10 KASIM, PERŞEMBE, 2022

Yemek, Müzik, Dans ve Hayatın İçinden Diğer Bazı Acılar

Janae Marks’ın gerçeği araştıran ve doğru olduğuna inandıklarının peşinden giden cesur bir genç kızın hikâyesini anlattığı kitabı Zoe’nin Masasından üzerine bir yazı.

Yemek, Müzik, Dans ve Hayatın İçinden Diğer Bazı Acılar

O güne kadar hiç görmediği babasının cezaevinden gönderdiği, tam da doğum gününe denk gelen bir mektup alınca hayatı başka bir yöne akmaya başlayan Zoe’nin hikâyesini okuyacaksınız bu romanda. Bu kitabın bir özelliği, yazarı Janae Marks’ın birçok yazarın kitabını yayımlamış bir yayıncı olması. Türkçede Gizem Şakar'ın çevirisiyle Genç Timaş'tan yayımlanan Zoe’nin Masasından ise onun yazdığı ilk roman. Bir kitaptan söz etmeye hiç böyle direkt başlamamıştım doğrusu. Ama sanırım bir yanım hâlâ 12 yaşındaki Zoe’nin en yakın arkadaşı; belki bazen de kendisi…

“On iki yaşına girdiğim gün, o günün o zamana kadarki en sevdiğim doğum günüm olacağından emindim ama sonra o mektubu aldım,” diye başlıyor Zoe’nin Masasından. Evet, kahramanımız Zoe, 12 yaşında ve o güne kadar babası sandığı kişinin aslında üvey babası olduğunu, üstelik öz babasının da cezaevinde olduğunu öğreniyor. Kendisi hariç çevresindeki herkesin bildiği bu gerçek karşısında kısa süreli bir bocalama yaşayan Zoe, zevk aldığı pasta yapma işinin yanında, gerçek babasını tanımaya adıyor kendisini. Buna da onun cezaevine girmesine neden olan olayı öğrenmeye çalışarak başlıyor. Bu çaba, bir yandan da annesine yalan söylemek anlamını taşıyor, çünkü Zoe, herkesten gizli olarak yazdığı mektuplarla babasını tanımaya, onu anlamaya çalışıyor. Artık dünyayla tek derdi; babasının gerçekten iddia edildiği gibi bir katil olup olmadığını öğrenmek.

“Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağmasına rağmen kendimi dünyanın en şanslı kızı gibi hissediyordum. En iyi arkadaşlarım Jasmine ve Maya ile birlikte profesyonel bir mutfakta çikolatalı cupcakeler pişirmiş ve üzerlerini şekerlemelerle süslemiştik.” (Sayfa 7)

Oysa Zoe’nin o güne kadarki en büyük hayali usta bir pastacı olmak. Zaten bu yaşta ilgilenmesi gereken arkadaşlık, oyun, okul gibi onca şeyden uzakta bir dünyada yaşıyor. İşte, şimdi de gerçek babasının mektubunda bahsettiği şeylerle uğraşmak üzerine çabaları, onu, birkaç adım daha zorlaşan bir başka dünyanın kapısında öylece ayakta dikili bekletiyor. Babası, mektubunda daha önce de yazdığını, ancak ona cevap vermediğini söylüyor. Oysa bu, Zoe’nin babasından aldığı ilk mektup. Peki, babası doğru söylüyorsa, o mektuplar nerede? Zoe, pek çok sorunun girdabında, öylece bekliyor o kapıda. Her şeyden önce, annesinin yeni hayatında kendisini korumak için sakladığı mektupları ölesiye merak ediyor.

Bütün bu düşüncelerle boğuşurken, yazdığı ilk mektubunda hayatında köklü değişime yol açacak sorularını babasına bir bir sormaya başlıyor Zoe. Her şeyin farkında; biliyor ki bu sorulara alacağı yanıtlar, hayatının bundan sonra nasıl ilerleyeceğini belirleyecek. Öyle ki her şey babasının, cezaevinde olmasına sebep olan cinayeti işlemediğini iddia etmesiyle kendi yolunu buluyor. Çünkü Zoe, kandırıldığını öğrendiği an babasını da bulmuş olmanın verdiği telaşlı duygulardan olsa gerek, babasının çok büyük bir haksızlığa uğradığına inanmak istiyor ve hummalı bir şekilde “acıyı” araştırmaya başlıyor.

“Senden haber alacağımı hiç düşünmediğimden çok şaşırdım.” (Sayfa 25)

Zoe, babasının mektuplarındaki samimiyetle birlikte onun kendisine önerdiği şarkı, yemek ve pasta tariflerinden etkileniyor en çok. Bir yandan da hani denir ya, kan mı çekiyor ne? Ve sonra araştırma sürecine girdiğinde, hayatı çok erken öğreniyor. Önce insanların suçsuz da olsa ırk ayrımcılığı ve çıkar ilişkileri nedeniyle haksız yere cezaevine girebileceği gerçeğiyle karşılaşıyor örneğin. Araştırmalarına devam eden küçük kahramanımız sonra da annesinin, babasını terk etme ve kendisine yeni bir hayat kurma kararını alışından hareketle, büyüklerin dünyasının kolaycılıkla nasıl harmanlandığına tanıklık ediyor. Oysa geçmiş, büyükler tarafından geride bırakılacak bir şey olsa da bazı çocuklar için yeni başlıyor olabilir… Tam da bunu karşılar şekilde, “Geçmişi geride bırakmak istiyor olabilirdi ama benim için her şey yeni başlıyordu,” (Sayfa 132) diyor Zoe. İşte bu çıkarımla işe koyulan kahramanımız, babasının işlemediğini iddia ettiği cinayet yerinde o saatte bulunmadığının tek tanığı olan ancak mahkemenin dinleyemediği o kişiyi bulmaya çalışıyor. Oldukça da kararlı: “Her neredeysen, seni bulacağım.” (Sayfa 148)

Tabii masumiyet denen şey, bazen öyle kolay ispat edilmiyor. Sanırım bunları, izlerken büyüdüğümüz Türk filmlerinden öğrendik biz de…

Romanda; büyükanne, anne ve baba rolleri ile doğru olanı, çoğu zaman da doğru sanılanı sorgulama ve gerçeği arama yöntemleri irdelenirken; aynı zamanda yanlış, körü körüne inanma, ayrımcılık ve yarıştırma huylarımız da bir başka açıdan sorgulanıyor. Hikâye ilerledikçe Zoe ile birlikte pasta yaparken incirin, tarçının ve üzümün letafeti ve uyumu kadar, genel geçer ahlâk anlayışımızı da gözden geçirme çabası yakamızı bir türlü bırakmıyor. Üstelik yer yer onun bir çocuk olduğu gerçeğinden uzaklaşabiliyoruz. Bir başka yerde ise, bir çocuğa, “Masum insanlar cezaevine girer mi?” diye dehşet bir soru sorduran büyüklerin dünyasıyla, yine bir çocuğun irdelemesiyle ulaşılan gerçek üzerinden yüzleşiyoruz. Janae Marks, aslında sadece bir gençlik romanı yazmamış, aynı zamanda büyüklerin dünyasındaki kötülüğe de ayna tutmuş. Zira okurken insan, bir aynaya baktığı izlenimine kapılmadan edemiyor.

Kurulan, korunan ve devlet olma nedeni sayılan aile kurumunun, bütün yönleriyle sorgulandığı Zoe’nin Masasından’da yazar bize, Maya Angelo’dan bir alıntıyla şöyle fısıldıyor:

“Birisi size gerçekten kim olduğunu göstermek istediğinde, ona inanın.”

Ne güzel söylemiş Angelo, değil mi? Sizce de dünyada en zor olan şeylerden biri, birine inanmak mı?

Romanda, Zoe’nin irdelemesiyle yedi yıl önce işlenen bir cinayetin gerçek zanlısının ortaya çıkarılması tek örnek olarak anlatılsa da yazar, bize aslında geçmişte yaşanmış, günümüzde yaşanan ve hatta gelecekte yaşanması muhtemel olan bunca haksızlığın, kötülüğün sadece mevcut yasalarla çözülemeyeceği duygusunu aktarıyor. İnsan olma bilincimizin, iyiye, kötüye ve bunları algılama biçimlerimize bakışımızın, aile olma alışkanlıklarımızın tekrar gözden geçirilmesi gerektiğine en masum yerden, “bir çocuğun adalet ve vicdan duygusundan” yola çıkarak bakmamızı sağlıyor. Öte yandan Marks, kanunları yapanların da insan olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Unutmayın, geçmiş sadece geçmekle kalmıyor, bugünü belirliyor, hatta geleceğimizi şekillendiriyor. Kemal Varol’un da dediği gibi: “Acı elbette geçiyor. Acıyı çekmiş olmak geçmiyor.”

Bir başka detay da dikkatimi çekiyor: Yazar, cezaevinde yatan bir insanın hiç görmediği çocuğu için nasıl mektup yazması gerektiğini de anlatıyor aslında. Gerek kullanılan dil gerekse de kızıyla arasında kurduğu bağla olması gereken ilişki biçimini, ilgi alanlarının belirlenmesiyle yaratılan alışkanlıkların hayatımıza nasıl yön vereceğinin işaretlerini, bu hikâyede yemek yapma becerilerimizden, müzik dinleme alışkanlıklarımızdan ve bunlardan alınan hazlardan yola çıkarak aktarıyor. 

İşte tüm bunlardan sonra hikâye; yemek, müzik ve tabii ki dansın eşlik ettiği bir mutlu sona doğru eviriliyor.

​E, o zaman dans…



0
2621
1
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage