04 MAYIS, PAZARTESİ, 2015

Sis Yayılmaya Devam Ediyor!

Seda Yörüker, Burcu Yağcıoğlu ile konuştu: “Bir köpeği güneşli havada görmekle, aynı köpeği sisin içinde yarı gizlenmiş olarak görmek arasında bir fark var.”

Sis Yayılmaya Devam Ediyor!

Senin sanatını benim için değerli kılan nokta; öteden beri işlerinde aza indirgenmiş bir dünya kurman. Aza ulaşmak ve anlatımdan, kolay ele geçirilir algıdan uzak işler üretmek ama aynı zamanda dekoratifliğe düşmemek, sanatının zihinsel altyapısının ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Tüm bunlar sezgisel olarak işler ile diyalog kurabileceğimiz bir estetiği öne çıkarıyor. Özellikle "In Full Flood", "Human", "The Land" gibi işlerinde ve pek çok çizim ve kolajında bunu görmek mümkün. Bunlara farklı bağlamlarıyla tekrar değineceğim ama ilk olarak o anlatımın geriye çekildiği, aza ulaşmış estetik anlayışın ile başlayalım isterim. İşlerinde anlatımdan nasıl bu denli uzaklaşabiliyorsun; bu, özellikle hesapladığın bir şey mi?

Anlatım ve hikâyecilik pratiğimin hep bir parçası oldu. Görsel sanatlardan belki de daha ağırlıklı olarak sinema, edebiyat, folklor gibi anlatıya dayalı türlerden beslenmem de bununla ilgili ama bütünlüklü ve lineer bir anlatım oluşturmaktan uzak duruyorum. Bir anlatının yalnızca bir anına ya da hatta bir elementine işaret eden işler üretmeyi daha ilginç buluyorum. Aza ulaşmak, işlerimi olabildiğince rafine etmeye çalışmak önemli; fazlalıklarından kurtulmuş işler üretmeye çalışıyorum. Yani bir işin bir elementi, orada olsa da olur olmasa da olur bir durumdaysa, ya da o element yerini kolayca başka bir şeye bırakabiliyorsa, o işin henüz olgunlaşmamış olduğunu düşünürüm. Bir işi oluşturan her bir parça, renk, malzeme ve biçim birbirlerini sıkı sıkı tutmalı bence. O yüzden işlerimi kurgularken sıkı bir rafine etme sürecinden geçerim ve bunu yaparken sadece düşünmesi, yapması, görmesi, hoşuma gittiği için bir elementi işe dahil etmem. İş böyle bir süreçten geçerek bir olgunluğa ve azlığa ulaştığında, hatta bunu bir seri veya bir sergiyle ilgili de söyleyebiliriz, o zaman olabileceği en kuvvetli noktaya ulaşmış oluyor. Tabi, üretim sürecimden bu şekilde, elementler ve parçalar arası ilişkiler bağlamında bahsediyor olmam kolaj pratiğiyle kurduğum yakın ilişkiyi de açık ediyor sanırım. Saklama, özellikle de gösterirken saklama, düşüncesi 6-7 sene önce pratiğimin çok merkezinde olan bir meseleydi. Zaman içinde saklama-gösterme düşüncesinden uzaklaşmış olsam da yine de pratiğimdeki varlığını hissettiriyor sanırım. Saklama tekinsizlik, utanç, gizem, koruma, bilme isteği gibi düşüncelerle birlikte var olan bir kavram. Dolayısıyla zengin bir zemin sunuyor. Tabi bir de saklanan, kendilerini kolay ele vermeyen işler izleyicilerden aktif olmalarını talep ederler. Bu da çok önemli bir nokta. İzleyiciden işlerimle vakit geçirmelerini, onları deneyimlemelerini talep ederken, onlara bu işlerle ilgili her şeyi verirsem aslında izleyiciden kendi çabasıyla keşfedeceği ya da inşa edeceği anlamı ve buradan alacağı entelektüel ve duygusal hazzı çalmış olurum. Sonuçta izleyicinin kendi anlamını üretmesi demek işin tam da kendisini üretmesi demek.

  1. ‘Encounters With a Very Dry Land I’, pencil and acrylic on canvas, 2013.

