03 EYLÜL, ÇARŞAMBA, 2025

Kayıp Çocukların Çaresizliği: “The Surfer”

Thomas Martin’in yazdığı, Lorcan Finnegan’ın yönettiği, başrolünde Nicolas Cage’in oynadığı psikolojik gerilim türündeki The Surfer filmi üzerine bir inceleme. 

Kayıp Çocukların Çaresizliği: “The Surfer”

Lorcan Finnegan tarafından yönetilen ve senaryosunu Thomas Martin’in yazdığı The Surfer, Nicolas Cage’in çılgınlıklarla dolu filmografisinin yeni halkası olarak sinemalarda izleyiciyle buluştu. Artık kabul etmek lazım ki Nicolas Cage filmleri başlı başına bir janr. Onun filmlerini çoğu zaman uçlarda gezinen performansı için izliyoruz. The Surfer da ilk bakışta bir adamın köşeye sıkıştırıldıkça gerçekle bağının kopuşunu ve Cage’in alametifarikası çılgınlıklarını sergilediği bir film olarak başlıyor. Ancak film bununla kalmıyor, çok daha ağır, çok daha kişisel bir yere eğiliyor: Babasız büyüyen bir çocuğun kendini gerçekleştirme çabalarına.

​Film, Cage’in canlandırdığı isimsiz karakterin (yazının kalanında kendisinden “Sörfçü” diye bahsedeceğim) oğluyla birlikte Luna isimli bir koya doğru yol almasıyla başlıyor. Sörfçü oğluyla birlikte Luna Koyu’nda sörf yapmak ister ve aynı zamanda oğlu için bir de sürprizi vardır. Luna Koyu, Sörfçü’nün çocukluğunu geçirdiği yerdir ve hemen o koya bakan büyüdüğü evi tekrar satın almak üzeredir. Ancak sahile indiklerinde işler değişir: Koy artık Bay Boys adını taşıyan bir grup tarafından sahiplenilmiştir. Girişteki tabelada “Burada yaşamıyorsan, burada sörf yapamazsın” yazar. Bu kural, yalnızca sembolik değildir; koyun fiili sahibi onlardır. Sörfçü ve oğlu sahile indiklerinde Bay Boys ile kavga etmenin eşiğine gelir. Oğluyla masum bir dalga yakalamak isterken karşısında küçük bir çetenin kurduğu iktidar duvarına çarpan baba geri adım atar. Sörfçü eskiden Luna Koyu’nda yaşadığını söylese de sözü kaale alınmaz, artık orada yaşamıyordur ve orada sörf yapamaz.

Ertesi gün Sörfçü tek başına koya geri döner. Onun hakkında biraz daha şey öğreniriz: Şıktır, iyi bir işi, iyi bir arabası vardır. Kağıt üzerinde her şeyi doğru yapıyordur ama oğlu onun yanında olmak istemez, eski eşi yeni sevgilisinden hamiledir ve evlenebilmesi için boşanma evraklarını imzalamasını ister. O ise sahildeki evi alırsa her şeyi yoluna koyabileceğine inanır. Yıllardır bunun için çalışıyordur. Bir nevi modern Gatsby’dir: Bir zamanlar kaybettiği şeyi geri alma hayaline saplanmıştır.

Sörfçü, Bay Boys ile sahile erişim için bir mücadeleye girişir ama yine her şeyi “doğru yoldan” çözmeye çalışır. Sörf tahtası çalındığında polisi arar ama polis de Bay Boys üyesidir. Kendi başına tahtasını geri almak ister ama eline yüzüne bulaştırır. Kendini savunabilecek kadar güçlüdür ama hakkını aramayı bilmez. Çünkü nasıl arayacağını bilmez. Babası ölünce Luna Koyu’ndan taşınmak zorunda kalmış, tamamlanamamış bir çocuktur o. Bir geri dönebilse her şey yoluna girecektir.

​Her geri dönüş girişimi onu biraz daha küçük düşürür. Bay Boys’un aşağılamaları Sörfçü’nün içinde yıllardır bastırdığı eksiklikleri su yüzüne çıkarır. Onun mücadelesi artık sadece sahilde dalga kapma hakkı değildir; varlığını ispatlama, “ben de buradayım” deme çabasıdır. Ne var ki her başarısızlık, çaresizliğin göbeğine biraz daha yaklaştırır onu. Sörfçü bu görünmezliği delmek için giderek daha umutsuz, daha öfkeli, daha yıkıcı yollara sapar. Bay Boys’un lideri Scully şöyle der “Ne kadar değerli olduğunu anlamak için, her şeyini kaybetmelisin.”

Karakterin her yenilgisiyle birlikte Cage’in meşhur çılgınlık performansları vites artırıyor ama bunu oldukça bağ kurulabilir bir noktadan yapıyor. Çığlık atan, saldırgan, hatta groteskleşen bir adam izlemiyoruz sadece; aynı zamanda ne kadar bitap düşerse düşsün masumiyetini kaybetmeyen ve bir çocuğun çaresizliğiyle yetişkin sorunlarını çözmeye çalışan bir adam izliyoruz. Cage’in oynadığı Sörfçü, tuhaf ama sempati duyulası bir figür hâline geliyor.

Burada filmin görüntü yönetmenliğine ve müziklerine de bir parantez açmak gerekiyor. Seçilen kadrajlar filmin pastel tonlarıyla birleşince Avustralya sıcağını başımızın tepesinde hissettiriyor ve Sörfçü’nün hezeyanlarının etkisini güçlendiriyor. Francois Tetaz imzalı müzikler ise, eğer elli yıl önce yapılmış olsaydı, en az iki yüz Yeşilçam filminde telifsiz kullanılacak kadar iyi.

Finale doğru The Surfer temposunu biraz daha yükseltiyor. Sörfçü’nün başına gelenler, seyircide oluşan beklentiyi büyük bir patlamayla karşılamıyor. Bay Boys, ilk ciddi sarsıntıda darmadağın oluyor; alfa erkekliğin kâğıttan kaplan olduğunu gösteriyor. Ancak Sörfçü’nün asıl yenilgisi onlara karşı koyamamak değil; babasının yokluğunda kuramadığı kimliği bir türlü inşa edememek. Bu yüzden film ne bir kahramanlık anlatısı ne de klasik bir intikam hikâyesi kuruyor. Aksine babasızlıkla açılan boşluğun hiçbir zaman tam anlamıyla dolmadığını gösteriyor.

The Surfer, Nicolas Cage’in filmografisinde belki de en kişisel hissettiren işlerden biri. Deliliğin sınırlarında dolaşırken aslında hepimizin içindeki kayıp çocukla konuşuyor. Ve sormadan edemiyorsunuz: Bu kayıp çocuk gerçekten hiç büyüyebilecek mi?

The Surfer’ı sinemalarda izleyebilirsiniz.

0
978
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage