Akademisyen, çevirmen, yazar Ali Volkan Erdemir ile Japon edebiyatı, çeviri ve ilk romanı Dağın Rüyası üzerine konuştuk.
Ali Volkan Erdemir, Öğretim üyesi, yazar ve çevirmen. Kültürel Çalışmalar alanındaki yüksek lisans ve doktorasını Kyoto Üniversitesi’nde tamamladı. Japonya’da Türk İmgesinin Oluşumu (2014), Yerleşik Yabancı Pierre Loti (2018) adlı inceleme kitapları ile Maruko’nun Yolculuğu (2019) adlı çocuk kitabının yazarıdır. Kenzaburo Oe, Yukio Mishima ve Haruki Murakami’nin birçok eserini çevirdi. En Sevilen Japon Masalları (2022) seçkisini hazırladı. Edebiyat dergilerinde özgün haikuları ile Matsuo Basho ve Taneda Santoka’dan yaptığı çeviriler yayımlanmıştır. 2020 yılı Japonya Dışişleri Bakanı Ödülü’nün sahibidir.
Edebiyatın pek çok türünde eser veren akademisyen ve çevirmen olarak dile merakınız nasıl başladı?
Dil ve edebiyata ayrı bir ilgi duyduğumun ayrımına fen lisesinin ikinci yılında vardım. O zamana kadar okuduğum Stephen King, Dean R. Koontz, Peter Straub gibi gerilim türü yazarlarından farklı olarak Ingvar Ambjörnsen’ın Beyaz Zenciler ve Saint-Exupéry’nin Gece Uçuşu ve Arthur Rimbaud’nın Sayıklamalar’ı beni çok etkiledi. Edgar Alan Poe, Henry David Thoreau, Emily Dickinson, Yukio Mishima da lisede yaz tatillerinde tanıştığım, severek okuduğum yazarlar oldu. Asıl ilgimin edebiyat ve dolayısıyla yabancı dil olduğunu o yıllarda anladım.
Japonya'da Kyoto Üniversitesi Japon Dili ve Edebiyatı alanında çok önemli bir kurum, buradaki çalışmalarınızdan söz edebilir misiniz?
Kyoto Üniversitesi’ne Japon Milli Eğitim Bakanlığı araştırma bursuyla gittim, sonra yüksek lisans ve doktoramı orada tamamladım. Dediğiniz gibi bu üniversitenin Japon edebiyatında önemli bir yeri vardır ancak benim gittiğim yer Fransız Dili ve Edebiyatı kürsüsüydü. Yüksek lisans tezimde Fransız yazar Pierre Loti’nin Aziyade ve Madam Krizantem adlı romanlarında 19. yy’da Asya’nın iki ayrı ucundaki Japonya ve Osmanlı-Türk toplumunu, özellikle de kadınlarını nasıl ele aldığı konusu üzerine karşılaştırmalı bir çalışma yaptım. Bu yıllarda, ödüllü bir çevirmen de olan danışmanım Prof. Dr. Naoki Inagaki’nin çeviri derslerinde Küçük Prens üzerine çalıştık. Fransızcamın yetmediği yerde İngilizce metne bakarak, Japoncaya çevirisini yapıp hocanın çevirisiyle karşılaştırdığımız uygulamalı bir dersti.
Japoncadan dilimize çeviriler yapıyorsunuz. Çeviriye yaklaşımınız nedir?
Japonya’daki öğrenciliğim sırasında Kyoto’da bir çeviri bürosunda part-time çeviri işleri yapmışlığım var ama edebiyat çevirisine yedi yıl önce başladım. Çeviri tercihlerim akademik odaklarımdan doğmakla birlikte kişisel olarak benim için bir terapi. Dünyanın ve ülkemizin sorunları karşısında pasif bir direniş.
Kenzaburo Oe, Yukio Mishima ve Haruki Murakami’nin çevirilerine odaklanmanızın nedenini öğrenebilir miyiz?
1950’lerden 1970’lere kadar dünya Japonya’yı Mishima’nın eserlerinden tanıyor. Geleneksel Japon ögelerini, milliyetçiliği öne çıkarmasının yanı sıra Asya kültüründeki erkek egemenliğini, kadınların toplumda ikinci sınıf muamele görüşüne tanık oluyoruz onun yazdıklarında. 1968 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Yasunari Kawabata da yine Japonya’yı, Batılıların ilgi duyduğu Japon estetiğini ön plana çıkararak aktarırken, kadına yaklaşımı daha zarif bir hâl alıyor. Sonraki yıllarda, Fransız edebiyatından etkilenen çağdaş yazar Oe geliyor; evrensel, vicdanı ön plana çıkaran, dini ve zihinsel dogmalardan uzak bir yazar. Doğuştan zihinsel engelli oğlunun toplum içindeki durumunu ve II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Japonya’nın kendiyle hesaplaşmasını okuyoruz onun roman ve öykülerinde; 1994 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanıyor. Ve Murakami; son yıllardaki eserlerinde siyasi konulara biraz dokunmakla birlikte çoğunlukla bireyi ele alan, kendi içine dönük, kendiyle mutlu olabilen karakterlerin ön plana çıktığı, klasik ve modern Japon edebiyatının yanı sıra Amerikan edebiyatından etkilenmiş, caz müziği aşığı, sandviç yapmayı seven bir yazarın, Murakami’nin eserlerini okuyoruz. Bu üç yazarın, üç farklı Japonya’yı resmetmesini sevdiğim için odağımdalar; üçünün de kendilerince diyeceği var, göstermek istedikleri var. Bu da bana bir ülkeyi, bir toplumun insanlarını tek tipleştirmeye çalışmanın ne kadar us dışı bir dayatma olduğunu gösteriyor.
Çevirileriniz, özenli, titiz, akıcı bir üsluba sahip. Japonca çeviride alfabedeki farklılık dışında ne gibi zorluklar yaşıyorsunuz?
Dolaylı ifadeler, bazı sözcüklerin art arda defalarca kullanılması ve bazı kültür ögelerinin aktarımında zorluk yaşadığım oluyor. Birlikte çalıştığım editör arkadaşlarımın bilgi ve becerisiyle bunları aşıyoruz.
Kurgu çevirilerinizin, akademik alana yansımasını nasıl değerlendirebiliriz?
Edebiyat eserleri, bir toplumu, ülkeyi pek çok açıdan gösteren ürünler. Edebiyat sosyolojisi yöntemi kullanarak söz konusu toplumu, kültürünü ve insanını dönemler bazında daha yakından tanıma fırsatı bulabiliriz.
İki ülke arasındaki kültürel katkılarınızdan ötürü 2020 Japonya Dışişleri Bakanlığı Ödülü’ne değer görüldünüz. Japonya'da Türk İmgesinin Oluşumu adlı akademik bir çalışmanızdan yola çıkarak, Japonya'da edebiyatımıza olan ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye ve Japonya arasındaki bilgi alışverişi, çok uzun yıllara dayanmıyor aslında. Bunda, Japonya’nın uzun süren kapalılık döneminin etkisi de var tabii. Japonlar 18. yüzyıl itibariyle Hollandalılar aracılığıyla Osmanlı’yı tanımaya çalışıyor, dolaylı yoldan. Osmanlı’nın son dönemindeyse özellikle Rus-Japon Harbi’nin (1904-5) ardından Japonya’ya büyük bir ilgi baş gösteriyor. Ne var ki karşılıklı büyükelçilik açılması ancak 1925 yılında gerçekleşiyor. Buna rağmen Japonya’da iki üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı kürsüsü var. Edebiyatta eski, modern ve çağdaş dönem eserlerini iyi takip ediyorlar. Nasreddin Hoca’dan Ömer Seyfettin’e, Orhan Pamuk’tan Elif Şafak’a, Selahattin Demirtaş’a kadar geniş bir yelpazedeki yazarların eserleri Japoncaya, Japon çevirmenler tarafından çevrildi, çevriliyor.
Murakami, bir Rönesans sanatçısı gibi çok yönlü bir yazar. Yaklaşık 40 yıldır öyküleriyle, romanlarıyla, söyleşileriyle küresel ölçekte bir yazar olmasını nasıl açıklarsınız?
Murakami, yaşamın hakkını veren bir insan. Yazarak, okuyarak, müzik dinleyerek, Seiji Ozawa, Hayao Kawai gibi alanının ön gelenleriyle söyleşi yaparak, maraton koşarak, basit yemek yapmaktan zevk alarak, seyahat ederek, bu hayata gelmiş olmanın hakkını veriyor. Bir ülkenin sınırları ve tek bir ülkenin kültürü içine sıkışmadan, ama kendi ülkesini ve kültürünü de unutmadan yaşıyor. Bu da eserlerine yansıyor. Evrenselliği yakaladığı için, bazı nüansları göz ardı edersek, onun eserlerindeki mekânı Tokyo yerine İzmir, Amsterdam yapın, karakterleri Sumire yerine Zeynep, Jolien diye adlandırın, içerik pek değişmiyor.
Siz aynı zamanda üniversitede Japon sineması üzerine de dersler veriyorsunuz. Murakami’nin de bazı öyküleri sinemaya uyarlanıyor. Edebiyat ve sinema arasındaki bu büyüleyici bağ hakkında siz neler söylemek istersiniz?
Roman ya da öykülerin sinemaya uyarlanmış hâlleri genelde hayal kırıklığı yaratmaz mı? Bir şeyler ya eksik kalır ya da yavan. Ancak Murakami’nin sinemaya uyarlanan öykülerinin içinde son dönemde aklımızda yer eden Burning ve Drive My Car’a baktığımızda, öncelikle detayların (tabii festivalde izleme fırsatı bulduysanız çünkü TRT kendine özgü şekilde sansür uyguluyor) daha belirleyici olduğunu görüyoruz. Ve her şeye illaki bir son bekleme alışkanlığımızı sevindirecek şekilde, bu iki filmde de öykülerdeki muğlaklığın aksine net bir son var.
Ve ilk romanınız... Dağın Rüyası mayıs ayında okurla buluştu. Yaşadığınız şehirdeki Erciyes Dağı, düşünsel anlamda romana nasıl ilham verdi?
Yaklaşık on beş yıldır Erciyes Dağı’yla bakışıyoruz. Bana sabrı, görgüyü, korumacılığı, güven duygusunu ve istikrarı çağrıştırır. Sanırım bu şekilde etkilendim ve Dağ bana romanını yazdırdı.
Kyoto'dan Erciyes'e uzanan bir yol, yolculuk, arayış romanı diyebileceğimiz Dağın Rüyası ne kadar otobiyografik?
Romandaki kimi kısımlar için taziye mesajı aldığım, ne kadar zor bir yaşamım olduğu gibi yorumlar oldu. Oysaki roman denen özünde bir kurmaca, uydurmaca değil midir? Nedense kimse romanın sonunu dikkate almadı, ona göre şu an bu satırları Erciyes’e bakarak değil, deniz kokusunu içime çekerek yazmam gerekirdi çünkü.
Metne sirayet eden müzik, neredeyse ana karakter formunda. Romanın müziği hakkında ne söylemek istersiniz?
Yıllardır çalışırken, yürürken hatta uyurken dinlediğim şarkılar kendine yer buldu bu romanda. Duruma, atmosfere göre kendileri sahneye çıktı. Bu arada Doğan Kitap’ın Spotify hesabında romandaki şarkıların bir listesi yer alıyor.
Çağın trajedisi yalnızlık ve iletişimsizlik, anlatının temelini de oluşturuyor. Çevirideki akıcı, yalın üslubunuz romana yansımış. Yaşanan bunca kaosta sade bir yaşam mümkün mü?
Marifet kaos içinde dingin bir zihni koruyabilmek, bunca kalabalık içinde sade kalabilmekte değil mi? Üstelik günümüzde herkes her yerde olmak istiyor, her şeyi deneyimleme telaşında. Şu da eksik kalıversin dedikleri bir şey yok. Ve tüm bunları da sosyal medyada sergileyerek beğeni alma çabasındalar. Bu da başka tür bir kaos bence. İşte böylesi bir ortamda, roman yazmak üzere kendi içine dönüp evine kapanmak, sade yaşama açılan kapılardan biri bence. Önceden bunu roman ve şiir okuyarak yapardım.
Zambra, Okumamak kitabında, bir kitabı tekrar tekrar okumak, ilk okumaktır dediği türden sizin ilk kez okuduğunuz kitaplar neler?
Albert Camus, Veba (çev. Nedret Tanyolaç Öztokat, Can Y.); Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı (İletişim Y., 2002); Yakup Kadri, Hep O Şarkı; Sabahattin Ali’nin öyküleri; Metin Altıok, Cevat Çapan ve Murathan Mungan’ın şiirleri; Taneda Santoka’nun haikuları.