliye’yi kimi değişikliklere uğratarak Manzaralar’ın içinde yeniden konumlandırmaya karar veriyor. Bu tarihlerden itibaren onun için ayrı bir Kuvâyi Milliye söz konusu değildir artık. Bu bakımdan “vazgeçmek” kısmı doğru. Ancak hapisten afla çıktıktan sonra, maddi imkânsızlıkların ve yayınevlerinin başka hiçbir eserini basmak istememesi nedeniyle, üzerindeki gizli sansürü aşmak için Kuvâyi Milliye’yi yeniden ayrı bir eser olarak elden geçirmek zorunda kalıyor. Bugün okuduğumuz kitap bize o günlerden hediyedir. Bu nedenle niyetlerden bağımsız olarak hem vazgeçtiğini hem de tersini söylemek mümkün.

Memleketimden İnsan Manzaraları için başyapıtıdır diyorsunuz haklı olarak. Sıradan insanların hikâyesine odaklandığı, 1923 ve 1941 arası dönemin siyasal atmosferini de yansıtan bir destan. Yazılış hikâyesi de en az metin kadar değerli olan Memleketimden İnsan Manzaraları'ndan bahseder misiniz? Nâzım bu kitabının yayımlanışını görebildi mi?

Başyapıtların nadir olmalarının nedeni hemen her zaman sadece içerikleriyle değil, aynı zamanda yazılış koşulları, hikâyeleriyle de benzersiz olmalarından gelir. Memleketimden İnsan Manzaraları’nda da aynı içerik özgünlüğüyle ve sıra dışı yayımlanma macerasıyla karşılaşırız. Nâzım Hikmet bu kitabı bir fikir olarak 1940’ların sonunda kurgulamaya başlıyor. 1941’den itibaren de 1947’ye dek (aralarda Piraye Hanım’a yazdığı şiirleri ve gelir elde etmek için yaptığı çevirileri dışarıda bırakırsak) neredeyse yalnızca bu metinle uğraşıyor. Bana kalırsa kendisi de dünyanın en benzersiz, kaotik, korkunç kırılma anlarından biri olan II. Dünya Savaşı yıllarında ve bu savaşın karanlığının çöktüğü bir ülkeyi anlatırken yazdıklarının öneminin fazlasıyla farkında. Fakat bu tür büyük hacimli ve büyük iddialı eserler ne kadar heyecanla kaleme alınmaya başlansa da tamamlanması aynı hızla gerçekleşmez. Manzaralar da Nâzım Hikmet’i bir noktadan sonra yormaya başlıyor ve bana kalırsa metin -tam da bekleneceği gibi- gerçek anlamda “bitmeden” tamamlanmış oluyor.

​Günün koşullarını düşünürseniz hapisteki şairin yazdıklarını ancak mektuplarla karısı Piraye’ye gönderdiğini ve elinde çok az kopyasının bulunduğunu tahmin edersiniz. Nitekim Sovyetler’e kaçtığı zaman da yıllar boyu yazmış olduğu bu eseri yanına alamıyor. Seneler içinde yurt dışında buluştuğu arkadaşları küçük parçalar hâlinde metni ona ulaştırıyorlarsa da bugün bizim okuduğumuz Manzaralar’ın yayımlandığını Nâzım Hikmet sağken göremez. 1961 yılında önce Sovyetler’de Manzaralar’ın ilk üç kitabı yayımlanır. Aynı yıllarda Fransızca ve İtalyanca olarak da metnin küçük bir bölümü kitaplaştırılır. Ancak Manzaralar’ın tamamlanması Memet Fuat’ın 1967-8 yılları arasında De Yayınevi’nde beş ayrı kitap olarak yayımlamasıyla gerçekleşir. Dolayısıyla Nâzım Hikmet’in 1963’te aramızdan ayrıldığı hatırlanırsa, sorunuzun cevabı hem “evet” hem “hayır” olarak verilebilir. Bu da başlı başına üzücü bir hikâyedir.

Nâzım'ın bu iki metnine Mikhail Bakhtin'in kuramıyla yaklaşıyorsunuz. Nâzım'ın bu iki yapıtı nasıl örtüşüyor epik türle?

Mikhail Bakhtin yazdıklarıyla ve bakış açısıyla beni en çok etkileyen kuramcılardan biri. Özellikle Kuvâyi Milliye ve bu metnin türü üzerine düşünürken Bakhtin’in epik ve roman söylemleri arasındaki farklar hakkında yazdıklarından çok yararlandım. Burada ayrıntısına girmek çok zor olsa da Kuvâyi Milliye’nin edebi, tarihi ve siyasi işlevini anlamak için onun bir epik metin olduğunu ve bu türsel konumlanışının hiç de tesadüfi sayılamayacağını akılda tutmak gerektiğini söylemekle yetineyim.

Memleketimden İnsan Manzaraları’nınsa daha önce de bahsettiğim gibi, edebiyat tarihinde epeyce nadir karşılaştığımız bir türün üyesi olduğunu düşünüyorum. Bu fikrimi desteklemek için de bu kez bir başka kıymetli kuramcıdan, Franco Moretti’den ve onun “modern epik” kavramsallaştırmasından yararlandım.

Erkan Irmak

Sabancı Üniversitesi'nde Eleştirel Okuma Dersleri veriyorsunuz. Bu çalışmalarınızı kitaplaştırmayı düşünüyor musunuz?

Sabancı Üniversitesi’nde verdiğimiz dersler daha çok sınıf içi dinamikleriyle şekillenen ve anlık olarak değişebilen içerikte olduğundan kitaplaştırmaya çok uygun değil bana kalırsa. Ama elbette, derslerde tartıştığımız metinler ve yaptığımız yorumlar pek çok yerde yazdıklarımda bana yardımcı oluyor.

Eski Köye Yeni Roman kitabınızda 1950 ila 1980 arası köy romanına odaklandınız. Yeni projelerinizden bahseder misiniz?

Edebiyat eleştirisi açısından soruyorsanız kitaptan ziyade birkaç yıldır makaleler üzerinde çalışarak ilerliyorum. Son birkaç ayda Sait Faik ve Dostoyevski üzerine birer yazım yayımlandı. 2023’ün ilk yarısı içerisinde de yine sanıyorum üç yazım yurt içi ve yurt dışındaki dergilerde/kitap derlemelerinde yer alacak. Makaleler şimdilik araştırmacı açlığımı doyuruyor, ancak bir makalenin hacmini aşacak ve beni de heyecanlandıracak daha büyük bir konu ilgimi çekerse tabii çalışmalar bir kitaba doğru da ilerleyebilir.

​Bunun dışında yine 2023 bitmeden Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı üzerine yazılardan oluşan bir derlemeyi ve bir Osmanlıca çevirisini kitaplaştırabileceğim sanıyorum. Kalan zamanımda da becerebildiğim ölçüde kendi kurmaca denemelerimle uğraşmaya çalışacağım. Umarım bu yıl içinde onların da somutlaşmaya başladığını görürüm.

2020 Haziran ayında, yurt dışından şairlerin, kendi dillerinde okudukları Nâzım şiirlerinden oluşan yarım saatlik bir video ile bu büyük şairi anmıştık. Japonya'dan Macaristan'a, Arap coğrafyasından Finlandiya'ya Nâzım Hikmet'in hâlâ bu kadar sevilmesini, üzerine yıllardır çalışan edebiyat tarihçisi olarak nasıl yorumluyorsunuz?

Nâzım Hikmet’in taklit edilemez, ancak bir kez okuduktan sonra da unutulamaz bir dili olduğuna inanıyorum. Ne mutlu ki bizim bütün bunları yazıldıkları dilden okumak gibi bir şansımız da var. Ama sevilmesinin nedeni sadece bu özgün dil değil. Onun metinlerinin temelinde bulunan iki başat mesele, yani aşk ve kavga bugün de hepimizin ortak paydası olmayı sürdürüyor. Bu değişmedikçe bütün dünyadan okurların Nâzım Hikmet’te kendilerinden bir şeyler bulmayı sürdüreceklerini düşünüyorum.

0
3875
1
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage