27 ŞUBAT, CUMA, 2015

Kürşat Başar ile Söyleşi -II-

Art!Space’te düzenlediğimiz Artful Living Edebiyat Söyleşilerimizin ilk konuğu Kürşat Başar’dı. Başar ile Haydar Ergülen söyleşti…

Kürşat Başar ile Söyleşi -II-

Biraz da Yaz kitabından konuşalım, son romanından. Adı gibi sıcak bir duygusu var romanın da. Bir içdökümü gibi de, bir otobiyografi gibi de. Çok soru var. Bir yandan da onları yanıt gibi yazmışsın ama onlar sorular aslında.Hayata, insanlara, ilişkilere, çocukluğa, aşka dair bitmeyen bir sorgulama var, hesaplaşma var, yüzleşme var var. 11 yıl sonra böyle bir roman yazma ihtiyacını, tam da senin için yazmak ihtiyaç anlattığın kadarıyla, o ihtiyacı 11 yıl sonra nasıl hissettin ve böyle bir kitap çıktı ortaya diye sormak istedim.

Aslında demin örneğini verdiğim yazarları biraz da şu yüzden anlıyorum. Bilmiyorum, hepiniz başka işler yapıyorsunuz. Ve tabii ki işin ilerlemesi için bazı öncülerin olması gerek. Tabii ki işin mutlaka ticari bir yönü vardır, herkesin yaptığı daha sıradan işler vardır ama ister bugün modadan bahsedelim, ister mimariden bahsedelim. Öncüler olması gerekir ve onların biraz daha farklı bir kulvarda yürümesi gerekir. Herkesin istediği değil de kendi istediğini yapan birtakım manyaklar diyeyim, alınmazlar bence değil mi?

Evet, niye alınsınlar?

Çünkü dostlarımızdır hepsi. Ben onlara büyük uçurtmalar diyorum. Büyük yazarlara, sanatçılara. Böyle uçurtmalara ihtiyacımız var. Ki o coşkuyu, o heyecanı biz de hissedebilelim. Çok satıyor olması, çok seviliyor olması da önemli değil. Onların yazdığı bir cümle zaman içerisinde belki bugün bir dizi filmde izlediğimiz bir şeye dönüşüyor. Shakespeare’in Romeo ve Juliette’ini bugün İngiltere’de de birçok çocuk bilmiyor, okumamış, okumuyor. Okuyamazlar da zaten o İngilizceyi. Ama sonuçta bir şekilde, 2000’li yıllarda bile birçok film Romeo ve Juliette’nin bir versiyonu. Ve onu bir şekilde taşıyor o geleneği bize. Basitleştirerek, kolaylaştırarak, daha herkesin anlayabileceği şekilde. Çadır kumpanyası da oluyor, çizgi film de oluyor, bir Aslan Kral oluyor mesela Hamlet gibi. Bütün bunlar bir şekilde gelecek nesillere aktarılıyor. Eğer Türk edebiyatını örnek alacaksak onun ilerlemesini istersek bu tür absürd yazarlara ihtiyacımız var bizim de diye düşünürüm bazen. Demin saydığım birkaç örneğin dışında da tabii ki var. Ve şairlere ihtiyacımız var. İyi ki de varlar. Mesela Ece Ayhan, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar. Bunların hepsi…  Ercüment Behzat Lav hatta. Onlar bizi aslında bir yerden bir yere taşıdılar. Bugün belki şarkı sözleri olarak dinlediğimiz birtakım şarkılarda da onların seslerini duyuyoruz. Hep bu örneği düşünerek hareket ettim. Yani bir anlamda, çok uzattım soruya geleyim, bu 11 yıl içerisinde Başucumda Müzik çok sevilen bir kitap oldu, çok beğenilen bir kitap oldu. Ona benzer üç-dört kitap daha yazabilirdim en aşağı. Keyifli de olurdu belki. Ama bir dahakine başka bir şey yapmak istiyordum. Çünkü onu bir neoklasik roman olarak yazmıştım. 1950’lerin, şu anda kaybettiğimiz, yarım yüzyıl öncesinde kalan bir naifliği, saflığı vardı duyguların. Onu anlatmak istemiştim. Orada anlatmak istediğim ille de bir Demokrat Parti dönemi falan değildi. Zaten orada bir duygu anlatıyorum aslında. O sadece bir fon olarak yer aldı. O naifliği aslında orada anlatmak istemiştim. Şimdi bu sefer başka bir şey yapmak istedim. Yeni bir roman yazmak. Bana göre bu yeni bir roman… Çünkü, bilmiyorum okuyanlar var mı? 60,70, 80. sayfalara kadar bayağı sıkıcı gidiyor. Bence çok saçma bir kurgu, ama öyle yaptım.

İlginç!

Sıkıcı. Şu anlamda söylüyorum bunu alıştığımız bir roman akışında gitmiyor. Duygulardan, içsel hesaplardan bir bilinç akışından giden bir şey. Sonra birtakım olaylar oluyor. Fakat sonra o olayları da bizim gene alıştığımız bir senaryo içerisinde, sizi merakta bırakayım, şurada şunu yapayım gibi bir kurguyla yine gitmiyor. Bu sefer çok hızlanıyor. Bütün bunlar aslında teknik bir şey gibi görünüyor ama bütün bunlar aslında yeni roman denemesi. Benim adıma, benim açımdan, kendi roman serüvenim açısından öyle. Öyle olması için çok uğraştım. Bu kadar zaman uğraşmamın sebebi de bu. Bu, dört beş sene uğraştığım bir kitaptır aslında. 

Boşa geçmedi yani 11 sene?

Tabii ki beğenenler oluyor, beğenmeyenler oluyor o ayrı konu. Ama ben en azından bunu  böyle güzel olduğunu düşündüğüm için böyle yazdım.

Bu kitapla ilgili senin söylediğine benzer şeyler düşünmüştüm okuduktan sonra. Deneysel bir kitap diye düşündüm, senin bu sözlerin bir yandan onun doğrulanması. Klasik bir kitap bir taraftan anlatımıyla. Ama modern de bir kitap. Böyle birkaç şeyi kendisinde toplayan ve popüler de olabilen bir kitap aynı zamanda. Hem deneysel, hem klasik, hem modern ve bütün bunların yanında popüler aynı zamanda da çok okunan bir kitap. Hani kitapta bir sırdan bahsediyorsun ya, senin de bir sırrın olmalı. Çünkü senin ilk kitabında da hatırlıyorum arkada listelerin vardı değil mi? Şarkılar, şiirler, oyunlar, semtler… Öyle listeler vermiştin. Sonraki kitaplarında da dil oyunları, denemeler var hemen tüm kitaplarında. Bir taraftan da deneysel bir yazarsın. Bu kitabın içinde de biraz postmodern bir kurgu gibi yazar kitapla ilgili yargılarını da söylüyor. Zaten söylüyorsun. Yani alıştığımız bir düzeni yok diye yazıyorsun bir yerde. Sonra başka bir yerde bu garip kitap nasıl gidecek diye yazıyorsun. 

Saçma yani…

Sürekli olarak kitapla ilgili eleştirilerini kendin yapıyorsun. İlk kitabın çıkalı 25 sene mi oldu? 88. 26 sene. Yani 30 seneye yakın.

Bunu söylemeyecektin diye anlaşmıştık ama. 

Hangisini? Yazıyor ama.

25 sene. Satış meselesine gelince bir hikâye anlatayım.

Şu yüzden söylüyorum, ondan sonra da kitapların değişik hedef kitleler tarafından, gençler tarafından, kadınlar tarafından, öğrenciler tarafından, okur-yazar olanlar tarafından okunuyor. Ve bir anda yeni bir kitle de yaratmış oluyorsun. Tabii bu aynı zamanda iyi romancıların bir başarısıdır da. Bütün edebiyatın da yararına bir şey. Yeni okurlar kazandırmak. Çünkü görev sadece kendi kitaplarımızı okutmak değil, şiirde de öyküde de başka okurlar kazandırmak diye düşünüyorum. Pardon bir hikâye anlatacaktın. 

Hikâye şu, ilk kitabımla ilgili; Kış İkindisinin Evinde. Kitap yayınevinden çıkmış. 

Afa, Atıl Ant'ın yayınevi değil mi? Nerede o?

Atıl sanırım Marmaris’te yaşıyor. O zamanın büyük bir yayınevi. Fakat önce sırf yabancı edebiyat basıyordu. Herman Hesse’ler. Daha çok Alman ağırlıklı çeviriler basıyordu. Bir gün Türk yazarlar da basmaya karar veriyor. Fakat Atıl biraz enteresan bir karakterdi. Diyor ki bıktım ben bu aynı yazarlardan, bunları istemiyorum, bana yeni yazar bulacaksanız basacağım, diyor. O mu olur, bu mu olur falan bir şeyler konuşulurken benim o zaman bir dostum, - Allah rahmet eylesin- çok istiyordu benim hikâyelerimin basılmasını. Ben de sürekli ona diyorum ki, bırak İbrahim kim okur bunları. Bunlar benim saçmalarım. Kendi kendime yazıyorum filan.

Hiç yayımlamamış mıydın?

Daha yayımlanmamıştı o zaman. Sonra takma isimle yayımladık. Sonra ama. Alıyor götürüyor ona, arkadaşı çünkü. Ona diyor ki, böyle bir yazar var, basar mısın? Ama beni kimse tanımıyor tabii o zaman. 23-24 yaşımdayım. O da okuyor, enteresan buluyor. Diyor ki biz bunu basalım, ilk Türkçe kitap bu olsun. 

İlk kitap o muydu?

İlk kitap oydu. Sonra neyse basılacak, artık oluyor bu iş diye bakıyorum. Gittik, konuşuyoruz. Böyle bir alışkanlığım da yok. Nasıl konuşulur, ne yapılır? ‘’Ne kadar satar sizce bu kitap?’’ dedi. Dedim herhalde 400-500 tane satar. 400-500 mü, ee batarız o zaman, dedi. 

Basmayayım demiştir.

Valla dedim o kadar bile çok, yani benim arkadaşlar alır, aile de büyük. O kadar satarız, ancak o kadar olur. Peki filan dedik. Kalktık, gittik. Hatta İbrahim bana kızdı. ‘’Böyle konuşulur mu yayıncıyla kardeşim, manyak mısın sen?’’ dedi. ‘’500 satar falan.’’ Dedim, satmaz ama yani yalan mı söyleyeyim adama? Kim alır bunu ya dedim. Sonra çok ilginç bir şey oldu, gerçekten beklenmedik bir şey oldu. O kitap, aslında okunması da zor bir kitaptır yani.

Evet.

Öyle yani bana göre.

Bana göre de. 

Açıkça itiraf edeyim.

Çok iyi bir kitap, o yüzden zor bir kitap.

Estağfurullah. Karışık bir kurgusu var, çok alışıldık bir şey değil. O zamana göre çok satıldı, çok ilgi çekti. Galiba şöyle bir şey vardı, o sırada çok genç yazar yoktu galiba öyle çıkan. Hep böyle bilindik yazarların bir tahakkümü vardı gençlerin üzerinde. Ondan sıkılmıştı insanlar anladığım kadarıyla. Böyle bir şey hoşlarına gitti galiba, değişik bir şey gelmesi falan. Ve o kitap böyle bir şey oluşturdu. Ben her zaman yazdığım her kitapta şu şüphe içerisindeyimdir; bunu gerçekten okuyacaklar mı, beğenecekler mi diye düşünürüm. Bu kitabı yazarken de düşündüm açıkçası. Aslında 11 yıl sonra, özellikle Başucumda Müzik’ten sonra çok büyük bir risk olmadığını biliyordum. Ticari olarak da bu işin içindeyiz yıllardır. Ama yine de bunu düşünürüm. Ya bu oldu mu olmadı mı, beğenmeyecekler mi düşünceleri hala her seferinde var yani. Şimdi 350. konsere çıkıyorum herhalde, biraz sonra gideceğim. Gene aynı stresteyim, acaba bu akşam beğenecekler mi diye. Sevgili Zeynep Talu’yla birlikte çalışıyoruz. Zeynep Hanım her seferinde diyor ki; ‘’Niye takıyorsun bunu kafana bu kadar yani, bu yaşta, ayrıca senin mesleğin de bu değil, sen böyle bırak.’’ Her sefer aynı hikâye devam ediyor. 

@KorhanKaraoysal

Ama çok güzel, çok doğru söyledin. Çünkü; tabii Turgut Uyar bunu şiir için söylemişti, edebiyata da uyarlanabilir. Her seferinde ilk kez yazıyormuş gibi bir acemilikle yazmaktır bu. O yok olursa da zaten yazmanın insanın kendisi için bir anlamı kalmaz. 

Herhalde o zaman profesyonel bir yazar olabiliyorsun.

Yazıcı olabiliyorsun. 

O da tabii ayıplanacak bir şey değil. Ona bir talep var. Çok da güzel yazıyor arkadaşlarımız. 

Değil ama şiir kaynaklı, şiirden de beslenen, etkilenen yazılar için, romanlar, öyküler, şiirlerin kendisi için bu tabii çok esaslı bir şey. Gerçekten de öbür türlü yani yazarsın, benim de başıma gelir çünkü, sonra bakarım bu beni rahatsız ediyor, bu beni tatmin etmiyor. 

Ya da şöyle demek istemiyorum ben, sen de eminim öylesin. Şöyle okuyup da yani bir sürü sayfayı atlayıp, buraları yazmasaymışım diye düşünmek istemem açıkçası. Milen Kundera’nın Ölümsüzlük kitabında Profesör Avenalius’la bir konuşması vardır. Orada çok yakın arkadaşı olduğu için ona her şeyi anlatıyor. Romanı nasıl kurguladığını, nasıl yazdığını falan… Ve çok emin ki profesör Avenalius onun kitaplarını ezbere biliyor. Sonra bir yerde bir şey soruyor ve anlıyor ki o, kitaplarını okumamış bile doğru düzgün. Diyor ki biz o kadar uğraşıyoruz on sayfa için, yirmi sayfa için insanlar onu hızlıca geçiyor. Öteki tarafa atlıyor. Bir yılını, yıllarını verdiğin bir şey. 

Ben baştan sona okudum, altlarını çizerek, notlar alarak.

Bak soracağım bak.

Sen de bana sor. Öyle bir şey yapalım. Kıbrıs’ta başlıyor kitap. Okumayanlar için söyleyeyeyim. Kıbrıs benim de askerliğimi orada yapmış olmam hasebiyle…

Öyle mi?

Tabii bir sene orada yedek subaylık yaptım. O yüzden de ilgilendiriyor beni  Kıbrıs insanı, siyasi olarak da ilgilendiriyor. Orada yaşarsanız bir sure, mutlaka sonra hep orayı izlersiniz. Tuhaf bir şey. Senin baban askerdi sanıyorum. O nedenden dolayı dolaştın birçok yeri. 

10-12 yaşlarımda oradaydım. 74 Harekatı döneminde. 74-76 yıllarında oradaydım. Ama daha sonra çok yıllar sonra bir film projesi için gittim. Tabii orada çocukluk arkadaşlarım, dostlarım, aile dostlarım var. Fakat sonra orada, o döneme tanıklık yapan insanlarla bir daha görüştüm. Çünkü o zamanlar çocuktum. Anlattıklarını sadece evde dinliyordum. Daha sonra tekrar onlarla konuştum. Ve o dönemin gerçekten tanıklığını yapan, 60-70 döneminin, esas Türk azınlığının orada baskı altında yaşadığı dönemin tanıklarından bütün hikâyeleri bire bir dinledim. Hatta kaydettim. Ondan sonra başka bir şey yapacaktık. Olmadı o film, hatta dizi yapacaktık onu. Olmadı o. Öyle kaldı yani o proje bir şekilde. Fakat bu romana kısmetmiş. Bir şekilde tabii benim aklımda kaldı bütün onlar. Ve bu romanın içerisinde bir şekilde gelip yerini buldu.

Tabii çok etkileyici başlıyor. O ara bölgeden Rum kesimine çalışmaya giden otobüsün bir daha dönmemesi. Ve oradan bir kayıp hikâyesi olarak devam ediyor, İstanbul'da sürüyor, başka kentlere uğruyor kitap ve İstanbul'a dönüyor. Pek çok yazlardan oluşmuş bir müzik gibi de düşünebilirsiniz. Bu kitabı, çocukluğun yazlarından gençliğin yazlarına süren ve birbirine bağlanan.

Pardon, o cümleyi bir daha söyler misin?

Pek çok yazlardan oluşmuş bir müzik.

Şair olunca da böyle oluyor işte.

Pek çok hayatı kuşatmış olmasının yanında kısacık geldi bana. 200-300 sayfa filan ama. Gereçekten öyle okudum, severek okudum. Bında yazının akıcılığı var ve soruların herkese dokunması da var bana göre. Bir de en çok da bir hatırlama, hatırlatma duygusu taşıyor roman. Ya ben bu çocuğu hatırlıyorum duygusu mesela. Oradaki çocuk Murat. Senin geçmişini taşıyan. Sürekli olarak bir yerlerden hatırlıyorum hissi de var aynı zamanda. Biraz romanı öyle de okudum doğrusu. Ve bu hatırlama ve hatırlatma duygusu insanın romanla kolayca özdeşlik kurmasına, benimsemesine yol açıyor. Yani ben öyle benimsedim. Sanki insan bazı romanlarla, öykülerle, şiirlerle arkadaşlık hisseder, ben de yaş olarak senden büyüğüm ama çocukluğumuz beraber geçmiş gibi bir arkadaşlık hissettim. Ben de oradaydım. Roman bana o duyguyu verdi. Ben de oradaydım duygusu verdi. Böyle bir şey. Soru değil ama bunu söylemek istedim.

Teşekkür ederim.

Çocukluk öyküsü, büyüme öyküsü neredeyse hepsinin hakkını vermiş. Yaz tabii en hafif mevsim. Diğer mevsimlere bakarak, ağır olmayan bir mevsim. Kapaktaki kelebek de uçucu. Ama bana kalırsa onca ağırlığı da bir kelebeğe ve bir yaza yüklemiş ve bunu başarıyla yapmış bir roman.

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği gibi.

Güzel olmuş bak, iyi söyledin. Hani Edip Cansever'in ''Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor'' dizelerinin aslında roman hali gibi olmuş, onu söylemek isterim.

Teşekkür ederim. 

Çocuklukla ilgili özellikle çok güzel yerler var, betimlemeler var. Yazıdan bahsederken tabii, sık sık da tekrarlıyorum yazarın yazıyla ilişkisini sorguladığı pek çok da bölüm var ve merakla okuyorsunuz oraları. Yazı ile alınyazısı arasında bir lişki kuruyorsun. Biraz istersen ondan söz edelim senin yazı serüveninde. Alınyazısı ve yazı.

Benim bütün kitaplarımın isimleri uzundur aslında. 

Evet ama güzel cümleler, şiir dizeleri gibi.

İlk defa böyle kısa bir isim kullandım; Yaz.

Sana öyle geliyor. Uzundur yaz. Çünkü, hem bir yaz mevsimi anlatıyor, yazlık bir semtte geçen bir hikâye aynı zamanda.Yeşilköy değil mi?

Yeşilköy, evet. Benim de çocukluğumun geçtiği bir yer aynı zamanda. Yine Kıbrıs'ta geçen bir yazdan bahsediyor, bir yaz aşkını anlatıyor. Fakat tabii alın yazısı ile dediğin gibi, bütün bunlar kader mi, tesadüf mü konusu Başucumda Müzik'te de işlediğim, daha önceki kitaplarımda da çok olan bir tema benim kullandığım. Aynı zamanda yazıyla, yazma eylemiyle çok ilgili bir kitap. Bütün bunları bir arada toplayan bir sözcük 'yaz' tabii. Bu kelebeğin hikâyesini anlatayım mı?

Tabii, tabii. 

Alınyazısıyla bağlantılı olacak bu aslında. Kitabı yazdım bitti. Benim kitap kapaklarıyla ilgili hep bir sıkıntım vardır. Yayınevleriyle birlikte sürekli uğraşırız. Bu sefer kendi kendime dedim ki, bu sefer de karışma Kürşat, her şeye de karışma. Bu işi yapsınlar nasıl istiyorlarsa, gayet iyi yapıyorlar. Fakat sonra geliyor tabii örnekler size sunulmak için. Fakat bir türlü içime sinmiyor. İçinde bir hikâye var. O hikâyede bir kelebek geçiyor. Okuyanlar belki dikkat etmişlerdir. Dedim ki o kelebek bu kitabı simgeleyen bir şey, kelebek koyalım kapağa. Bir kaç kere gitti geldi grafiker, denemeler yaptı. Biz de fotoğraflar gönderiyoruz, kelebek şöyle olsun, böyle olsun diye. Sonra bu yapıldı, hoşumuza gitti, konuldu. Sonra ben senede en azından üç-dört kere Kıbrıs'a gidiyorum geliyorum. Orada Bellapais diye bir yer var. Bilmiyorum, biliyor musunuz? Oraya da her seferinde uğrarım. Orada mutlaka bir şeyler yeriz, içeriz. Orada da bir antikacı dükkanı var. Belki 50 kere gitmişimdir o dükkana ama o antikacı dükkanına hiç uğramadım. Bir gün gittik. Kitap çıktıktan hemen sonra. Yanımızda bir arkadaşımız daha vardı. Kadınlar daha meraklı ya böyle şeylere. Girdik dükkana. İçeriye girer girmez bir çerçevenin içerisinde bu kelebeği gördüm. Gerçek kelebek. Kurutulmuş gerçek kelebek. Aynı renklerden. Aldık tabii. Fakat bu gariptir, 50 kere gitmişim aynı yere, o dükkana hiç girmemişim. Çünkü kitabın kapağıyla o kadar uğraşmışız, son anda kelebek olmasına karar vermişiz, o renklerde olmasına karar vermişiz ve gidiyorum o kelebek karşıma çıkıyor. Bazı şeyler büyülüdür edebiyatın içerisinde. Bu benim hoşuma da gidiyor bir yandan da. Çok böyle şeylere inandığımdan anlatmıyorum, ama şairlerde de vardır bu.

Alınyazısı dediğin şey galiba bu.

Evet biraz bağlantılı.

Bir sayfada şöyle bir cümle var; '' İnsanın kendi hayatını yazması, başkalarının uydurma hikâyelerini kurgulamaya benzemiyor.” Sonra tekrarlıyorsun. Diğerleri uydurma hikâyeler miydi?

Tabii, kendi hayatını anlatmak daha zor bir şey, başkasının hayatını kurgulamak daha kolay. Daha teknik bir şey. Fakat kendi hayatına dönüp, kendi hayatınla yüzleşmek, kendi hayatınla ilgili bir şey yazmak çok daha zor bir şey.

Bu kitapta çok fazla otobiyografik öğre var değil mi?

Kendi hayatımdan çok şey var. Semtler var, insanlar var. Tabii hepsini değiştirdim ama.

Senin yetişmen var, çalışmaların var. Hatta biraz Doğan Hızlan var sanki, papyonu ve gözlüğü ile. 

Ona benzeyen birisi var, evet. Bir dayı ve amca var bir de. Onlar çok öne çıkan karakterler. Amca çok önemli. Eski solcu demeyeceğim, solcu ama sonra eylemsiz bir solcu. 12 Mart'ta gözaltına alınıyor. Sonra odaya kapanıyor. Sonra da birdenbire ortaya sanki bir Balkan filminden çıkmış gibi bir dayı çıkıyor ortaya. Hani Emir Kusturica'nın filmlerinde olur ya. Birdenbire, bir patlama gibi. Öyle bir şeye benzettim. Kusturica tipi bir dayıya. Tabii ki bütün tiplemeler değişti, roman öyle bir şey, öyle bir şansı var. Hayatı yeniden kurabiliyorsun. Öyle bir keyif var. Benim hayatımda gerçekten öyle bir amcam vardı. Maalesef ki göremedi kitabı. Kitabın basılmasından bir ay önce filan kaybettik. 

Başınız sağolsun.

Çok da eminim ki bayılacaktı. Çünkü çok severek izlerdi, çok entelektüel, çok okuyan bir insandı.

Yazıyor muydu o da?

Hiçbir şey yazmadı hayatı boyunca. Ama Edip beyle de, Oğuz Atay'la da çok yakın arkadaştı. Uzun yıllar bankacılık yapmıştı. Kitaba çok düşkün bir adamdı. Ben her kitabı aslında ona gönderirdim. Yayımlanmadan önce fikrini almak isterdim. Bir hata var mı, bir şey var mı, bir şey söylemesini isterdim. Bu sefer malum kısmet olmadı ki bu sefer ilk defa da burada bir şekilde yer aldı. Evet  benim çapkın bir dayım vardır. Odur aslında ama kendisine okuttum pek memnun olmadı. Çok heveslendi söyleyince aslında ama benzetmedi kendisini.

Bence niye olmamıştır biliyor musun? Sonradan çapkınlıktan vazgeçti gibi bir şey yazıyorsun. 

Ama gerçek o.

Hoşuna gitmemiştir.

Bu şey gibi, hani çok sevdiğin bir kitap film olunca bozulursun ya, olmamış bu filan. Onun gibi oldu. Bir daha aramadı yani. Sadece kendinin olduğu kısımları okudu. Zaten kitap okumaz.

Aslında daha sorularım var ama beş-on dakika da isterseniz konukların soruları varsa onları alalım.

Seyirci - Saksafon çalmaya konservatuvarda mı başladınız?

Teşekkür ederim, safsafonu kendi kendime öğrendim. Çok uzun yıllar önce çok az piyano dersi aldım. Daha sonra biraz davul çaldım. Müzik, çocukluktan beri kitaplarla birlikte gelen bir çizgidir hayatımda. Sonra biraz daha büyüyünce caz dinlemeye başladıktan sonra bir saksafon aldım kendime. Aslında çok uzun zamandır çalıyorum ama kendi kendime çalıyordum evde filan. Son3-4 yıldır, işte hani diyorum ya her şey alınyazısı, tesadüf, televizyon programı kesiliyor, iş bulamıyoruz, işten kovuluyoruz filan. Boşluk oluyor. O sırada işte birdenbire bir şey oluyor. Ve o müzisyenlerle çok sevdiğim, çok değer verdiğim müzisyenlerle bir araya geldim. Önce keyfine, ''Aaa! Ben de bir gün geleyim, çalayım.'', ''Abi bir gelsene.'' filan.İşler ciddiye bindi. Ciddiye binince ben biraz daha uğraşmaya başladım. Onun sonucunda da bayağı ciddi bir orkestra haline geldik. Bu da sonunda bir mesleğe dönüştü.

Yazın Gümüşlük'te, Bodrum'daydın galiba. Görmüştüm afişlerini.

Evet, hem Bodrum'da, Hem Yalıkavak'ta program yaptık. İstanbul'da işte 3-4 yerde çalıyoruz. Bunun dışında Türkiye genelinde konserlerimiz oluyor. Çeşitli şehirlerde, geçen hafta Adana'daydık mesela. Bir sürü yere gidiyoruz. 

Seyirci Başucumda Müzik kitabınızda anlatımınızdan dolayı o mekana, zamana insanları dahil ediyorsunuz sanki. Haydar Ergülen'in de Yaz kitabınız için söylediği gibi. Oradaymış gibi hissettiriyorsunuz. Ben şeyi merak ediyorum, yaşınız gereği o yılları yaşayamadınız, fakat öyle bir romanı nasıl yazmaya karar verdiniz, o yoğunluğa nasıl eriştiniz?

Bilmiyorum, dermişim. 

Bir kere 'bilmiyorum' deme hakkı var. İstersen kullan o hakkını.

Aslında başka bir roman yazacaktım. Gerçekten. Aslında babamların hikâyesiyle ilgili bir şey yazıyordum, ona başlamıştım. O döneme denk düşüyor biraz. Onu yazarken de dönemle ilgili araştırmalar yapıyordum. Kitaplar okuyordum. Sonra bir kitap okudum. Emin Çölaşan'ın bir röportaj kitabını. Orada bir kadının bir röportajını okudum. O beni çok etkiledi. Bir cümlesi aslında beni çok etkiledi. Onun üzerine aslında hikâye biraz değişmeye başladı, yazarken de tamamen değişti. Ve onun hikâyesi haline geldi. Fakat o, onun gerçek hikâyesi değil tabii. Benim kurguladığım bir hikâye. Ama ana hatlarıyla kitap 1950'leri, 1960'ları anlatan bir kitap.

Ve oradaki her bölümde aslında, eğer çok ciddi bir araştırmacı takip ederse tarihsel sürecin çok doğru yansımalarını görür. Ama onun üzerine anlattığım aşk hikâyesi benim kurguladığım bir hikâye. Gerçekten yola çıkarak denen bir şey ama gerçekle çok ilgisi yok esasında. Çok belli yerlerde çakışıyor sadece. Benim kurduğum bir hikâye. Nasıl öyle bir yoğunlukta, onu nasıl yazdığımı ben de bilmiyorum açıkçası.

@KorhanKaraoysal

Seyirci Aileden nasıl bir tepki aldınız?

Aileden bir tepki almadım. Hikâyenin aslı öyle değil tabii. Hem isimleri kullanmadım biliyorsunuz, hem de ailenin hoşuna gitti hikâyenin o şekilde anlatılması. Güzel bir aşk hikâyesi. Dolayısıyla rahatsız olmadılar, bir şey demediler.

Sevgili Kürşat çok teşekkür ederiz geldiğin için ve bu güzel söyleşi için.

Bir akide şekeri yiyebilir miyim? 

Tabii onlar senin zaten. 

0
5693
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage