
Labirent Sanat, Arzu Arbak ile Aslıhan Kaplan Bayrak’ın “Derin Salınımlar, Sessiz Yankılar” başlıklı sergisini 20 Aralık’a kadar sanatseverlerle buluşturuyor.
“Hız ve görüntüyle örülmüş günümüz dünyasında beden sessizce direnir. Çünkü bedensel duyum, varoluşun en derin tabakasıdır, bastırılsa bile silinemez. Yavaşlık, artık bir etik hâline geliyor. Merleau-Ponty’nin ‘görmenin bir dokunma biçimi’ olduğunu hatırlatması gibi, çağdaş sanat ve felsefede de bedenin yavaş, derin, çok duyulu deneyimini yeniden keşfediyor. Bu bağlamda, “bedensel duyum” artık bir verili durum değil, politik ve varoluşsal bir seçimdir. Yavaşlamak, duyumsamak, dokunmak bugünün dünyasında neredeyse bir direniş biçimidir. Evet, günümüzde bedensel duyum zayıflamıştır ama tamamen kaybolmamıştır. O, hızın, görüntünün, ekranın altında hâlâ titreşir. Ve belki de tam da bu baskı yüzünden, duyumsamanın yeniden hatırlanması bu çağın en radikal eylemidir. Şimdi bize düşen, gözün hükümranlığında yeniden duymayı öğrenmek, yavaşlamak, yeniden nefes almak, bir görüntüye değil, bir varlığa bakmaktır. Teknolojinin hızla ördüğü bu dünyada, bedensel açıklık varoluşun son sığınağıdır. Ve belki de insan, bir kez daha gözün değil, derinin hafızasından doğacaktır.
‘Derin Salınımlar, Sessiz Yankılar’ sergisi, bedenin geri dönüşü için görmenin hızına karşı, duyumsamanın yavaşlığını savunuyor. Çünkü bedensel varoluş, yalnızca bir bakış mesafesinde değil; tenin altında, kasların, nefesin ve zamanın derin kıvrımlarında saklıdır. Beden bir sınır değildir; o, dünyanın kendini hissettiği bir arayüzdür. Her dokunuş, her nefes, her bakış dünyanın bize değme biçimleridir.
Boşluk, yokluk değil; ‘oluş’un potansiyel alanıdır. Her şey boşluktan doğar. Sunyata bize, yokluğun değil sonsuz imkânın adını verir. Sergideki işler, tam da bu imkânın kıyısında titreşir: görünürlük ile siliniş, ses ile sessizlik, ışık ile karanlık arasında. Geçicilik, bu serginin damarlarında dolaşır. İşler, kalıcı bir iz bırakmak için değil, gözün kenarında, kulağın eşiğinde beliren küçük titreşimler olarak var olur; kayboldukça daha çok hissedilir, silindikçe daha çok parıldarlar. Her titreşim, her nefes, her yavaş bakış bu boşluğu doldurur ama boşluk asla tamamen kaybolmaz. O, oluşun devam eden yankısıdır hem davet eden hem de direnç gösteren bir alandır. Geçicilik, yalnızca kayıp değil bedensel ve duyusal farkındalığın temelini oluşturur. Her ışık kırılması, her ses titreşimi, her dokunuş geçiciliğin içinde saklı bir süreklilik sunar.
Duyumsama, gözün egemenliğine karşı bedenin sessiz bilgeliğidir. Zaman, saatlerin çizgisiyle ölçülemez. Şiirsel zaman içten akar, katmanlaşır, yoğunlaşır. Bu sergi, hızın ve görselliğin egemenliğine karşı bir çağrıdır; yavaşla, duyumsamayı hatırla, boşluğun ve geçiciliğin içinde bedensel bir varoluşu yeniden keşfet. Çünkü hiçbir şey sabit kalmıyor. Her şey, salınımlar hâlinde ortaya çıkıp geri çekiliyor. Bir yankı gibi önce güçlü, sonra giderek sönümlenen. Ama tam da bu sönümlenme, varlığın en çıplak hakikatini açığa çıkarıyor.
‘Derin Salınımlar, Sessiz Yankılar’, izleyiciyi evrenin hem mikroskobik hem makroskobik düzeyde titreşen yapısına tanıklık etmeye çağırıyor. Sessizlik burada durağanlığın değil, evrensel bir hareketin en yoğun biçimde hissedildiği alanın adıdır. Evreni anlamaya yönelik en temel bulgular, onun sessiz bir titreşimler bütünü olduğunu gösterir. Her şey, en derin düzeyde salınımlar üzerinden var olur: atomların kuantum titreşimleri, beynin sinaptik dalgaları, yıldızların kütleçekimsel dalgalanmaları… Görünür dünya, bu titreşimlerin yoğunlaşmış ve geçici hâllerinden ibarettir.”