Şu anda Sabancı Müzesi’nde gösterilen “The Wonder Book of Animals”, hikâyenin en belirgin biçimde kendini hissettirdiği işin. Diğer işlerinde kolay algılamaya kapalılık, burada sınırlı biçimde açılıyor; anlatı sinyaller gönderiyor. Diğer yandan üzerinde durduğum kapalılık, elbette öteki işlerinin arka planında bir anlatının olmadığı anlamına gelmiyor sadece mesajın altı çizilmiyor. Mesaj gözümüze sokulmuyor. Bu da, dediğin gibi, izleyiciye -duygulanımsal- bir alan açıyor, ondan bir hareket talep ediyor. Aradaki mesafenin estetiği! Peki, anlatının öne çıktığı söz konusu seriye dönersek; hikâyesi nedir?

Seri ismini “The Wonder Book of Animals” isimli 60'larda İngiltere’de basılmış bir hayvanlar ansiklopedisinden alıyor. Seride bu kitaptan aldığım imaj ve metinleri kullanıyorum. Kitapta amaçlanan anlatıdan -ki bu genelde hayvanın ne kadar şirin, korkutucu, tuhaf ya da güzel olduğu üzerinden yürütülen bir anlatı oluyor- amaçlanmamış, satır arası anlatılara doğru uzanmaya çalışıyorum. Bu işlerde , antropoloji nasıl batı merkezci, ötekileştirici olması bağlamında eleştiriliyorsa, zoolojiyi de benzer bir şekilde eleştirmeye çalışıyorum. Antroposantrizm ve türcülük benim üzerine en çok düşündüğüm alanlar. Mesela bu seriden bir deseni yapma sürecimi örnek olarak verebilirim; kitap basıldığı sırada çoktan ölmüş olan, Çin’den getirilmiş yavru bir pandanın imajı şu sözler eşliğinde sunuluyor:  “Bu kadar üzgün göründüğüne bakmayın, aslında sadece düşünüyor! Bu şirin hayvan nasıl bir palyaçodur bir bilseniz! Londra hayvanat bahçemizde bir zamanlar bu değerli hayvana sahip olmuş olduğumuz için çok şanslıyız. Şimdi kendisi ölmüş bile olsa, - ülkemizin ikliminde çok uzun süre yaşayamıyorlar çünkü-  hayvanat bahçemizin hediyelik eşya dükkanından bu şirin yaramazın biblolarını alabilirsiniz.” Bu metin ve ona eşlik eden imaj sömürgecilik kökenlerinden, öteki türlere ilişkin tahakküm edici batılı bakış açısına, hayvanat bahçesi işletmeciliğinden, hayvanlara yönelik kullanılan dilin tarihsel değişimine kadar pek çok konuyla ilişkilendirilebilir. Evinden uzakta teşhir edilirken ölmüş pandanın aslında üzgün olmadığını söyleyen otorite insan... 

Hayvan, sanatında öne çıkan bir varlık. Uygarlık denilen kavramın sorunsallaştırılmasıyla ilişkili şüphesiz. Tüm bu sorunsallaştırmalar bir yana, ben “The Land”daki olağanüstü biçimsel etkiyle ilgileniyorum. İlk kez 2013 yılında C.A.M’deki kişisel serginde, ardından 2014 yılında Akbank Günümüz Sanatçıları Ödülü’nü aldığın Akbank Sanat’ta gösterdiğin “The Land” adlı video çalışmanda kuzuların postu gittikçe bir dumana dönüşüyor. Bu dumanı önemsiyorum, çünkü o işte bu, çok güçlü bir soyutlama jesti. Herşeyi ele geçiriyor. Ben o dumanı “In Full Flood” videonda suyun içinde tekrar görüyorum. Ayrıca şu an Sabancı Müzesi’nde gösterdiğin “All the Dry Places and All the Floating Things”de açık bir biçimde… Bu duman nasıl ortaya çıktı ve senin için önemi ne?

Duman/bulut/sis işlerimde farklı biçimlerde tekrar tekrar ortaya çıkıyor. Bu önceden verilmiş bir kararla oluşmadı aslında. Zaman içinde, neredeyse bana kendisini hissettirmeden pratiğimde görece büyük bir yer tutmaya başladı duman imgesi.  Bulutların koyunlara, bir atın sırtının bir toprak parçasına benzeyebilmesi gibi, şeyler ve canlılar arasındaki görsel benzerlikler ve doğadaki canlıların evrimsel süreçte geliştirdikleri, çevrelerini taklit etme stratejileri uzun zamandır aklımda olan meselelerdi. Duman, bulut ve sisin durağan olmayan yapıları, her an sayısız imge üretmeleri de bu açıdan ilgimi çekiyor. Bunlar hem kendi maddeselliklerinden durmadan imgeler çıkarıyorlar, hem de üzerlerine düştükleri şeyin ya da canlının imgesini değişime uğratabiliyorlar ve o imgenin sahibine karşı olan algıyı tersyüz edebiliyorlar. Yani mesela bir köpeği güneşli havada görmekle,  aynı köpeği sisin içinde yarı gizlenmiş olarak görmek arasında bir fark var. Sisin gizleyerek gösterdiği bir anlamda aklın aydınlık alanından çıkar, bilinçaltının karanlık alanına doğru açılır. Bilinç ve bilinçaltı arasında olduğunu varsaydığımız zarın çok geçirgen olduğunu düşünüyorum. Sis sanki tam da bu zarın bir metaforu ve ya temsili niteliğinde benim için. Hatta sis ile tekinsiz arasındaki o kuvvetli ilişki de burada aranabilir belki; hem tanıdık hem yabancı. Bu arada duman üzerinde durmana hem şaşırdım hem de hoşuma gitti. Haziran başında Ülgen Semerci'yle Operation Room'da gerçekleştireceğimiz sergi sis fenomeni, sisin gizledikleri, şehir ve doğa sisi üzerinden şekillenen bir sergi olacak. Serginin ismi  ‘Siste’.

Bir bakıma saklamanın metaforu olan duman ya da sis sınırlarını daha da genişletiyor, yayılmaya devam ediyor o halde. Ülgen Semerci ile 2014 yılı sonunda, onun Arnavutköy’deki atölyesinde gerçekleştirdiğiniz “Sel Bastı” sergisinden sonra birlikte bir sergi daha yapacak olmanız heyecan verici. Elif Gül Tirben’in her ikinizle birlikte gerçekleştirdiği m-est’te yer alan söyleşisinde çalışma pratiklerinizin çok farklı ama diyaloğunuzun çok güçlü olduğunu dile getiriyorsunuz. Farklı kentlerde ama birlikte çalışmak, farklı üretimler içerisinde yanyana gelebilmek ve esasında diyalogun, dostluğun, değer ve zaman vermenin üretim potansiyelinin ta kendisi olması önemli burada. Aslına bakarsan, Ülgen’in işlerinde de, üzerinde durduğum o anlatımcılıktan uzak yan güçlü bir biçimde var. Onun üretimi daha ani bir hareket, ani zaman, seninki daha kontrollü bir hareket, yavaş zaman hissi veriyor ama son kertede kolaycı bakışın ötesine geçmeyi gerektiren işler olarak birbirine bulaşıyorlar. Ülgen ile dostluğunuzun birlikte proje üretmeye doğru evrilmesi nasıl gerçekleşti ve senin için diyalog ne ifade ediyor?

Evet, sis yayılmaya devam ediyor gibi görünüyor. Biz Ülgen ile henüz lisedeyken bir güzel sanatlara hazırlık çizim kursunda tanıştık. O zamandan beri de hiç aynı şehirde yaşamamış olmamıza rağmen diyaloğumuzu sürdürdük. Sanat üretmenin ne anlamlara gelebileceği, nasıl bir üretime sahip sanatçılar olacağımız,  estetik ve entellektüel eğilimlerimizin nerelere evrilmekte olduğu gibi meseleler seneler içinde karşımıza çıktıkça diyaloğumuzun içinde de yer aldı. 2010-11 arasında birlikte bir misafir sanatçı programı, ve birkaç sergi gerçekleştirmiştik ama bunlar projeye dahil olan diğer sanatçıların üretimlerini öncelleyen ve bizim sanatçı kimliğimizin nispeten geriye çekildiği projelerdi. 2014 yılında gerçekleştirdiğimiz “Sel Bastı” sergisinde ise ilk defa yalnızca ikimiz bir proje bir araya getirdik. Üstelik sergi Ülgen'in atölyesinde gerçekleştiği için bir galeri yönetimi ya da küratör gibi normal şartlarda birlikte çalışılan ve hem bir denetim hem de bir destek mekanizması oluşturan kişiler yoktu. Bu da hem üzerimize aldığımız sorumluluğun çapını oldukça büyüttü, hem de daha önce deneyimlemediğimiz bir özgürlük alanı sağladı. Yani bir sürü anlamda yeni birşeydi. Projeyi tasarlarken sergiyi ortak bir enstelasyon öğesi etrafında kurmanın, fakat işleri bireysel bir şekilde gerçekleştirmenin bizim için en iyi yol olduğuna karar verdik ve öyle de yaptık. Şu an üzerinde çalıştığımız, Haziran ayında gerçekleştirmeyi planladığımız Operation Room'daki “Siste” sergisinde de benzer bir strateji uygulayacağız. İlk sergide basan su, bu sergide yerini sise bırakacak.

  1. ‘Forever Hungry’, collage and pencil on paper, 2015.

Doğa ve onun ortaya çıkarttığı görkem, -ki bu bir karıncanın görkemi ya da sisin, selin, ayrık otunun görkemi- sanat tarihinde, örneğin 17. yüzyıl natüralistlerine ya da 19. yüzyıl romantiklerine olduğu gibi bugünün sanatçısına da çok zengin bir dünya sunuyor. Kentin gittikçe büyüyen sorunları, modern kapitalist yaşamın baskısı ve insanın her geçen gün daha belirginleşen büyük uygarlaşma problemi sanatçıların gittikçe daha fazla doğaya bakmalarına, onunla ilişki kurmalarına ve doğa odaklı işler üretmelerine neden oluyor. Kent ve onun etrafında kümelenen sorunları kent üzerinden ele alan ve kelimenin en doğrudan anlamıyla ‘gösteren’ sanatçılar var ama diğer yandan senin gibi ve örneğin işlerini çok sevdiğim Deniz Üster gibi doğayla fantastik ve bir anlamda romantik düzlemde ilişki kuran sanatçılar hızla çoğalıyor. Bu doğaya bakma biçimleri, onunla ilişki kurma arzusu kuşkusuz çok katmanlı bir algı rejimini karşımıza çıkarıyor. Matthew Barney’den Laure Prouvost’a, Canan Tolon’a, daha öncesinde Richard Long’a dek bir takım çok özel sanatçılar saymak mümkün. Dokunma, dinleme ve tüm bunların dışında sezgisel bir ilişki biçimi öngörüyor doğaya bakmak ve onun vahşi ve şiirsel sanatı. Senin sanatında da doğa çok temel bir kaynak.

Doğa ve medeniyet ya da teknoloji arasındaki sınırların muğlaklaştığı, birinin diğerine karıştığı alanları çok ilginç buluyorum. Yani mesela son yıllarda zooloji, biohacking, primatoloji ve doğa tarihi gibi alanlardan çok beslenir oldum. Bunların hepsi doğayı anlamaya, değiştirmeye, sınıflandırmaya, hatta belki kendinin yapmaya yönelik yatırımlar. Bütün bu enformasyon denizini ve farklı düşünce rejimlerini kat ederek pratiğimi oluşturmaya çalışıyorum. Sonuçta hedeflediğim sanat üretimi hem çok kişisel, hem de hiç kişisel olmayan, bu ikiliği içinde barındırabilen (bir) yapı. Deniz Üster ve Laure Prouvost farklı okullardan dönem arkadaşlarım bu arada. O yüzden bu sanatçılardan bahsetmen çok ilginç oldu benim için.  Doğanın ve insan türünün doğayla kurduğu ilişkinin görsel sanatlarda belki de daha önceki dönemlerde olduğundan farklı bir biçimde ortaya çıkıyor olmasının sebepleri, insanın doğayla kurduğu yıkıcı tahakküm ilişkisinde, bunu sonucu olarak da içine girdiğimiz antroposende ya da insan çağında aranabilir belki. Çünkü son dönemlerde, iklim krizi, yeni tarımcılık modelleri, etik beslenme, türlerin nesillerinin tükenmesi gibi konular görsel sanatlarda hızla merkeze doğru ilerliyor gibi görünüyor.

Güçlü sinyaller veren ekoloji, insan türünün doğayla olan mücadelesi ve nihayetinde uygarlığın huzursuzluğu meseleleri Ülgen Semerci ile “Siste” serginizle devam edecek diyebiliriz. Zooloji, biohacking, primatoloji ve doğa tarihi gibi alanların seni heyecanlandırmasıyla adeta bir doğabilimci gibi çizimin sanatının temelinde olması arasında doğrudan bir bağ var gibi. Pek çok başka media ile üretiyor olsan da üretiminde çizim çok öncelikli. Günlük yaşamının içinde de yeri var mı; çizim defteri taşırmısın yanında?

Her zaman. Defter pratiğimin en önemli parçası. Tüm işlerimi bu defterlerde kurgularım. Kendim için aldığım notlar ve yine not niteliğindeki çizimlerle dolduruyorum bunları. Her an yanımda taşıyabiliyor olmam çok önemli. Atölye, zaman, mesafe ve parasal anlamda her zaman erişilebilir bir mekân değil. Ama defterler her yerde ve her zaman atölye işlevi görebiliyorlar benim için.  

0
5800
3
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle