11 AĞUSTOS, ÇARŞAMBA, 2021

"Her İşle Kendimi Yeniden Doğurduğumu Hissettim"

Fatoş İrwen ile tanıklık, adalet ve merhamet kavramlarını merkeze alan, farklı tekniklerle ürettiği eserlerinden oluşan, Depo ve Karşı Sanat Çalışmaları’nın ev sahipliğindeki ilk kişisel sergisi “Olağan Zamanın Dışında”yı konuştuk.

20 Mayıs – 27 Haziran 2021 tarihleri arasında Depo ve Karşı Sanat’ta eş zamanlı olarak görülebilen “Olağan Zamanın Dışında”yı sanatçı Fatoş İrwen ile birlikte gezme fırsatı bulduğum için kendimi şanslı hissediyorum, bu heyecanımı okurlarla da paylaşmak isterim. “Olağan Zamanın Dışında”nın üretim süreci hakkında merak ettiklerime samimiyetle yanıt verdiği için bir kez daha kendisine teşekkür ederim.

​Küratörlüğünü Ezgi Bakçay ve M.Wenda Koyuncu’nun yaptığı sergide sanatçının “Olağan Zamanın Dışında” geçirdiği günler günce niteliği taşıyan yapıtlarla iki farklı mekâna yayılıyor. Sanatçı coğrafya, iktidar, yaşam, cinsiyet gibi bugünün meselelerini içeren kavramları bir arkeolog edasıyla üretiminde kullandığı değişken malzemelerin diliyle birleştiriyor. Dilsel ve duygusal anlatımın yoğun şekilde izleyici ile buluşturulduğu, üç yıllık cezaevi süreci ve önceki dönem üretimlerini harmanlayan yapıda kurgulanan sergi, bedensel ve ruhsal bir yıkım sonrasını paylaşarak hafifleme, arınma ve yeniden oluşma misyonu taşıyor.

“Olağan Zamanın Dışında” sergisi yıllar içindeki tüm üretim tutkunuzu, malzemenin değişken dilinin etkileyiciliğini izleyici ile buluşturuyor. Sergiyi sizden dinlemenin etkisinde kalmış birisi olarak hazırlık süreci, kavramsallığı ve duygusal deneyim tarafını kendi cümleleriniz ile müsaadenizle okurlar ile de paylaşmak isterim.

“Olağan Zamanın Dışında” sergisi coğrafya, beden, mekân, bilgi, iktidar ve direniş arasındaki bütünsel ilişkiyi, politik tavırla ve politik psikolojik süreçleriyle yıllara yayılan üretimlerimi  sanatsal - felsefik bir biçimde ortaya koyarak somutlaştırdığım eserlerin yer aldığı eşzamanlı iki sergi oldu. “Olağan Zamanın Dışında” sergisi ismini aynı ismi taşıyan ikili bir foto - performans çalışmasından alıyor. Yası tutulamayanın yasını tutma meselesinden hareketle  2010 yılında gerçekleştirdiğim çalışma ve antik dönemlerin de öncesinden başlayarak  günümüze kadar güncelliğini koruyan, yüz yüze kaldığımız çok eski ve hep yeni bir mesele. Bir yas durumuna yuvalık eden bir beden var burada, bu beden iktidar karşısında kendi zamansallığını ortaya koyan “Olağan Zamanın Dışında” bir beden imgesiyle varlık buluyor. Kavramsal olarak iki serginin bütününü kapsayan bir sergi ismine dönüştü. Çünkü üretimlerimin genelinde sürekli bir geçmişe, bu geçmişteki mekânlara, örneğin Suriçi’ndeki evime, bedenlere, nesnelere sürekli bir dönüş var. Ve her dönüşün kendi içinde farklılığı, dönüştürücü gücü ve nihayetinde bir yüz yüzelik söz konusu. Bir taraftan da benim üç yıllık cezaevi sürecimde ürettiklerim ile önceki dönem üretimlerim arasındaki bağ bu iki farklı dönemi kapsayan iç içe geçen ara zamanlarla birlikte, sergi toplantılarımızda her bir işi tartışırken dilimizden düşmeyen bu katmanlı yapı, zamansallıklar, ohaller, olağandışı hâller vs. derken “Olağan Zamanın Dışında” serginin bütününe kavramsal, felsefik olarak  hakim oldu. Tütün Deposu ve Karşı Sanat Çalışmaları olmak üzere iki mekân, iki sergi, iki küratör şeklinde ilerleyen ve gerçekleşen zengin sergiler oldu.

​Duygusal açıdan ağır süreçler oldu benim için. Cezaevinden çıkma döneminde başlayan pandemi yasakları, Türkiye’nin ve sanat ortamının benim için nefes aldırmayan atmosferi, politik etik ikiyüzlülüklerle karşılaşmanın yarattığı yıkımı kabullenmekte zorlandığım bir dönemdi. Bu dönemin de üreterek üstesinden geldiğim ama üretimin de ağırlığının artık kambura dönüştüğünü hissettiğim zamandı. İki sergi ısrarım biraz bu sebeple ilerledi. Şimdi biraz hafiflemiş hissediyorum desem yeridir. Bedensel ve ruhsal olarak bir yıkım bu yıkımın ezici ağırlığı ardından paylaşarak hafiflemek, arınmak ve yeniden oluşmak. Evet yeniden oluşuyorum.

Bu sergide kullandığınız malzemeler izleyicide farklı duyguları harekete geçiren, inişli çıkışlı bir rota oluşturuyor. Fotoğraf, kağıt, tekstil gibi malzemeler tuval üzerinde ya da yerleştirmelerde kullanılıyor. Metinler ise görsel ve duygusal dili birleştiren yapıda. Eser yerleşiminin bütünselliği ziyaret esnasında çeşitliliğe rağmen duraksama anları yaşayabileceğiniz dakikalara imkân sağlıyor. Aynı zamanda sergi iki farklı mekânda (Karşı Sanat ve Tütün Deposu) gösterildi. Buradaki küratöryel kararlardan biraz bahsedebilir misiniz?

Bazen ara verdiğim zamanlar olsa da resim dört yaşımdan beri hayatımda hep vardı. Bunların nedenleri var tabii. Mesela yıllar önce atölyemdeki resimler çalınmıştı ve uzun bir süre tuvale dokunmak istemedim. Zor bir dönemdi geçti. Ama üretim yelpazem daima geniş tutmak istediğim politik tavır meselesi oldu. Bir dönem resim yapmanın anlamsız ve gereksiz olduğunu kendince salık veren bir sanat ortamı oldu. Varsa yoksa video, fotoğraf olmuştu Diyarbakır’daki sanat üretimleri. Ve bu bir sorundu. Hiçbir biçimde kısıtlanmayı kabul etmeyen bir çocuk olarak büyüdüğüm için üretimlerim de anarşist bir tavırla ilerledi.  Fotoğraf, video, enstalasyon, performans, performatif işler, tekstil işler, resimler, sınırsız nesne, coğrafya, mekân, beden, duygu ilişkisi içindeki direnç kaynakları benim bir şeye sabitlenmemi imkânsız kılıyor. Çünkü böyle yaşamıyorum, bir taraftan hayatın inişleri çıkışları içinde düşe kalka yaşamakla da ilgili bu, dayatılan rolleri kabullenemeyişle ilgili aynı zamanda, içinde bulunduğum politik çalkantılı coğrafyayla ilgili vs. Steril bir dünya algım yok; çünkü bu imkânsızdı zaten ve hâlâ öyle. Hayatın, bedenin, mekânın, durumların, karanlık tarafları ve düğümleri var; bunları yüzleşme, baş etme, direnme yöntemleriyle anlamaya, yaşamaya, çalışmak aslında. İki sergiyi yapmak için her toplandığımızda enine boyuna tartıştık. Ezgi Bakçay’ın bir kadın olarak sanat, politika mevzularıyla hemhâl olan biri olması sebebiyle benim önceki dönemki beden politikaları bağlamında tartışılan işlerimi üstlenmesini çok istiyordum. Wenda Koyuncu’nun da bu iki serginin izleyici açısından zorlayıcı olmaması ve kafa karışıklığına yol açmaması için Depo’yu cezaevi ağırlıklı, Karşı Sanat mekânını da cezaevi öncesi dönem şeklinde genel bir belirleme önerisi işimizi kolaylaştırdı. Seçki yapmakta çok zorlandık ve bu mekânsal ayrım ile bir parça rahatlayınca sergi oluşumu da daha hızlı aktı. Cezaevi öncesi ve sonrası dönemler olarak sergiyi mekâna göre ayırsak da bazı işleri eski ve yeni olmak üzere iki mekâna da yaydık ki zaten önceki ve sonraki dönem işleri birbiriyle sıkı sıkıya ilişki içinde yan yana gelebiliyor.   

Sergi adeta bir günce niteliği taşıyor. Sizin geçirdiğiniz “Olağan Zamanın Dışında”ki günlere… Olduğu gibi tüm samimiyeti ile ürettiğiniz yapıtlarda açıklıkla paylaşım yapmak eminim kolay olmamıştır. Bu süreci üretime dönüştürmek, paylaşmak ve aktarmak bir nebze yaşananları hafifletebilir mi sizce? Bunun size faydası oldu mu?

“Olağan  Zamanın Dışında”ki günler bazılarımızın var olduğu andan itibaren o “zaman”ların ağırlığıyla yoğrulduğu ağır zamanlar ve dolayısıyla hiç kolay değil. Bazı şeyleri konuşmak, ifade etmek çok ağır, zor hatta imkânsız olduğu için işe, esere dönüşüyor. Bir bakıyorum birer günlük gibi akıyor bedenimden, gözümden, uzuvlarımdan ve benimle birlikte yaşadığım yerden taşıyor. Dilsizleştiğim şeyler bunlar ve bu meselelerim akışla başka bir oluş hâline geliyor. Her işle kendimi yeniden doğurduğumu hissettim hep. Bu bile o kadar yıpratıcı ki… Bazen bazı şeyleri paylaşmanın insanı sıkıştırdığı, utandırdığı durumları da yaşıyor insan çünkü bunları paylaşmak kendini, içini açmak ve bu hiç kolay olmayabiliyor. Bunu aşmak bile başlı başına bir irade gerektiriyor. Ve hafiflediğimi hissettim; çünkü yükümü izleyiciyle paylaştım bir nebze. Bunun hafifliğinden söz edebilirim ama faydası oldu mu bilmiyorum. Fayda ya da zarar gözüyle bakamadığım bir duygu bu. Bu sergiler izleyenle bir bakıma bakışma, birbirimize dokunma imkânı yarattığımız alan açtı. İnsanlardan aldığım tepkiler inanılmazdı ve hemen herkes çok uzun zamandır böylesi bir duruma duyduğu özlemle sarıldı. Üzerine saatlerce sohbet etme imkânını çoğalttı bu sergilerdeki işler, izleyenle derinden ilişkiye geçti. Bir sanatçı daha ne ister ki... Bunun yarattığı hafiflik başka türlü bir ağırlığa gebe bir durum elbet. Serginin zengin içerik ve dokusu, duygusu benimle ilgili beklentiyi de arttırıyor maalesef. Fakat buna çok takılmadan önüme bakmak istiyorum.

​Faydadan söz edeceksek de bu iki sergi, yıllardır üreten biri olarak neden daha önce bu işleri ve beni tanımadıklarına hayıflanarak bunun nedenleri üzerine yeniden düşündürdü pek çok insanı. Pek çok sanatçı, entelektüel, sanat kurumu ile “Sen neredeydin? Ve seni neden daha önce tanıyamadık?” tarzında yığınla buluşma, tanışma sorularıyla karşı karşıya geldik. Bu son derece önemli bir mevzu. Serginin gücü, kadın sanatçı olarak hem cinsiyet hem etnik hem de coğrafya üzerinden yapılan ayrım ve adaletsizliğin ne korkunç boyutta olduğunu, yıllardır sömürgeci oryantalist bakış açısıyla Kürt bölgelerinde belli hedef, grup seçilerek sanat etkinliği yaparak vicdanını temizleyen sanat kurumlarına, insanlara ve bu durumun sonuçlarından memnun olan kişileri de kendiliğinden bir kenara savurarak bir hesaplaşma zemini sağlaması bakımından önemli oldu.  

Sanatsal üretiminizin politik ve sosyal meselelere başkaldırı niteliğinde olduğu apaçık. Ancak bunu yaparken mevcuttakine değil çok net bir öngörü ile gelecekte olabilecek olayları kâhin edasıyla sezip üretiyorsunuz. “Sur” serisi bu durum için kanlı canlı bir örnek niteliğinde. Bunun dışında üç yıllık cezaevi sürecinde her malzemeyi arkeolog edasıyla bulmaya çalışmak, ortaya çıkarmak, saklamak, toplamak üretim için kullanmak da buna benzer bir öngörü yeteneği bence. Sergiyi gezerken hemen her saniyesinde gülümseyerek anlattınız yapıtları… Öngörüsü yüksek ve optimist birisi olarak nitelendirir miydiniz kendinizi ve pratiğinizi?

Hayvani bir sessizlik ve dinginlik içinde duyumsamak dünyayı ve duyumsamanın coşkusuyla  taşmak diyorum. İnsanın sonsuz bilme arzusunun nafileliği, bilgi ve bellek, duyumsama ile birleşince öngörüyle karşılıyor insan yaşamı ve bu bazen korkunç bir çaresizlik hissiyle gerçekleşiyor; çünkü olacak olana engel olamamanın çaresizliği ağırlaştırıyor, incitiyor insanı.  “Sur” serisi bu duyguyu en yoğun hissettiğim serilerden biri oldu. Çizdiklerimle sanki olacaklara yön vermişim duygusuna kapılıp kendimi kötü hissettiğim çok oldu. Sur Fragmanları performansı, cezaevine girmeden iki gün önce yaptığım sur içindeki performansta da aynı duygu içinde buldum kendimi. Çocukluğumu düşünüyorum da o vakitlerde de böyleydi. Sezgilerim daima çok güçlü oldu. Fakat sezgilerime teslim olmamak için bazen onları duymazdan geldiğim oldu ve bu yüzden çok hata yaptığımı biliyorum. Sezgilerime kulak vermediğim için pişmanlık duyduğum zamanları biliyorum fakat hayatın sınırsız olasılıklara sahip olduğunu bilmek bile sezgilerinize kulak asmamak için bir neden olabiliyor çünkü bu da bir ihtiyaç olarak reelde karşınıza çıkan bir durum. Tıpkı güvenmeseniz de güvenmek zorunda kaldığınız durumlar gibi. Fakat sonra bir bakıyorsunuz ki manipülasyonlarla dolu bir gerçeklik karşısında hayvan tarafımız bizi hayatta tutan tek şey oluyor ve kişisel olarak bu tarafta durmak istiyorum. Bu taraf benim insani yönümü, aklımı, mantığımı koruyan bir kalkan adeta.

Kısmen optimist birisi olduğumu söyleyebilirim öyle olmasam nasıl üretebilir, mücadele edebilir ya da alternatif fikir, tarih, dünya düşünebilirdim ki… Her seferinde kendimi yeniden keşfetmenin verdiği bir hazla, zayıflıklarımla, gücümle, sezgilerimle, akıl ve mantığımla, taze tuttuğum öfkemle birlikte yaşıyor ve yaratıyorum. Dünyanın acısını hissederek ama politik tavır ve duruş geliştirerek yaratıcı tarafta olunca yaşamla tebessüm ederek bakışıyor insan. O nedenle gülümsüyorum.

​Malzeme dediğiniz şeylere salt malzeme olarak bakamıyorum. Bu nesneler hiçbir zaman sadece kullanım nesneleri olarak bulunmadı hayatımda. Benimle yol alan şeyler hep. Hayatın bütünü içinde yaşama eşlik eden, anlam kazandıran, kendi meselesi olan birer özneye dönüşenler. Yıllar içinde politik tavrım ve üretimimle öyle iç içe geçti ki, sistem nasıl ideolojik politik bir dizaynla tahakküm unsurlarını fark ettirmeden hayatın içine her mekânına, her alanına belli belirsiz çoğaltıp yaygınlaştırıyorsa ve insana kaçış imkânı bırakmıyor nefes almasını zorlaştırıyorsa kendi mi de hep “Benimle yol alan şeyler” ile sürekli karşı hamle oynayan bir pozisyonda buldum. Dolayısıyla politik tavrımın ayrılmaz bir parçası olarak birbirimize eşlik ediyoruz. Bu şeylere salt malzeme gözüyle bakmak tam olarak sömürgeci zihniyetle aynı pozisyonda olmak olarak ifade ediyorum.  

Son olarak özgürlüğü iki farklı şekilde deneyimlediğini konuşmuştuk. Cezaevi günlerinin ardından özgürlüğe kavuşman ancak eş zamanlı olarak pandemi, sokağa çıkma kısıtlamaları ve mevcut düzenin dayattığı görece mantıklı yaptırımlar ile deneyimlenen bir süreç… Okurlar için de bu deneyimi buradan paylaşmanızı isterim.

Özgürlüğü de tutsaklığı da farklı hâlleriyle deneyimlediğim yıllar oldu. Üç yıllık cezaevi sürecini üretimle özgürleştirdiğimi hissettiğim yoğun bir dönem yaşadıktan sonra dört duvar arasından çıktığım zaman pandemiyle beraber yeni bir durum içinde bulmuştum kendimi. İçerdeyken iktidar sisteminin dayattığı sınırlı dünyayı paramparça ettiğimi pratiklerimle hissederek çıktım. Bunun haklı gururunu yaşıyorum. Bu kez daha karmaşık ve akıl almaz duygu durumlarını yaşadığım ancak bunu da ne yazık ki rahatlıkla paylaşamadığım bir dönemdi. Çünkü herkes kapanma durumunu yaşıyordu fakat herkes eşit değildi, ne koşullar, ne insanlar… Virüsün herkesi eşit biçimde etkilediği, zengin, fakir ayrımı yapmadığı söylemi kısmen doğru olsa da bu doğruluk payı pek çok eşitsizliği, adaletsizliği meşrulaştırarak bu sorunları derinleştirmekten başka işe yaramadı. Yani doğruluk payı olan bir söylemin  manipülatif etkisi hakim oldu diyebilirim. O kadar eşittik ki evinde intihar eden umursanmaz oldu yada gene evinde şiddetin türlü biçimlerini yaşayanlar şiddetin her türlüsüyle çaresiz bir baş başalık yaşıyordu. Çok eşittik ve bunlar sadece araştırma konusu ya da istatistik olarak gündem olabildi. Yani pandemi meselesi bir virüse bağlı hastalık meselesini aşan başka  meseleleri yarattı ki bu meselelerin pandemiyle birlikte meşruiyet kazanmış olması çok sorunlu bir durum. İnsan iradesinin sıfırın altında sabitlendiğini hissediyorum. Özgürlük artık daha uzak bir manzara gibi görünüyor. İlişkiler aşırı kırılgan. Sistemin yaptırımlarına insanların bu kadar hızlı adapte olması, herkesin birbirinin bekçisi, polisi olmaya ne kadar hevesli olduğunu görmek çok yaralayıcıydı. Ve pandemi insanın veremediği en berbat sınav oldu. Ve bunlar virüsten daha tehlikeli kalıcı hasarlara, sonuçlara yol açtı. Demem o ki, belleğimizi diri tutup tüm bu yaşadıklarımızı unutmadan , deneyimlerimizden çıkaracağımız dersler olduğunu hep hatırlayıp ona göre hareket etmek bir mecburiyet. Paylaşımsız bir dünyada bir hiç olduğunu herkes bilmek zorunda. Zira bu yeni dünya sadece parası olanlara yaşam hakkı tanıyan bir dünyaya dönüşüyor. Hakkını arayan bile artık arayamaz oldu. Baştan kokan durum her kesime sindi. Oysa insanın birbirini iyileştirme gücü inanılmaz. İnsan bu potansiyeline yabancılaştı unuttu, iradesizleşti. İşte en korkunç olan bu.

​Benim için de tüm bunları her seferinde şaşkınlıkla gözlediğim, sabrımı ve kendimi yeniden sınadığım yeni bir dönemdi diğer insanlardan farkım vardı. En kötü koşullarda üretmeyi bir yaşam tarzına dönüştürdüğüm için yeni bir üretim dönemine girmiştim. Bu durum içinde bulunduğum zalimane, karmaşık, kırılgan duygulardan sıyrılıp serin kanlı olmamı, yeniden düşünmemi sağlıyordu. Bu şekilde anlamaya çalışırken hâlihazırda tutsaklıkta koruyup kaybetmediğim bir iç disiplinle üretiyor olmak kendimle, bedenimle, dünyayla kurduğum bereketli bir ilişkinin hayat kurtarıcı yönünü yeniden deneyimleme şansına eriştiğim bir dönem oldu.

0
5853
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage