06 KASIM, PAZARTESİ, 2017

Gerçek ve Düşsellik Arasında: Sevgili Arsız Ölüm-Dirmit

Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm romanını yüksek lisans bitirme projesi olarak hazırladıktan sonra izleyiciyle buluşturan Nezaket Erden’le oyunculuk hikâyesini ve romanın uyarlanma sürecini konuştuk.

Gerçek ve Düşsellik Arasında: Sevgili Arsız Ölüm-Dirmit

Sevgili Arsız Ölüm-Dirmit Oyununun yönetmeni Hakan Emre Ünal ile birlikte yürüten Nezaket Erden, romandaki tüm karakterleri Dirmit üzerinden anlatarak tek kişilik bir oyun halinde sergilemeyi tercih etmiş. Taşradan büyük şehire göç eden orta-alt sınıf bir ailede hayalleriyle yaşamaya çalışan genç bir kadın üzerinden anlatılan hikâye, ülkedeki pek çok kadının hayatından izler taşıyor. Sezon boyunca görülebilecek olan oyun, 22 Kasım’da Çevre Tiyatrosu ve 24 Kasım’da Sahne Pulcherie’de sahnelenecek.

Önce senin hikâyeni dinleyebilir miyiz biraz?

Mersin’de doğdum büyüdüm, İstanbul’a ilk kez üniversite için geldim. Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde okudum ve burada tiyatro kulübüne girdim. Öncesinde de tiyatroya bir merakım vardı ama Mersin’deyken denemek için pek bir fırsatım olmamıştı. Kulüpte çok hoşuma gitti sahnede olmak, sürdürdüm bu merakımı. O toplulukla bazı oyunlar çıkardık ve ben okulu bitirdiğimde ya konservatuara girerim ya da yüksek lisans yaparım diye düşünüyordum. Yüksek lisansa karar verdim ve Kadir Has Üniversitesi Film-Drama bölümünde oyunculuk yüksek lisansı yaptım; geçtiğimiz yıl bitti. Sevgili Arsız Ölüm-Dirmit de bitirme projem olarak başladı, sonrasında profesyonel bir düzene oturdu. 

Çizmek istediğin yol hep bu muydu hayatında?

İlkokuldan itibaren içimde garip bir his vardı, paylaşma isteği, insanlarla bir şeyler paylaşacağım ama ne yapacağımı bilemiyordum. Çok küçükken dansöz olmak istiyordum. Ortaokulda voleybol takımına girdim; orada da seyirciler var, alkışlıyorlar. Derslerim kötüleşince annem takım koçuyla konuşup takımdan atılmamı sağlamış, çok sonradan öğrendim bunu. Sonra radyo programları dinleyip, radyocu olmaya karar verdim. Bir yerel radyoya gittim. Onun da sandığım gibi bir şey olmadığına karar verdim. Hâlâ arayış içerisindeyken bir tiyatroya kursiyer arandığını yazan bir afiş gördüm. O gittiğim yerde aşırı mutsuz oldum, çok utangaçtım zaten, sürekli doğaçlamalar yapıyorlar falan. Ben iyice içime kapandım. İçimden bir ses diyor ki sen bunu yapabilirsin ama burada değil. Üniversite seçerken de tiyatro kulüpleri iyi olan bir okul olmasını tercih ettim ve çok da alâkasız bir bölüm olmasın istedim. Tüm bu arayış, insanlarla bir şeyler paylaşmak için meşru alanlar yaratma arayışıydı sanırım. Durup dururken bir şeyler paylaşma anlamında çekingen bir insanım.

©Nazlı Erdemirel

Sevgili Arsız Ölümle nasıl rastlaştınız ve romanın yazarı Latife Tekinle buluşma sürecinizde neler yaşadınız?

Üniversite tiyatrosundan sonra Akademi 35.5 Sanat Evi’nde eğitim almaya başlamıştım. Orada Vahide Gördüm bir atölyede bir roman karakterini sahneye taşımamızı istemişti. Roman araştırmaya başladım o dönem, kitapçıları dolaştım bir hayli. Elime tesadüfen Sevgili Arsız Ölüm geldi. Hemen okumaya başladım, büyük bir şanstı. 2013’tü sanırım, küçük bir kısmını çalıştıktan sonra, o öylece orada kaldı. Kadir Has’ta bitirme projesi yapmam gerekirken roman tekrar aklıma düştü. Önce korkup vazgeçtim, derlemesi çok zor bir roman gibi göründü. Okuldan arkadaşım olan ve sonrasında evlendiğim Hakan Emre (Ünal) o süreçte beni çok destekledi ve kitabı sahne üzerine uyarlama çalışmalarımız başladı, sonra oyunun yönetmeni oldu zaten. Burada seçeceğimiz yöntem çok önemliydi. Çünkü böyle çok katmanlı bir eseri sahneye uyarlamak çok zor. Anlatı dilin, nereden anlatacağın, seyirciyi nereye konumlandıracağın, romanda yer alan tüm karakterleri nasıl bir şekilde seyirciye aktaracağın… Bunları yaklaşık beş ay boyunca tartıştık, sahne üzerinde çeşitli denemeler yaptık. Süreçte Zeynep Günsur Yüceil danışmanlığımızı yaptı, fikirlerini paylaştı. Arkadaşlarımıza küçük deneme gösterimleri yaptık ve yavaş yavaş romandan hareketle Dirmit’in gözünden yaşananların anlatıldığı bir yapı oluşmaya başladı. Bitirme projesi halini hocalara gösterdik; çok beğendiler, geliştirip oynamam gerektiğini söylediler. Bunun üzerine yeni ve yoğun bir çalışma dönemi daha başladı. İzleyenler oyunu hayli beğeniyordu fakat bizim için hâlâ eksik olan bir şeyler vardı. Yönetmenim sadece Dirmit’i değil onun gözünden bütün karakterlerin hikâyelerini işin içine katmayı önerince, 50 dakikalık Dirmit’in hikâyesi 85 dakikaya kadar çıktı. Hakan Emre oyunu anlatı ve edebiyat uyarlamaları üzerinde hayli deneyimi olan, kendisinin de içinde bulunduğu Seyyar Sahne üzerinden çıkarmayı önerdi. Tiyatro Medresesi’nde de uzun bir çalışma sürecine girdik. Süreç sonunda artık elimizde metni temsil ettiğini düşündüğümüz bir oyun vardı. Yazarla irtibata geçme süreci başladı, o süreç biraz zorluydu. Latife Hanım çok yoğun olduğu için ve muhtemelen eserleriyle ilgili uyarlama yapmak isteyen birçok insan olduğu için ne ile karşılaşacağını da bilmediğinden başlarda biraz temkinli davrandı, biz o ara biletsiz gösterimler yapmaya başladık. Altı gösterim yaptık ve seyircinin inanılmaz bir talebi oldu. Latife Hanım’ı da bu oyunlardan birine davet ettik, geldi gösterime. Niyetimizi, romana titizlikle yaklaştığımızı görünce de izin verdi. Bu kararı vermesinin ne kadar güç olduğunu anlayabiliyorum. Çünkü bu romanı okumayan biri belki bu oyunu izleyecek ve romanı temsil eden şey o sırada oyun olacak, çok kolay bir durum değil. Ama gelinen son noktada Latife Hanım oyundan memnun. Aramızda çok güzel bir ilişki oluştu. Bu yaz Gümüşlük Akademisi'nde oyunu oynama şansım oldu. Muhteşem bir deneyimdi. Orada tanıştığım insanları, geçirdiğimiz güzel günleri unutamıyorum. Sevgili Arsız Ölüm’ü yazan eller dünyada bir cennet köşesi kurmuş. Ayrıca Latife Hanım’ı, şimdilerde iyi arkadaş olduğumuz kızı Yasemin’i yakından tanımak da çok güzeldi. 

Sen hikâyeyi nereden görüyorsun? Romanı okuduğunda seni etkileyen ve sana bu hikâyeyi sahnede hayal ettiren şey neydi?

Romanı okuduğum dönemde İstanbul’da zorlu bir hayatım vardı, maddi ve manevi anlamda. Oyunculukla ilgili bir şeyler yapıyordum ama her şey çok belirsizdi. Bu romanı okuduğumda güç ve umut hissettim. Devam etmek için bir sebepti benim için. Bir direnme gücü vermişti. Benim hayatımda da birebir olmasa da Dirmit ile benzerlikler var.  Beni Dirmit kadar annesi Atiye de çok etkilemiştir. Tüm karakterler ayrı ayrı oyun yapılabilecek kadar güçlü. Keşke herkes okuyabilse bu romanı. Topraktan gelen bir hikâye. Zaten en büyük gayelerimizden biri bu romanı okuma ihtimali olmayan insanları da Dirmit’in hikâyesiyle karşılaştırabilmek. Genelde oyunlarımızı İstanbul’da oynuyoruz fakat geçtiğimiz yıl Diyarbakır’da, Amed Tiyatro Festivali’nde oynadım ve oyunun oradaki etkisi çok başkaydı, bunu hissettim. İnsanlar oyundan çıktıklarında hem gülüyorlar hem ağlıyorlar ama acımıyorlardı. Dirmit’in gücüne hayranlıkla ayrıldılar oyundan. Bu sene de olabildiğince çok il, ilçe, köy neresi bizi davet ederse orada oynamak istiyoruz. Zira boş bir alan, hikâyemizi paylaşmak için yeterli. 21 Kasım’da memleketim Mersin’de oynayacağım. Annem ve babam henüz izlemedi. Çok merak ediyorum tepkilerini.

©Nazlı Erdemirel

Büyülü gerçekçilik akımının etkisinde bir romanı sahneye uyarlarken, bu yapıyı korumaya ne kadar istekliydiniz ve ne ölçüde korudunuz?

Büyülü gerçekçiliği nasıl koruyabiliriz diye bir hayli düşündük. Sayıklamayla başlıyor oyun ve düşsel bir yolculuk yapıyor Dirmit. Oradan sonra anlatmaya başlıyor. Aslında seyirciye anlatıyor ama tulumba gibi bir nesne de var düşsel olarak. Gerçek ve düşsellik arasında bir şey kurmaya çalıştık. Seyircinin “bu kız neden kendi kendine konuşuyor” diye düşünmeyi unutup daha rahat kalması ve kendini konumlandırması için, bir miktar gerçekçi bir düzleme çektik. Biraz daha açmam gerekirse; ay, yıldız, deniz, sokak, kuşkuş otu, tulumba… Dirmit her şey ile dertleşiyor. Bunu fantastik ve masalsı bir üslupla göstermek yerine olabildiğince yalın ve gerçek bir şekilde göstermeyi tercih ettik. Düşündüğünüz zaman ay, yıldız, deniz ve sokakla konuşmak hiç de gerçek şeyler değiller ama o ana tanık olurken seyirci bunu hiç düşünmesin istedik. Tıpkı romanı okurken okuyucunun hissettiği gibi.

Hikâyeyi ve diğer aile üyelerini Dirmit karakteri üzerinden anlatıyorsun. Başka neleri ön planda tutup, neleri geri planda bırakmayı tercih ettiniz?

Başlangıçta Dirmit’in üzerinden dönen bir hikâye vardı. Romanın bütününde çalışmaya başladıkça Dirmit’in üzerinde etkisi olan diğer karakterlerin de öykücükleri ortaya çıktı, bütün aileyi görüyoruz aslında sahnede. Daha çok odaklandığımız şey karakterlerin şehirle mücadelesi -ki hepsinin ayrı bir yöntemi var bu konuda. Tüm olanlar sonrasında varmak istediğimiz yer de: “Yaşadığın kötü şeylerin ardından mutlaka çıkacak bir delik bulabilirsin” oldu. 

Biraz önce “birebir olmasa da benzer hikâyeler var hayatımda” dedin. Kendinden ve çevrenden neler buldun Dirmitte ve yaşadıklarında?

Benim de köyle güçlü bir ilişkim var, çocukluğumun büyük bir dönemi orada geçti. Örneğin Dirmit gibi toprak yediğimi ben de hatırlıyorum. Çilesini de, güzel yanlarını da biliyorum köy hayatının. Onların köyden şehire göçerken yaşadıkları çatışmayı çok iyi anlayabiliyorum. Benim de köye gittiğimde konuşmam değişiyor, yerel sözcükler dilime takılıyordu; okulda dalga geçtikleri olmuştur. Dört kız kardeşli, korumacı bir aileden geliyorum aslında. Her yaz camiye giderdik, akşamları dışarı çıkamama, görüştüğümüz insanlar konusunda katılık hâli aşina olduğum meseleler. Romanı uyarlarken ve Dirmit’e çalışırken bu benzerliklerden faydalandım. Fakat benzer noktaları bir yana bırakıp farklı olan noktaları ortaya çıkarttıkça "Dirmit’’ ve "Sevgili Arsız Ölüm’’ iyice belirginleşti. Yoksa bu benzerlik romantik bir bağdan öteye gitmez, yaptığımız oyun da romanı temsil etmezdi diye düşünüyorum.

Sahnede izlerken Dirmiti çok sevdiğini hissettiriyorsun. Dirmit hayatta neyi temsil ediyor senin için?

Kendine acımak bizim kültürümüzün bir parçası gibi. Bende de çok var olan bir durumdu. Dirmit benim için kendine acımama ve ne olursa olsun hayatta devam edecek bir şeyler bulmayı temsil ediyor. Kendimi daha güçlü, bahanelerden uzaklaşmış hissediyorum her oyundan sonra.  

Oyun boyunca aslında bir anlamda Dirmitin orta sınıf ahlâkına direnişine şahit oluyoruz. Sen toplumsal cinsiyet rollerinin farkına ilk ne zaman vardın kendi hayatında? 

Çok küçükken annem ve babam üzerinden fark ettim. Görücü usulüyle evlenmiş, köyde büyümüş bir kadındı annem. İlçe gibi bir yerde, kalabalık bir baba tarafıyla yaşıyorduk. Evlerimiz aynı mahallede ve birbirine çok yakındı. Her şeyine karışıyorlardı annemin. Kendilerini şehirli, annemi köyden gelen birisi olarak görüyorlardı. Bunu bilinçli olarak yaptıklarını düşünmüyorum. Çocuklar üzerinden bile sürekli bir eleştiri oluyordu, çok yaramaz bir çocuktum ben. Gerçi sonra içine kapanık birisi olmaya başladım. Biz oradan başka bir ilçeye taşınmak zorunda kaldık, orada da birtakım zorluklar yaşadık. Sonra annemle beraber köye geri döndük, babam İstanbul’a çalışmaya gitti. Annem bir işe girdi. Bir ay çalıştı ve mahvoldu. Başka bir işe girdi, bize bakıyordu bir yandan. 6 ay geçti, babam bir gün çıktı geldi. O andan itibaren annemle babam eşitlerdi. Annem gücünü keşfetmişti. Artık para kazanan, çocuklarına bakan, tek başına zorlansa da devam edebilecek bir kadın haline evrilmişti. Sonrasında babam çok fazla mücadele etti bu durumları kapatmak için. Şimdilerde dengeli, huzurlu bir ilişkileri var. Babam ise gazeteci olmak istiyor, yerel bir gazeteye haberler hazırlıyormuş fakat babası “böyle iş mi olur, evli barklı adamsın” diyip engellemiş. Bir sürü “erkek” işini de o becerememiş ve mutsuz olmuş. Erkekler üzerinde de inanılmaz yıpratıcı baskılar var bu ülkede. 

Bir başkaldırı yaşamış mıydın kendi içinde ya da dışarı vurduğun, hatırlıyor musun?

Bu tür ailelerde, büyükler birtakım sınırlar çizer ve siz zorlamazsanız, o sınırlar içerisinde kalırsınız. Ben biraz zorladım. Voleybol da tiyatro kursu da bunun bir göstergesiydi. Akşamları gidiyordum, pek istemiyorlardı. İstanbul’a okumaya gitmek dahi öyle. Direttiğin zaman, oluyor. Ailemin gelenekten gelen ve korumaya yönelik bir tutuculuğu var ama bir yandan da zihnen açıklar. O anlamda çok şanslıyım. Garip bir hassasiyetleri var. Biraz zorladım, izin vermezler diyip bırakmadım. Annemle olan ilişkimiz biraz daha sert ve didişmeliydi çocukluk dönemimde. Onun her şeyine karşı çıkardım, biraz hırpalamış olabilirim onu. 

Dirmitin annesi Atiyeyi nasıl değerlendiriyorsun? Dirmite yaşattığı tüm zorluklara rağmen kızamıyoruz, salt cahil bir kadın diyemiyoruz.

Atiye bence çok güçlü bir kadın. Dirmit’in o deliliği ve gücünün ondan geldiğini düşünüyorum. Fırsat bulsaydı Dirmit gibi olurdu Atiye de cahil biri diyemiyorum. Dirmit’e yaşattığı zorlukların birçok sebebi var bana göre. Öncelikle koruma içgüdüsü. Kızını korumak için bir şeyler yapıyor, ona öğretilen, hayat boyu deneyimlediği şey bu. Bir yandan insan kendine çok benzeyen kişilere daha fazla kızar, hareketleri çok daha fazla batar. Huy konusunda Dirmit ve Atiye tamamen olmasa da birbirine çok benziyorlar. Bir yandan çok ama çok zeki bir kadın Atiye, tüm aileyi ufak ufak şeylerle yönlendiriyor. Bir sokağa çıksa, bir görse; her şey değişecek. Hiçbir zaman kızı okuldan alın demiyor örneğin. Oku adam ol, benim gibi olma diyor.

Dirmitle özdeşleştiğin bir diğer nokta, küçük yerden büyük şehire göç kavramı sanırım. Göçler kadınların toplumdaki yerini nasıl etkiliyor?

Benim hayatımda iki kere böyle olay oldu. Biri Mersin’in bir ilçesinden Mersin’e taşındığımda, diğeri de Mersin’den İstanbul’a üniversiteye geldiğimde. Önce adaptasyonda çok zorlandım üniversiteye geldiğimde. Sonra kulüpte arkadaşlar edindikçe iyi hissetmeye başladım. Göçler sanırım kadınları başta içine kapatan bir şey oluyor, o alıştıkları korunaklı alandan çıkıp bilinmedik bir alana geçiş gibi. Baş edemeyeceklerini düşündükçe daha da içlerine kapanıyorlar ve biraz hırpalanıyorlar.  Atiye’nin yaşadığı da bu sanırım; köyde daha rahat, fal bakıyor, iğne vuruyor ama şehre geldiğinde kapatıyor kendini. Oyunda, romanda da olduğu gibi tüm karakterler üzerinde göçün etkisini farklı şekillerde görüyoruz. Erkekler için de benzer bir durum söz konusu. Erkekler de dışarıda çok büyük baskı ve zorluklarla karşılaşıp evde daha sertleşiyorlar. En az kadınlar kadar zor yaşadıkları. Hem kendi babamı düşünüyorum, hem de romandaki karakterleri düşünüyorum. Zaten dünya gündemine baktığımız zaman bu çağın en önemli meselelerinden biri göç meselesi.

©Nazlı Erdemirel

Birkaç sezondur kadın hikâyelerinin sahnelerde görünürlüğünün artmasını nasıl değerlendiriyorsun? Toplumsal bir farklılaşma hissediyor musun?

Maalesef ülkemizde böyle bir gerçeklik ve sorun var. Bu kadar anlatılıyor olması çok güzel ama bazen bu oyunların bir üçüncü sayfa haberinden ileriye gitmemesi, arabesk bir yerde kalması, insanların sadece acıyarak çıkması beni rahatsız ediyor. En korktuğum şey de böyle bir şey yapmak. Kadın hikâyelerinin anlatılması bir işe yarayacaksa umut veren bir yerden olabilir ancak; elbette yaşanılan acılara yer veriliyor sahnede ama bunun dili ve yöntemi çok önemli bence. Ajitasyon ve arabeske kaçmadan yapmak zor olan. Latife Tekin bu anlamda çok kuvvetli bir yazar. Romanlarından da kendisinden de kendime acıma meselesi ile ilgili çok şey öğrendim.

Oyunu izledikten sonra fikren değiştiğine dair geri bildirim veren izleyiciler oluyor mu?

Bir oyundan sonra erkek bir seyirci geldi ve “ben çok etkilendim, çünkü üniversiteye başlayana kadar kardeşlerime böyle davranıyordum onları korumak için, çok baskı gösteriyordum, şimdi çok pişmanım, bir süredir değiştim zaten” diyip ağladı. Sonra kız kardeşlerini getirdi oyuna, beraber izlediler. Şimdiki ilişkileri çok dönüşmüş. Bir kadın da oyun sonrası ağlayarak geldi. Hem gülüyordu, hem ağlıyordu, mutluydu aslında. “Kendimi şu an yalnız hissetmiyorum, bir oyun daha fazla ne yapabilir ki” dedi. Kadınlara daha çok etki ediyor, erkekler ise kadınlarla olan ilişkileriyle yüzleşiyorlar sanırım. Bazen de hiçbir şey söylemeden sarılabilir miyim size diyorlar, sıkıca sarılıp gidiyorlar. Dirmit’e sarılma isteği doğuyor sanırım.  

Sevgili Arsız Ölüm-Dirmit haricinde neler yapıyorsun?

Bomontiada Alt’ta iki performansta rol alıyorum. Birtanesi Fatih Gençkal’ın yönettiği Ellipsis. Diğeri ise Semih Fırıncıoğlu’nun İki isimli yeni gösterisi. “Çocuk Aklı” ekibiyle, çocuklarla ilgili yaptığımız çalışmalarımız var bir de. 

“Tiyatral anlayışa benzer” popüler televizyon işlerini nasıl değerlendiriyorsun? Senin de geçmişte böyle ufak bir deneyimin var. Katkısı ya da kaybettirdiği şeyler oldu mu?

Ben bir anda kendimi öyle bir yarışmada buldum, neden yaptığımı da hâla bilmiyorum. Bazen insan sevdiği mesleğe tutunabilmek için yanlış tercihler yapabiliyor sanırım. İsteyerek içerisinde bulunduğum bir iş değildi. İsimlere güvenip girdiğim ama aradığımı bulamadığım, mutsuz olduğum bir süreçti. Öyle bir oyunculuk üslubuna, mizah anlayışına aşina değilim; sanırım çevremdeki bazı yanlış yönlendirmelerle bu yargımı kırmak istedim. Fakat yargım kırılacağına aksine daha da kuvvetlendi. Elbette bana katkıları olmuştur ama bir daha yapar mısın deseler kesinlikle hayır derim. Oyuncu olarak artık ne yapmak isteyip ne yapmak istemediğimi çok net biliyorum.

0
35224
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle