Stephen King’in aynı adlı novellasından Mike Flanagan tarafından sinemaya uyarlanan, Tom Hiddleston’ın başrolde yer aldığı Chuck’ın Hayatı adlı film üzerine bir inceleme yazısı.
Mike Flanagan’ın son filmi Chuck’ın Hayatı (The Life of Chuck), görünüşte 39 yaşındaki Chuck Krantz’in ölümüyle evrenin yok oluşunun kesişimini ele alıyor. Akabinde geriye sararak Chuck’ın hayatından kesitlere tanık oluyoruz. Ancak derine kazınca film, Nazım’ın tabiriyle insanın “bütün işinin gücünün yaşamak” olduğu temasını içinde barındırıyor ve hayatımızdaki insanlarla zenginleştiğimizi, kendi çelişkilerimizle var olmamız gerektiği söylemini taşıyor. Düz çizgisel olmayan bir anlatı tarzı benimseyen film, adeta insanın ölümü öncesinde bütün hayatının gözleri önünde akışını simgeliyor. Dolayısıyla film, büyük evrenler ve gösterişli anlatıların anlatıldığı günümüzde kompakt fakat samimi mesajıyla senenin sürpriz filmlerinden biri hâline geliyor.
Otuz Dokuz Harika Yıl İçin Teşekkürler, Chuck!
Chuck’ın Hayatı, ünlü yazar Stephen King’in aynı adlı novellasından uyarlandı. Film sonuncu perdeden başlayarak evrenin sonunu resmetmekte. Evrenin sonu, 39 yaşında ölmeye yüz tutan Chuck Krantz’in akıbetiyle çakışmakta. Kıtaların sulara gömülmesi, nükleer felaketler, durdurulamaz depremler derken yıldızlar ve gezegenler yok olur. Chuck’ın bütün hayatı gözlerinin önünden geçer. Chuck’ın çocukluğu, gençliği, büyükanne ve büyükbabasıyla ilişkisi ve ilk aşkıyla olan yolculuğuna tanık oluruz. Esasında Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünde ifade ettiği üzere Chuck’ın hayatındaki hafifletici sevinçler kaostan (evren, ölüm, yıkımlar) doğar.
Filmin önemli motiflerinden birisi dans. Büyükannesinin onu dansa teşvik etmesi Chuck’ı önce ilk aşkına, ardından hayatın kendisine bağlar. Dans, Chuck’ın hayatta kalmasını sağlayıp Nietzsche’nin tabiriyle “dans etmeye değmeyecek hiçbir düşünceye bağlı kalmama”sını sağlar. Ayrıca sadece kendisi değil başkalarıyla da ilişkisini güçlendiren bir unsurdur dans. Ölümünden altı ay önce bir komplekste gezinirken umutsuz bir bateristle kesişir. Bateristin tuttuğu ritme ayak uydurur. Dans başlar. Baterist kimsenin ilgisini çekemeyip dağınık hayatına dönmeyi beklerken ardında erkek arkadaşı tarafından terk edilen bir kadın dans eden Chuck’ın kalabalığına takılır. Chuck, kadını davet eder. Beraber dans ederler. Öyle harika dans etmek için değil. Filmde motif hâline gelmiş Whitman’ın Benliğin Şarkısı’ndaki dizelerde dendiği gibi: “Varlığımı kutluyorum, şarkımı söylüyorum /Neye bürünürsem ben, ona bürüneceksin sen, /Bana ait her bir zerre sana da aittir zaten.” Dolayısıyla burada kaostan (umutsuzluk, terk edilmişlik) bir yıldız (dans) doğar. Tüm bunlar ışığında film, Chuck’ın yaşam sevincini benmerkezci bir perspektiften işlemez. Yaşam sevincini rizomatik bir ortaklaşma perspektifinden ele alır.
Yaşadım! Diyebilmek İçin
Filmin muhtemelen en kafa karıştıran kısmı son perdedeki (filmde izlediğimiz ilk kısım) öğretmen Marty, hemşire Felicia, patenci kız ve mezarcı Sam’i Chuck’ın gençliğinde de görmemiz. Flanagan akıllı bir tercihte bulunarak zamansal algıyı ve gerçek-hayal gücü arasındaki köprüyü yıkmayı tercih etmiş burada. Esasında bu kişiler Chuck’ın çocukluğu ve gençliğinde hayatına dokunmuş kimseler. Zira perdeler arasında şiirler uyaklama da söz konusudur. Bazı replikler belli sahnelerde tekrarlanır. Son perde esasında yaşanmamıştır. Chuck’ın gözünden ya da hayal gücünden hayatının son saniyelerinin yansıtılmasıdır. Ancak Chuck’ın karısı ve oğlu ile Chuck’ın ölüm anları gerçek dünyada yaşanmıştır. Zira, Sam Chuck’ın büyükanne ve büyükbabasının evinde yaşar.
Filmde esas motif hâline gelen ise Whitman’ın “Çelişiyor muyum kendimle?/ Pekâlâ, çelişiyorum kendimle, /(Büyüğüm ben, yığınları taşıyorum içimde.)” dizeleri hayatımızı tanıdığımız insanlarla, biriktirdiğimiz anılarla zenginleştirdiğimizi göstermekte. Flanagan bu söylemleri ele alırken romantik veya melodramatik bir yönden değil; aksine yaşadığımız dünyanın karamsarlığını yansıtmakla beraber günümüzde yaşamanın önemini, sevdiklerimizle geçirdiğimiz vaktin ve dans etmeye değmeyecek düşüncelerle uğraşmamayı anlatmayı önemsemekte. Tablolu anlatım ve geriye dönük izleği tercih etmesine rağmen filmin sonunda bütün tabloları birbirine bağlayacak şekilde filmi kurması filmi oldukça güçlü kılıyor. Öte yandan sadece Chuck değil filmdeki bütün yan karakterlerin işlevsel bir şekilde biçimlendirilmeleri, hepsinin hikâyesinin olması ve derinlikli karakterler olmaları da Flanagan ve King’in karakter yaratmadaki becerilerini göstermekte.
Chuck, üniversite zamanı, başka bir eve taşınmadan önce çatı katına çıkar. Çatı katını kendi büyükbabasının yasaklamasının nedeni çatı katının geleceği göstermesi, kendi akıbetini göstermesi. Chuck burada kendisiyle ilgili bir gerçekle yüzleşir. Ancak Nazım’ın dediği gibi böylesine sevecek dünyayı “yaşadım” diyebilmesi için yaşama “evet”, der. Chuck ölüm karşısındaki hafifliğini korur. Kendini yaşam ve ölüm diyalektiğine teslim eder.
Değerlendirme
Chuck’ın Hayatı, ölümü merkeze alırken aslında yaşamı olumlayan bir film. Whitman’ın evrensel bütünlük vurgusu film boyunca iç içe geçmekte. Ayrıca film, Nazım’ın “yaşamak şakaya gelmez” diye başlayan dizeleri ve Nietzsche’nin “dans etmeye değmeyecek hiçbir düşünceye inanmam” sözlerini de akıllara getirmeyi ihmal etmiyor. Chuck’ın kendi ölümüne tanıklığı, son kertede bir “yaşadım” diyebilme imkânına dönüşüyor. Dans, bu bağlamda yalnızca bir hareket değil; varoluşu hafifleten, başkalarıyla ortaklaştıran, yaşamı anlamlı kılan bir jest hâline geliyor. Flanagan, küçük anların şiirselliğiyle büyük kozmik sonu aynı düzleme taşıyor: yaşamın kırılganlığı ile onun onurlandırılması arasındaki gerilim. Böylece The Life of Chuck, ölümü hatırlatarak yaşamı övmeyi bilen nadir filmlerden biri hâline geliyor.