06 KASIM, PAZARTESİ, 2017

Acı Bir Umut, Yalın Bir Sevgi

İnci Aral'ın hem derin bir aşkı hem de bir dönem kitleleri peşinden sürükleyen bir sanatçının hikâyesini anlattığı romanı Sevgili üzerine bir inceleme. 

Acı Bir Umut, Yalın Bir Sevgi

“Herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir. Karanlıkta ne yapacaksınız?” Bu roman, karanlıkta yolunu bulmaya, yoldaş olmaya, birbirine ve topluma ışık tutmaya ant içmiş iki sevgilinin her anlamda loş olan hayat hikâyelerini anlatmaktadır.

Çağdaş Türk edebiyatımızın önde gelen usta kadın yazarlarından sevgili İnci Aral’ın; Yılmaz Güney ve eşi Fatoş Güney’i karakterize ederek, bir dönemin siyasi ve sosyal yapısını ve aynı zamanda bir aşk masalını harmanlayarak yazdığı bir kitap bu. Öncelikle kitapla ilgili birkaç güncel tartışmadan bahsetmek istiyorum; zira okuduğum bu güzelim romanın içindeki hiçbir satırın duyduğum tartışmalarla kirlenmesini istemezdim. Ne yazık ki romanın yazarı (kitabevi) ve Yılmaz Güney’in eşi (avukatı) arasında yaşanan tatsız hadiseler biz okuyucuların zevkine biraz gölge düşürüyor. Basından okuduklarım sonucunda, her ne kadar başka isimler kullanılarak gerçek kişiler hayali karakterler olarak yazıya aktarılmış olsa da hepimizin okuduğunda kimden ve neyden bahsettiğini bir çırpıda anlayacağı bu hikâyeyi, yaşayan referanslarla yazmış olmasını dilerdim. Aslında yazar zaten kitabın sonunda kaynakça belirtip Yılmaz Güney’in adını ve hatırasını titizlikle ve saygıyla yad emiş. Bu durumda karşı tarafın, belki ortak bir çalışma veya haberleşme içinde olmak istemeyi dilemesi sorun teşkil etmiş olabilir diye düşünüyorum. Umarım bu nahoş tartışma bir an önce son bulur ve okuyucular sadece bu güzel yazını okumaya konsantre olabilir.

Kitabın kendisine gelince, daha önce Safran Sarı, Mor, Yeşil, Kendi Gecesinde gibi kitaplarla döneminde ses getirmiş ve pek çok başka kitapla kendini kanıtlamış bir kadın yazarın; kadın eliyle dokunuşundaki zarafeti ve duygusallığı açıkça görüyoruz. Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden birine 70-80‘lere ayna tutarken toplumun da kaçınılmaz olarak sürüklendiği ayrışmayı, sağ ve sol siyasetin birbiriyle acımasız çarpışmasını, devletçilik ve halkçılık ilkeleri hiçbir zaman tam olarak anlaşılamamış bu ülkede bir yönetimin nasıl var olup olamayacağını, tüm bu mücadele içerisinde sanat aşkının dimdik duruşunu, bir sinema yıldızının parlayışını, kendi iç ve dış savaşımını, aşklarını ve acılarını bir arada okuyoruz. Üstelik her biri birbirinden ağır ve derin olan bu kadar çok konu okuyucuyu hiç yormayacak şekilde anlatılmış. Kitabı elime aldığım ilk gece yarısını okumuştum, bitirdiğimde ise yüzümde hüzün ve umut gözyaşları bir arada akıyordu.

Henüz 18 yaşına yeni girmiş, lise mezuniyet sevincini yaşamayı bekleyen, iyi ve varlıklı bir aileden gelen İstanbullu Nilüfer’in bir gün tesadüf eseri gittiği bir film setinde tanışıp çok etkilendiği Yavuz Günay’a doğan hayranlığı ile başlıyor kitap. Kendisinden yaşça hayli büyük olan, çeşitli olaylar ve çalkantılı aşk hayatıyla magazin camiasının diline düşmüş, Adana’nın sert mizacını taşıdığını her ortamda belli eden ve kendinden, inançlarından, ideallerinden asla taviz vermeyen bu adam Nilüfer için yeni bir hayatın sembolü mü yoksa hayatın ona sunduğu bir büyük sınav mı, anlamaya çalışıyoruz. Bugün çok zor bulabileceğimiz türden samimi, sevgi ve saygı dolu, bir o kadar da tırnakla kazınarak elde edilen birliktelik anları ve fedakârlıklarla dolu bu aşk hikâyesi ne yazık ki mutlu bir süreçte ilerleyemiyor. Yavuz Günay’ın hapis ve sürgün yıllarıyla, siyasi mücadelesi ve hastalıklarıyla neredeyse dörtte üçü uzaktan yaşanan bir ilişki nasıl olur da nefes almaya devam eder diye merak etmemek imkânsız. Başta da dediğim gibi, İnci Hanım kadın eliyle bir kadının yüreğini ve dirayetini öyle incelikli yazmış ki; bir kadın olarak Nilüfer karakterini (ve tabi gerçekte kim olduğunu bildiğimiz hanımefendiyi) takdir etmemek mümkün değil. Bu tam anlamıyla bir yaşam savaşı oluyor Nilüfer için. Burjuva bir sosyal sınıftan, sosyalist bir ideolojiye sahip koca evine ve çevresine geçiş yapınca geçirdiği büyük değişim Nilüfer’i bir hayli sarsıyor. Eşitliğin her zaman adil olmadığını, adaletin de her zaman eşitlik getirmediğini öğrenen; ekmeğini taştan çıkaran insanların var olma sürecine birinci gözle tanık olan, gençlerin ve daha iyi bir ülke uğruna umut edenlerin sınıfsal mücadelesinin içine dalan genç Nilüfer; aynı esnada anneliği ve eş olmayı da tecrübe ediyor. Yavuz Günay ise, sadece siyasi kavgasını değil sanatsal kavgasını da tüm ateşiyle sürdürmeye devam ediyor. Ona göre hayattaki en öncelikli şey sinema ve diğer her şey onun ardında geliyor. Yaşamak için, sevmek için, haykırmak için, direnmek için, dayanmak için, kazanmak ve dahi gerekiyorsa onurlu bir şekilde yenilmek için ille de sinema ille de sinema… Öyle ki; tutukluluk günlerinde bile adını ülkeye ve tüm dünyaya duyuracak filmler çekiyor, Uluslararası Cannes Film Festivali’nde ödül alıyor ve bu ödülü ülkesine, insanlarına adıyor. Ülkesi ve insanları ise sönmekte olan ışıkların ardından karanlıkla nasıl başa çıkacağının telaşında… Zorlu geçen ve bir dizi hastalıkla sonuçlanan hapis yılları sonunda Yavuz Günay’ı yurt dışına iltica etmeye itiyor. Karısı ve çocukları ile Fransa’ya yerleşen karakterimiz, son nefesine kadar konuşmaya ve yazmaya devam ediyor. Kendini, mücadelesinden geri tutuyor ve sağlığını da bu uğurda feda etmekten hiç kaçınmıyor. 

İşte tam burada, insan inandıklarıdır, sözünü benimsemiş benim için bir iç muhasebe zamanı… Kitabı okurken çoğu zaman şu soruyu sordum kendime; hiç durmaksızın verilen hararetli fiziksel bir mücadele, acı ve direnişe alışmak mı yoksa sakin fakat sağlıkla sürdürülen düşünsel bir mücadele ve sabır mı? Bu soruyu çoğu zaman geçmişte örnek aldıklarımız kadar cesur olamadığımızı kendime itiraf ederek cevapladım. Ne o kadar gözü pek ne de o kadar hırslıyız galiba… Belki daha müdanalı ve daha arabulucuyuz. Siyaset Bilimi bölümünü bitirmiş ve akademisyen olmaya hazırlanan biri olarak Türkiye’nin geçtiği dehlizleri ve düşüp çıktığı kuyuları defalarca okudum, tam bağımsızlık ve adil yaşam için mücadele edenlerin hikâyelerini ezber edip hatıralarına büyük saygı ve hürmet besledim. Aktivizm ne kadar kanımızı kaynatan bir arzu olsa da, ya biz o arzuyu dile getirebilecek yetiye sahip olamadık ya da ışıklar kesilip de karanlıkta kaldığımızda ne yapacağımızı hala tam olarak bilemiyoruz.

Kitabın sonu ise beni çok derinden etkiledi. Sürpriz bir son değil elbette, başkarakterimiz Yavuz Günay’ın ölümüyle biten son bölümü çarpıcı kılan şey onun geride bıraktıklarına dair bağı olsa gerek. Hedeflerini tümüyle gerçekleştirmeye vakti olmamış ve bu sebeple boynu bükük giden bir savaşçı, bana şunu düşündürüyor, peki biz bir gün kendimize verdiğimiz sözleri tutmuş ve yürüdüğümüz yolun hakkını vermiş olarak ölebilecek miyiz? Ne kadar zor bir soru değil mi? İnsan kendine verdiği sözü tutamazsa başka hiçbir sözü tutma iradesine sahip olamaz bence. Peki, sözden gayri amaçlarımız ve inançlarımız ne olacak? Galiba yaşamın gayesi bu; o son düzlüğe kadar tüm virajları alabilmek ve bitiş çizgisine geldiğimizde “tamam” diyebilmek. Aşkın, insani tarafımızın en merhametli yüzünün, hayvani tarafımızın ise en yırtıcı yüzünün birlikte beslediği bu ruh ve bedenle hangimiz bir ideal, bir insan, bir yaşam uğruna savaşmayı göze alabiliriz bu zamanda? Bence almalıyız, en azından değecek bir ideal, bir insan, bir yaşam bulmalı ve yaratmalıyız. Metin Altıok’un dizesi gibi, “ben seni yalansız, bahar gibi sevdim” diyen Nilüfer kadar mağrur ve gayretli; Yavuz Günay kadar sağlam ve inançlı kalmak hepimize emsal olsun. Kim bilir belki bu kitabı okuduktan sonra siz de benimle aynı fikre ve düşe kapılıp kendi romanınıza daha güzel bölümler eklemek üzere yola devam edersiniz.

Görsel: elsa bleda

0
4374
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage