14 AĞUSTOS, PAZARTESİ, 2017

Süreyya’nın Katmanları: Kadınlık Pratiğinden Ruhun Cinsiyetine

Nil Sakman ile son eseri Süreyya'ya dair derinlikli, soruların sorulara kapı açtığı, kavramlara, kadına, anlatıya, dile, ruha ve daha birçok noktaya değinen bir söyleşi gerçekleştirdik. 

Süreyya’nın Katmanları:
Kadınlık Pratiğinden Ruhun Cinsiyetine

Nil Sakman, 2013’te Balık Nefesi adı altında topladığı öykülerini yayımlamış, sonraki dört sene boyunca kurmacaya mesafeli durduğunu düşündürtmüştü. Sakman bu süre boyunca, James Joyce’dan Giacomo Joyce, Gözünü Kapat ve Gör’ün yanında, Ezra Pound’un Yaşamı’nı Türkçeye kazandırırken, belki de en önemlisi Gubar&Gilbert’ın Tavanarasındaki Deli Kadın çalışmasını çevirerek feminist okuma alanında, anadildeki kaynak boşluğunu doldurdu (meğer bütün bu çeviri süreçleri ardında işleyen bir “Süreyya” anlatısı yaratılıyor ve okurla buluşmak için en doğru zamanı bekliyormuş). Mayıs 2017’de Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Süreyya, zihinde bıraktığı sorular ile birtakım kavramlara, kadına, zamanın akışkanlığına, anlatı katmanlarına, dile ve ruha dönük sorgulamalar getirebilen bir metin. Süreyya’ya dair mümkün olduğunca dokunduğu izlekleri ve bıraktığı soruları irdelemeye çalışan, her cevapla başka soru denizlerinde irili ufaklı adacıklar çıkaran bir söyleşi gerçekleştirdik Sakman’la. İyi okumalar.

Başlarken, hemen sormak istediğim bir soru var. Süreyya bir novella. Novellalarda genellikle bölümlendirmelere pek rastlamayız. Oysa burada beş ayrı bölüm var: Bahçede, iç, hastalık, dış ve eksik. Niçin böyle bir bölümlendirmeye ihtiyaç duydun?

Bu soruya yanıt vermeden önce kendi yazma deneyimim çerçevesinde türler ile ne nitelikte bir ilişki kurduğumdan kısaca söz edeyim istersen. Kendi adıma yazıyla olan deneyimimde, yani bir metin oluşturma arzusu duyduğumda aklımda olan son mesele tür oluyor. Öyle ki türün biçimlenebilmesi için ya da türler arası bir geçirgenliğin olup olmayacağına karar verebilmem için benim metne hazırlık dediğim zihinsel sürecin büyük ölçüde tamamlanmış olması gerekiyor. Metne hazırlık deyince akla linear, planlı ve bütünüyle rasyonel bir süreç gelmesin. Hemen her vakit beni yazmaya iten bir deneyim ya da şahitlik sonucunda kafamı kurcalayan felsefi bir mesele olur. Gündelik hayatta deneyimlediklerim ya da şahit olduklarım kafamda felsefi bir soru oluşturuyorsa yazının yoluna girdiğimi söyleyebilirim. En azından şimdiye kadar böyle oldu. Dahası henüz yazılmamış ‘olası metnin’ aklımdaki soruya yanıt bulacağım bir alan olmadığını da bilirim. Metin, daha ziyade, o soruyla birlikte gezindiğim; meseleme atmosferi, ritmi, varlıkları, olay örgüsü ve dilsel dizgesiyle ifade zemini bulduğum bir düzlemdir. Süreyya’da da böyle oldu. Yaş almış, hayatının son demlerine varmış bir kadının, hem de bir hayli tecrübeli bir kadının içinde neler olup bittiğine, yaşlılıkta benliğin dönüşüm imkânlarının neden azaldığına bakmak, oralarda dolanmak istedim. Kendi hayatımda da çok sayıda ölüm ile yüz yüze geldiğim bir dönemdi. Sanırım bunun da Süreyya’nın yazılmasına bir nebze de olsa katkısı oldu. Yaşlılık, hastalık, kadınlık üçgeninde gezindim elimden geldiğince. Geridöndürülemez bir yaşanmışlıktır Süreyya’nın meselesi. Son derece sıradan bir soruyla karşı karşıyadır: Ölüm döşeğindeki eski sevgilisi Vuslat Bey’i ziyaret edecek mi, etmeyecek mi? Basit gibi görünen bu kararın arkasında işin doğası gereği hesaplayamadığı yeni bir deneyim, duygu ya da duyumsama ile karşı karşıya kalmaktan, hayatın ona yeni bir sürpriz hazırlamasından, hayata dair oluşturduğu fikirlerin değişme olasılığından da korkar içten içe. Yetmiş küsur yaşlarındaki Süreyya, hayat ile hesabını çoktan kapattığını düşünüyordur. En azından öyle olmasını diler. Dahası akıllıdır da. Eğitimlidir, deneyimlidir, yazma eylemi ile arasında yakın bir ilişki olmuştur hayatı boyunca. Yeni bir bakış açısının insanın son nefesinde bile mümkün olduğunu bilen bir kadındır kısacası ve kendini bu deneyim açıklığına elinden geldiğince kapatmıştır. Yaşam artık biraz da oyalandığı, sona ersin diye beklediği bir şeydir. Tam da bu nedenle Vuslat Bey’i ziyaret etmekle ilgili kararı hayati bir önem taşır Süreyya için. Gelgelelim Vuslat Bey’e dair kararından önce kendi hastalığı gelir ve bu musibet-hem de hiç beklenmeyen bir biçimde- Süreyya Hanım’ın hiç arzu etmediği o deneyim ve dönüşüm olasılığını açar. Tek bir sorudan ve söz konusu karar aşamasını kapsayan görece kısa zaman sürecinden oluşan bu içerik ister istemez biçim olarak novellayı dayattı diyebilirim. Uzun salınımlar, ara yollar, yaşlılığa ve kadınlığa dair diğer meseleler ile bir romana da dönüşebilirdi; ancak ben yola tek bir sorudan çıkmıştım. Dolayısıyla da o sorunun etrafında dolanmayı tercih ettim.

Beş bölümden oluşmasına gelince bunun Süreyya’yı her düşündüğümde kulağımda çalıp duran Ayışığı Sonat’ı ile ilgisi var. Sanırım Süreyya’ya öyle bir hüzün biçtim. Klasik çerçevede sonatlar üç bölümden oluşur. Sunum, gelişme ve tekrar. Bahçede, yani birinci kısım benim için dinleyicinin sonatın başlamasını beklediği bir sessizlik anıydı. Kısalığı da buna bağlı. Bir başka dünyaya ya da evrene maruz kalmaya karar vermeden önce (ister bir film, ister kitap, ister müzik parçası olsun) aklımızdan hızla, tüm klişeliğiyle geçenleri yığmaktı niyetim. Bahçede, bir sessizlik anıdır aslında. Süreyya’yı Ay Işığı Sonatı’nı dinlemeye hazırlanırken düşledim. Elbette bunlar yazım sürecine dair meseleler. Okurda bunun bin bir açılımı olabilir ve elbette eser her vakit yazarın niyetini aşar, aşmalıdır da. Doğası budur. Yine de benim için sürecin böyle işlediğini söyleyebilirim. İç, benim için sunum kısmıydı. Hastalık ve Dış’ta gelişmeyi ikiye böldüm. Süreyya’nın hızı, yaşam ritmiydi benim için önemli olan. Eksik ise tekrar kısmı. Bir hesaplaşmanın tekrarı olduğu kadar yaşamın tekrarı. Spinozacı anlamda var-kalmak isteyen canlının ölmediği sürece diğer var-kalmak isteyen canlılar ile zorunlu, kaçınılmaz, karşı konulmaz karşılaşmaları ve belki bir de her karşılaşmanın, biz kimi vakit ne kadar görmek, kabul etmek istemesek de barındırdığı dönüşüm imkânı. Süreyya Hanım’ın artık bıktığı, istemediği, kaçındığı karşılaşma ve dönüşüm imkânlarının yaşam devam ettiği sürece tekrar ve tekrar karşısına çıkacağının bilgisi. Ez cümle, böyle bir sürecin sonunda beş bölüm çıktı meydana.

©Nazlı Erdemirel

Mekânsal Deneyim Alanı Kapalılığı ve Bozkırda İki Kadın

Süreyya, bahçede bir an dururken, az sonra “iç”e, o “iç ormana” açılacak, “ben”i bölecek (Süreyya, çocuk Süreyya, bir diğer Süreyya), doğayı taklitle ağacın, toprağın, mevsimin bir parçası olmaya çabalayacaktır. Ben bu “orman”ı senin ağzından dinlemek istiyorum. Tam da fırlatılmadan önce, kuytuyu oluşturan, karanlığı sağlayan “orman”ı. (Burada ormanın, anlatı boyunca, önce küçük Süreyya’nın “çadır”ına, sonra “ev”ine dönüşmesini de soruya katıyorum aslında. Çünkü onun ilk yurdu, dünyası kendi kurduğu çadırdı.)

Aslında Süreyya’daki orman feminist fenomenolojinin sunduğu olanaklar çerçevesinde biçimlendi. Bilirsin, edebi açılımlarda orman kutsalın, aşkının, derinliğin ya da pagan bir bilgi türünün alanı olabildiği gibi doğayla iç içe oluşun, doğayla bir olmaya duyulan özlemin, sivil itaatsizliği mümkün kılan zihinsel aydınlanmaların alanı da olabiliyor. Kimilerine göre orman büyük, devasadır. Kimilerine göreyse onlarca macera barındıran bir jungle, yani balta girmemiş bir ormandır. Kimileri ormanı ‘yüce varlık’ olarak görür. Eril aklın söyleminde çoğunlukla bir rité de passage’ın, yani erginlenme töreninin alanıdır. Diğer taraftan feminist edebiyat kuramında hem ‘kadın’ yazarlar hem de bu yazarların yarattığı karakterlerin karşı karşıya kaldığı en önemli açmazlardan biri deneyim alanının ya da deneyime açılma olasılığı bulunan bir mekânsallığın kadınlar için bugün bile ne kadar sınırlı kaldığı ile ilgili. Bugün halen kadın kolay kolay bir geneleve adım atamaz. Büyük şehirlerde bile bir kadınlık deneyimini paylaşmak adına gidebileceği pavyonların hangileri oldukları baştan bellidir. Aklına esen yere elini kolunu sallayarak giremez. Gece, örneğin, Mamak, Bayındır Barajı’nda rakı içip efkârlanan kadınlardan söz edemiyoruz. Bisikletiyle uzun yol kat etmek isteyen bir kadın tecavüze uğrayıp ölebilir. Bu eylemlerim bir deneyime karşılık gelip gelmediği ayrı bir tartışmanın konusu. Burada esas mesele kadının mekân ile kurduğu ilişkinin toplumsal ve kültürel sınırlamalara tabi olduğu. Soru şu: Farklı duyumsama anlarına açıklığa olanak tanıyan bir unsur olarak mekânsal sınırlama ‘kadın’ yazarın metin ile ilişkisini hangi ölçüde etkiler? ODTÜ’de çalışmaya başladığım ilk yıllarda ev arkadaşımla gökyüzü izlemeye merak sarmıştık. O vakitler Ankara-İncek kuş uçmaz kervan geçmez devasa bir bozkırdan başka bir şey değildi. Bu tek bir ışığın bile olmadığı, bütünüyle doğanın içinde olmayı vaat eden toprak parçasında-ki ben buna bugün deneyim alanı diyorum-kamp kurmaya karar verdik. Kırtasiyeden alınmış uyduruk bir teleskop, kahve termosu, ev yapımı kek, battaniye vesaire gibi kendimizce kamp malzemesini yüklenip akşam yedi-sekiz civarı İncek’e vardık. Sanırım peşinde olduğumuz iki şey vardı. İlki gökyüzünü izlemek elbette. İkincisi de gece bir bilinmeyenin, tek bir evin, tek bir ışığın bile olmadığı, yani eski bir tabirle çakalın çama çıktığı bir mekânda, bir dışsallıkta, olası türlü tekinsizliğe rağmen durmaktı.  Toprakla, böcekle, gökyüzüyle baş başa bir gece geçirmek ve eğer mümkünse uyumak. Bu sanırım kimilerinin şehirli züppeler ya da şehirli, şehirli olduğu kadar da endişeli modernler diye gülmesine neden olacak. Bu nedenle şunu ekleme gereksinimi duyuyorum. Dikkatini çekerim bir açıklık, alabildiğine boşluk olarak bozkır, babanın köy evinin bilindik damı değildir. Mehmet Ağa’nın ağılı olmadığı gibi çocukluğundan beri bildiğin derenin dibinde biten söğüt de değildir. Hoş bir kadın için uygunsuz bir vakitte bunca tanıdık yer de müthiş bir tekinsizliğe, insanın kanını donduracak acımasız bir atmosfere dönüşebilir ya bu da ayrı bir konu. Bizim deneyimlemeyi arzuladığımız bozkır tanımadığın, bilmediğin, sende kodu bulunmayan, bulunsa bile çoktan unuttuğun bir yeryüzü parçasının üstünde ne hissedeceğine, nasıl bir duyumsama ve deneyim ile baş başa kalacağına dair bir soruyu içeriyordu. En basit haliyle ‘biz iki kadın burada bir gece geçirebilir miyiz?’ sorusu. Belki bu soruya hakkaniyetli bir yanıtı sadece hakiki göçebelerden ve belki de en çok yurdunu terk etmek zorunda kalmış mültecilerden alabiliriz. Beckett’in Proust metnine yazdığı önsözde Orhan Koçak ‘dolaysız deneyim’ meselesinden söz ediyordu yanlış anımsamıyorsam. Beckett’in bakış açısına göre eğer yazar dolaysız bir deneyime ulaşmak arzusundaysa öncelikle, deneyim kavramını bugüne kadar şekillendirmiş tüm edebi geleneklerden kurtarmak, bunları aşındırmak zorundadır. Dahası bu kavramlar kimi zaman son derece cezbedici olabilir. Örneğin ’yüce bir varlık olarak’ orman kavramının cezbedici bir tarafı var. Ben de soruyorum: ‘Peki neymiş bu yücelik?’ Bu kavram aşındırılamaz mı? Kısacası o bozkır deneyimi tam da bu çehresiyle benim için bugün bile önemini koruyan, kendi yaşamımda belirleyici role sahip bir deneyim olmuştur. Lafı uzatmayayım. Birkaç saat takım yıldızlara bakarak, hikâyelerini anımsayarak oyalandık. Geceyarısını biraz geçiyordu sanırım. Uykumuz gelmeye başlamıştı. Çocukluktan beri ilk defa çömelip çiş yapmanın keyfini çıkarttık. Bol bol gülüştük. Huzursuz ama bir o kadar da rahattık. İkimizin de uzandığını anımsıyorum ama uyumadık. David Lynch’ten, desibeli nedeniyle duyamadığımız, varlığından habersiz olduğumuz börtü böcekten konuştuk. Sanırım ikiyi biraz geçiyordu. O civarda devriye gezen jandarma geldi. Burada ne arıyorsunuz vesaire. Sıkı bir zılgıt yedik. Öğretim Görevlisi olduğumuzu öğrenince hayretleri daha da arttı. Kazık kadar iki kadın? Ez cümle şuydu: Burada başınıza her şey gelebilir. Mekânsal deneyim alanı kapalılığı tam da böyle bir şey. Hatta kimi alanların bilgisi neredeyse bütünüyle kitaplardan, filmlerden yani bir biçimiyle bir anlatı, bir aktarımdan geliyorsa bundan ne anlamalıyız? Bu nedenle Süreyya Hanım da olası bir ormanda ancak ‘dolaşabilecektir’. Onun ormanı okuduğu metinlerin ona sunduğundan, şehir yaşamının mümkün kıldığından ibarettir. Bundan fazlası tecavüzdür, ne işi vardı orada’dır, deli mi bu kadın, yoksa şuursuz mu’dur. Her yere sirayet etmiş burjuva ahlakının dışında kaldığımızı düşündüğümüz ya da düşünmek istediğimiz anlarda bile aslında bu türde bir ahlak evreninin içinde gezindiğimizi ve bu evren ya da söylemsel alanın her türlü yargısının da üzerimize bir biçimde bulaştığını anlamak gerekiyor bu noktada. Gerçekten de bu ahlak her yere sirayet etmiştir ve ne kadar bohem ya da anarko bir tavır içinde olduğumuzu düşünürsek düşünelim üzerimize bulaşır. Sanırım öncelikle bununla yüzleşmek, tarihsel olarak içinde bulunduğumuz bu anın baskın söyleminden muaf olmadığımızı, olamayacağımızı itiraf etmek gerekiyor. Üstelik bunun için burjuva doğmuş olmak bile gerekmiyor. Dayatıyor kendini. Eğer direnmenin ön koşulu farkındalık ve kabul ise işe buradan başlamanın daha hakiki bir edebiyata gidecek yol olduğunu düşünüyorum. Hah elbette kendi kurduğum her cümleyi de çürütme zevkini saklı tutarak.

Süreyya Hanım’a geri dönecek olursak hem toplumsal hem de biyolojik cinsiyeti verili bir varlık olmasıyla, yani bir kadın ve dişi olmasıyla o ancak metinsel ormanlarda, önceden ve çoktan tanımlanmış bir sözde deneyimin alanında ‘dolaşabilir’. Bu kadınlık ve deneyime ait boyut. İşin bir de kapitalizm çerçevesinde okunabilecek boyutu var. Yani kapitalist döngü, endüstrileşme ve satılık ‘sözde’ deneyim üçgeni. Bugün Kaz Dağları’nda ormana dalmak diye bir şeyden söz edemiyorsak, büyük harfle ‘Dolaşıyoruz’ ya da büyük harfle ‘Geziniyoruz’ demektir. Bir diğer ifadeyle Kaz Dağları’nda deneyime benzer bir şey edinmeniz Orman Bakanlığı’nın belirli bir ücret karşılığında tahsis ettiği bir rehber ile kaç kilometre yürüyeceğinizi seçmeniz anlamına geliyor. Orman, orman değildir artık. Ayaklarınızı işe koşarak seyirlik bir sözde maceraya dalıp, orada deneyim kırıntıları edinmeye çalıştığınız, çoğunluk devlet arazisi olan bir mekândır. Joseph Conradvari bir maceraya atılacağınız bir üst varlık, yüce deneyim alanı olmasını elbette dilerdik; ancak Oliver Livingstone gibi adamların dünyayı keşfe çıktığı bir evren halen varsa bile hem kadınlık deneyimi hem de bizim bugün içinde bulunduğumuz Türkiye deneyimi bundan oldukça uzağa düşüyor. Ormanın artık orman olmadığı bu dünyada ben kelimeyi tüm aşınmışlığı ile ortaya koymanın yolunu seçtim. Fantastik, bilimkurgu ya da bildungsroman yazıyor olsaydım başka bir yol seçebilirdim elbette. Agamben, tıpkı Benjamin’in vaktiyle yaptığı gibi soruyor: Bugün bir deneyim alanından söz edebilir miyiz? Eğer söz edemiyorsak yüce ormanların içine dalıp gitmez, Amazon’da çılgın bir maceraya atılmışsak bile bu eylemin söylemsel alandaki tekrarları nedeniyle ancak ‘beceriksizce’ dolaşırız. Bu anlamda bugün bir sürü anlam yüklemeye çalıştığımız diğer birçok kelime gibi orman da kocaman bir klişedir.

Sözünü ettiğim bağlamların dışında senin de ifade ettiğin gibi Süreyya ve orman ya da Süreyya ve bahçe söz konusu olduğunda bir metinlerarasılıktan da söz edebiliriz elbette. Bronteler, Eliotlar hep orada benimle birlikte duruyorlar. Hepsi zihinsel sürecimin bir parçası. Metinde de açık birkaç gönderme var böyle. Özellikle Uğultulu Tepeler’e.

©Nazlı Erdemirel

Hastalığa kadar geçen süreçte, o kendi içini kemirmekten gelen suçluluk ve utanç hali hâkim. Bu hal yetişkinliğe sarkarken, asıl çocukluk ve ilk gençlik yıllarında Süreyya’ya görünmez olma isteği veriyor. Yeryüzünden silinme ve yok olma isteği, genelde çocuklarda görülmeyen bir istek. Hem Süreyya’da hem bireyde, “silinmeyi arzulayan çocuk” olma hali nerede durur?

Çocuk görünür olmak ister mi pek emin değilim. Süreyya Hanım yeryüzünden silinmektense varken görünmemek, yani görünmez olmak istiyor çocukluğunda. Görünmezlik çocuk için bir güç bir bakıma. Görünmezlik yetişkinlerin yaramazlık adını verdiği ve aslında deneyimden ibaret olan alanı açmasıyla kıymetli. Görünmez olan her şeyi yapabilir, her yere gidebilir ve yetişkin dünyasının müdahalelerinden, ‘bir an evvel büyü’ ve rasyonel akla bağlan diyen sesten bir süre için bile olsa muaftır. Sanırım bu çocukluk dediğimiz halin henüz kuşatıcı bir erekselliğe bütünüyle bağlanmamış olmasıyla da yakından alakalı. Bilinçli bir biçimde olmasa da görünmezlik, ereksel zihne bağlanmış yetişkinin müdahale etmesini engelliyor. Bunun dışında Süreyya’nın pek de mutlu bir çocuk olmadığına katılıyorum. Sanırım burada travmatik denebilecek çocukluk hastalıklarının etkisi üzerine düşünmek gerekiyor. Çocuğun bedenine yüklenen bir zayıf düşme ve bunun yetişkinliği nasıl etkilediği burada söz konusu olan. Süreyya Hanım’ın yazma edimi de bu türde bir anomali olduğu ölçüde çocukluk hastalıklarıyla, fiziksel bir zayıf düşmüşlükle, yaşamı yeterince karşılayamama, hakkını verememe korkusuyla açıklanabilir.

“İnsanın Kendine Ait Bir Sesi Var Mı” Sorusu ve Saf Dil

Asıl soruma gelmeden önce soracağım bir iki soru daha var. Kayıp yurdun dil meselesine gelmek istiyorum. Geçenlerde “Kadın Yazını ve Yazma Stratejileri” söyleşisinde konuştuklarımızı hatırlıyorum: Hayvanların belirgin sesleri var, inek mö’lüyor, eşek anırıyor, kuş cikliyor vs. fakat insanın belirgin olarak çıkardığı bir ses yok. Bunu bir kenara koyalım. Süreyya, o arayıp durduğu kayıp yurdun kelimeleriyle karşılaşıyor, varlıklarını hissediyor ama onlar bir an belirip bir an kayboluyorlar. Daha ileride, Süreyya çocukken aradıklarına rağmen susmayı seçmiş, r yerine y, e yerine i kullanmış. Kristeva’nın “bubble duddle reddle”ına gidiyor burada aklım. Semiyotik katmanda neler var metinde?

Süreyya’nın harflerin yerlerini karıştırması, dilinin dönmemesi ona değil çocukluğa özgü bir durum sanırım. Bir dili öğrenme, ona uyum sağlama çabası sancılı bir süreç. Orada vurgu şu soruda: Bir dili öğrenmek, bir anlam ve temsiliyet sistemine bağlanmak türlü kazancının yanında insan-varlıktan ne götürüyor? Ya da bir şey götürüyor mu? Konuşabilmenin ve anlam üretebilmenin bedeli üzerine düşünmeye bir çağrı gibi. Yine aynı soruya dönüyoruz: İnsanın kendine ait bir sesi var mı? Bir dili konuşmayı öğrenmek, ‘insan olmaklık’, ‘anlam kuran bir canlı olmaklık’ adına bize ne söylüyor? Sanırım esas mesele bu. Bunun üzerine düşünmeyi tercih edenlerdenim. Bu soru beraberinde şunu da getiriyor: ‘İnsan olmaklık hali’ için dilin-dışı diye bir yer var mı? Bu bağlamda Kristeva’nın semiyotik katmanına şerh koymak gerektiğini düşünüyorum. O katman, eğer varsa, büyük ölçüde bir bilinmeyen ya da aporia olarak kalıyor. Sürekli semiyotik katmanda kalma ve oradan üretme çabası insan-varlığın taşıyabileceği bir yük mü? Sınırın öteki tarafında psikotik meseleler var çünkü. Oraya geçip, orada kalmak mümkün değilse semiyotik katmandan ne bekleyebiliriz? Romantik bir heyecana kapılmadan bu soruyu yöneltmek lazım geliyor. Kristeva’nın kendisi de buraya şerh koyuyor. Bu bağlamda deneysel çalışmalar/üretimler elbette kıymetli; ancak oradan nereye varacağımız ya da bir yere varıp varmayacağımız henüz bu yolculuğun içinde olduğumuz için bilinmezliğini koruyor. Semiyotik katmana yönelik sınıraşımları geçici olma niteliğini koruyor.  Dahası kendi adıma bildiğimiz dilin dışında bir dil oluşturma çabasını da ‘kendiliğindenlik’ barındırmadığı ya da ‘kendi içinde şey’ olarak, yani felsefi bir dizge olarak saf dile yönelmediği sürece pek de anlamlı bulmuyorum. Kaldı ki unutmamak gerekiyor: Avantgard veya sürrealizm tekrara düştüğünde avantgard veya sürrealizm değildir artık. Birer akımdır sadece, ne eksik ne fazla. Dilden beklentimizin ne olduğunu bilmeden yeni bir dil yaratma iddiası taşımanın beyhude olduğunu düşünüyorum. Günlük söylem dizgesini bozacak retorik oyunlara girişebilirsiniz örneğin. İnsan bunları becerdiğinde kendini iyi hissediyor çünkü retorikte ustalaşma bir beceri kazanma, dil ile oyuna girişme anlamında bir kıymetmiş gibi görünüyor. Eğer hatip ya da kitleleri peşinde sürükleyecek bir politikacı olmak yaşam hedefleriniz arasındaysa bu anlamlı olabilir. Ancak ben edebiyatta retoriğin büyüsüne kapılmanın eseri yaralayan bir niteliğe dönüşebildiğini düşünenlerdenim. Bu çerçevede de yazınsal stratejiler ya da bir eserin poetikası söz konusu olduğunda söylem, retorik, yazınsal strateji ve poetika kavramları üzerine daha ciddiyetle düşünmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu kavramların sıklıkla birbirine karıştığı, ya da neyi imlediklerinin giderek belirsizleştiği bir ortamdayız. Retoriğin kendine has bir büyüsü vardır. Doğası gereği böyledir. Aristoteles bu büyünün nasıl işlevsellik kazandığını Retorik’te çok iyi anlatmıştır. Yazar retoriği poetik bir araç olarak kullandığında bu büyüye kolaylıkla kapılıyorsa eğer, ki edebiyat tarihinde kimi örnekleri vardır bunun, üzerine düşünmek, retoriği araçsallaştırmak söz konusu olduğunda temkini elden bırakmamak lazım. Neyi yeniden-üretiyorum? Bu retorikten faydalanan yazar için önemli bir soru. Bir diğer soru da bizi beklemeye devam ediyor? Dilden beklentimiz ne? Modernizmin sınırları içerisinde üretilmiş edebiyat, dilin sınırlarını zorlamak söz konusu olduğunda inanılmaz bir zenginliğe sahip. Tam da bu nedenle bugünün gündelik hayatında, hakikatinde ya da aktüelitesinde dilsel deneylerin kendilerinden ziyade bunlar aracılığıyla ne yapma niyetinde olduğumuzu sormamız gerekiyor. Metinden okura ne geçtiği ayrı bir mesele olsa da ve metin yazarın niyetini aşsa da bu, yazarın kendi niyetini sorgulamaması anlamına gelmemeli. 

©Nazlı Erdemirel

Şimdi, bu noktada da şunu merak ediyorum. Hem Süreyya hem de insanda geçerli olabilecek bir his: Uzuvlarını bedenine ait hissetmeme. Öyle ki, Amerika’da sağ bacağının dizden altını vücuduna ait hissetmeyen bir adamın bacağını kestikten sonra asıl huzura kavuştuğuyla ilgili bir belgesel izlemiş ve hayli etkilenmiştim. Süreyya, o noktada değil elbette. Ama vücuduna, uzuvlarına karşı -özellikle de bacaklarına- bir yabancılaşma içinde. Bu cinsiyetsizleşme arzusunun öncü çığlığı olabilir mi?

Süreyya bir hastalık ile karşı karşıya kalıyor. Dolaşım bozukluğundan kaynaklı bacak ülseri. Bilmem hiç gördün mü? Önce bacakta ufak morluklar belirir. Sonra deri çatlamaya başlar ve o ufacık morluklar krateri andıran, irinli, kanlı devasa yaralara dönüşür. Bedene yabancılaşma, gözlenebilir bir hastalık ile yakından ilgili olabiliyor. ‘Bu çürümekte olan bacak benim ama benim değil.’ Dahası, onca yıldır yürümek için kullandığın bir uzuv hastalıkla birlikte işlevini geçici bir süre için de olsa kaybediyor. Biraz bununla ilgili yabancılaşması. Bir de kadınlık ile ilişkilendirilen güzel bacak, güzel göğüs, narin ayaklar gibi kavramların acımasızlığı ile ilgili. Yaşlılık bunların çoğunu kaybettirir kadına. Toplum bunları gençlikte birer silaha dönüştürmeyi de öğretir; en azından öğretmeye gayret eder diyelim. Silaha dönüştürmese bile kadın dediğimiz sözde türün benlik ve güzellik algısı eril estetik tanımlamalardan muaf değildir. Orta yaşla birlikte beden yavaş yavaş laf dinlemez hale gelir. Böylelikle kadın, kendi bedenine yüklenen onca anlamın geri çekilmesiyle birlikte başka bir beden ile karşı karşıya kalır. Dahası bu beden ile girdiği ilişkiyi de yeniden tanımlamak zorundadır artık. Alışageldiğinden farklı sinyaller veren, tabiat kanunu nedeniyle zihnin beklentilerine giderek daha az yanıt verebilen bir bedendir bu aynı zamanda. Süreyya’nın yabancılaşması böyle de okunabilir. Belki bir üçüncü katman olarak şunu da eklemek lazım. Yaşlılıkta kadın bir nebze de olsa toplumsal cinsiyetin dayatmalarından kurtulabiliyor. Bu da gerçek anlamda bir kurtuluş değil elbette ama bir rahatlama, ‘kadınlık’ pratiğinde bir mola gibi. Bunun üzerine daha çok düşünmek lazım bana sorarsan. Kendimizle, bedenimizle ne yapıyoruz? Bedenimizi nasıl algılıyoruz? Bu algı ne kadar dış etkenler, eril bir söylem alanı tarafından belirleniyor? Hangi yaralar açılıyor? Elbette işin yaşlılık boyutuyla ilgili bir diğer önemli konu da bugün Türkiye’de yaşlılık, eğer kuvvetli aile bağların yoksa ya da tek başına yaşamayı tercih etmiş, çoluksuz çocuksuz, özellikle de gerekli ekonomik güçten yoksun bir insansan halen büyük bir zayıflık. Çoğu insan için bir korku ya da endişe unsuru. Bu toplum yaşlılıkla barışıklığını aile bağları üzerinden kurmaya devam ediyor. Bu da yaşlı insan için her türlü bakım olanağını büyük ölçüde sınırlıyor. Az konuşulan oldukça önemli bir açık günümüz Türkiye’sinde.

Kitabın bütününde üçüncü tekil kişi, ikinci tekil ve birinci tekil kişi anlatımı seslerin karışmasını sağlarken, çoksesli bir akış oluşuyor. Bir ses kesilirken diğerinin başlaması yöntemiyle yazmanla ilgili söyleyeceklerin olduğunu düşünüyorum.

Benim temel meselelerimden biri benlik sunumu üzerine düşünmek oldu. Yani insanın dil aracılığıyla kendine, kendilik hallerine yönelimlerini edebiyatın içinde, biçim ve içeriğin iç içe geçtiği bir üretim süreciyle, böyle bir kiple mümkün kılmaya çalışmak. Bu yönde bir gayret. Benliğin çoğulluğunu insan nasıl fark eder? Bu çoğulluk ile nasıl ilişkilenir? İnsan kendiyle nasıl konuşur? İnsan bir sese sahip midir? Ya da Agamben’in de sorduğu üzere insan dilden bağımsız bir sese sahip midir? Sahip ise, dil ve bu dilin zorunlu koşulu olan temsiliyet sistemine bağlanmasıyla birlikte bu ses nereye kaybolur? Kaybolur mu? İnsanın kendi kendine anlam üretebilen bir varlık olmasını ve kendi kendine konuşabilmesini önemsediğim ölçüde-önemsemekle öncelemeyi kast etmiyorum-şahıslar arası geçişlerin eşliğinde benlik sunumu kadar insanın kendi varlığını algılayışı üzerine düşünmeyi önemsiyorum.

©Nazlı Erdemirel

Babanın Yasasından Muafiyet

Sormaya can attığım soruya gelmeden bir şey daha var. Süreyya’da çoğu şey Vuslat’tan sonra oldu. Hatırladı, özgürleşti, yalnızlığına çekildi (ve bu sanki iyiydi), dirimi yakaladı, irimi düşündü. Tanzimat’tan bu yana gelen “olmayan/kayıp baba” sendromunu tersine çevirdi Süreyya. Hakikati ararken Vuslat, baba ile niçin bu kadar özdeşleşti?

Eril akıl hemen her vakit otorite kavramı ile bir özdeşlik yakalar. Bu çerçevede Vuslat Bey’in baba ile ya da bir kurum olarak babalık ile özdeşleştiğini söyleyebiliriz. Vuslat Bey bir büyübozumu Süreyya için. Eril cinsel ekonominin türlü dayatmasına defalarca maruz kalmış, arzusunu buradan üretmenin sıkıntısı keşfetmiş bir kadının son ‘denemesi’, son ‘çabası’ olmasıyla Vuslat Bey belki de ‘bardağı taşıran son damla’. Bellekteki kuvvetini, orada yer etmiş olmasını sadece bu son damlalıktan alıyor. Süreyya, Vuslat Bey ile ‘bir deneyime yelken açmanın’ imkânsızlığı ile karşı karşıya kalıyor. Ne de olsa Vuslat Bey’de ‘Babanın Yasasından’ muaf bir benlik değil. O da aynı eril kurulumun bir öznesi.  ‘Babanın Yasası’ ve Vuslat Bey özdeşliği biraz da sözünü ettiğim cinsel ekonominin haz ve arzu pratiklerinin Süreyya Hanım’ın gözünde bir parodiye dönüşmesiyle de ilgili. Heteroseksüel cinsellikte ürettiği hazzın niteliğini sorgulamaya başlıyor Süreyya. Bu haz hakikaten ona mı ait? Bir nesneye dönüşmenin, bir nesne olarak istenmenin, arzulanmanın heyecanını mı yaşıyor sadece yoksa? Bunları sorgulamaya başladığı, heteroseksüel cinsel ekonominin bu tekrara ve aynı türde hazzın farklı parodiler aracılığıyla üretimi ile karşı karşıya kaldığı anda benliği ile kurduğu ilişkiye de yeniden bakmak zorunda kalıyor.

“Yazmak Ölmeyi Öğrenmektir”

Süreyya, çocukluğundan itibaren “gitmek” istiyor. Gitmek eylemi ise zamanla “ölmek” eylemine evriliyor. Ben burada gitmekle ölmek arasında müthiş bir birlik görüyorum. Her gitmek tekrarlanan ölümü getiriyor. Ölüm arzusu ise, mutlak ve sakınılmaz ölümü değil, hapis olunan beden içindeki ruhun devinimiyle biten ve başlayan şeyleri çağrıştırıyor bana. Burada bir duralım. Helene Cixous’nun Rootprints kitabında yer alan bir röportajında dediklerini anımsamak istiyorum: “Korkaklar ölümden önce birçok kez ölür. Acı bütün duygulardan üstündür elbet. Yazma noktasına gelinceyse bir festival havasından söz etmeyiz: Yazarken ölüyümdür ama ölmemişimdir.” Akabinde yine Cixous’nun The School Of the Dead’inden bana bir levha gibi kalan kısacık sözü geliyor: “Writing is learning to die.” Hepsini toparlarsak, gitmek ile ölmek arasındaki bağ ile, yazmak ile (zira Süreyya “şunu yazayım öyle ölürüm” diye düşünmektedir) ölmek arasındaki bağ birbirine ne kadar benzer? (Tabii, burada Cixous’nun kast ettiği ölüm, Süreyya’nın ölme eylemiyle tam örtüşmeyebilir)

Cixous’nun ‘yazmak ölmeyi öğrenmektir’ ifadesi ile bir örtüşmeden söz edebiliriz burada, evet. Yazıya adım atmak bir tür benlik ölümünü içeriyor benim deneyimime göre. Bu topyekun bir ölümden ziyade ‘ben’ diye bilegeldiğin, ‘ben’ diye tanımladığın ve büyük ölçüde de toplumsal ilişkiler ağı, bu ağ içerisindeki benlik sunumları, bu sunumlara bağlı kabul ve red dinamikleri, benimsenen ve reddedilen personalar gibi türlü hareketlilik nedeniyle donmuş, statik hale gelmiş gibi gözüken bir varlık halinden çıkıp daha akışkan, olagelen bir zemine kayma, biraz da orada var olabilme arzusu. Toplumsal ilişkilerimiz ve medeni bir yaşamın içinde olma arzusu benlik sunumlarını zorunlu kılıyor. Erving Goffman Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu’nda güzel anlatır bu dinamikleri. Belli bir biçimde ‘olmayı’, ‘davranmayı’ öğreniyoruz. Bu benlik teknolojilerini içselleştirmemizi sağlayan dinamikler o kadar ustaca işliyor ki neye ben dediğimizi pek de bilmeden yaşamda yol alıyoruz çoğu kez. Foucault’dan da biliyoruz benlik teknolojilerinin ve modern yaşamda benlik bilgisinin nasıl şekillendiğine dair türlü dinamiğin işleyişini. Sanırım yazma ediminin ve edebiyatın neredeyse son iki yüzyıldır en önemli meselelerinden bir tanesi bu: Neye ben diyorum? Ve bu ben dediğim şey ile ne yapıyorum? Ben, ‘iyi yaşam’ ve etik bir arada nasıl işliyor? Sabit bir kimlikten, bir karakterden, bir benlikten söz etmek mümkün mü? Ve insanlar arası ilişkilerimizde, ya da ilişkilendiğimiz her insanda-özellikle öteki demiyorum çünkü bu bir anlam kaymasına yol açabilir-neden sabit bir davranış biçimi arıyoruz? Aramayalım demiyorum. Ancak neden sabit bir karakter ya da benlik sunumu aradığımız sorusunun yine de yöneltilmesi lazım geliyor. Bu soruyu önemsiyorum çünkü sabit bir ben, bir ben olma halini imleyen benlik sunumları ve ‘az sürprizli insan-varlık’ biçimlerinin toplumsal yaşamdaki kuvvetli onayı gibi meselelerin insan-varlığın dönüşüm imkânlarının önünü kesen niteliği üzerine düşünmenin ancak bu soruyu yöneltme cesaretini göstermekle mümkün olduğunu düşünüyorum. Evet, yazıya adım atmak hem-bu sadece bir süre için de olsa-‘ben’ diye bilegeldiğin şeyden feragat etmeni gerektiriyor hem de yazı yazan-varlık olarak insanda bir dönüşüm imkânının olasılığını gündeme getiriyor Ya kendi içindeki ötekilere ve kendi içindeki bilinmezlere, ya senden uzağa düşen başka türlü bir ötekiliğin alanına ya da bunların hepsine birden düşüyorsun yazıda. Girdiğin yoldan başka bir ben olarak çıkman da hiç de olasılık dışı değil üstelik.

Kadınlar Dile Gelince (Amargi, İstanbul 2009) kitabında, Figen Öcal’ın makalesini de göz önüne alarak soruyorum şimdi. Jane Eyre’in gitme arzusu, “Bu sefer daha alçakgönüllü bir istekte bulundum: Değişiklik, heyecan istedim. Bu dua da boşluğa karıştı.”, Tante Rosa’nın benzer arzusuyla örtüşür: “Tante Rosa kiliseden dönen kalabalığı seyretti. Dışarıda kar yağıyordu. Çocuklarsa kartopu oynayarak önden geliyorlardı. Bir kartopu uçup Tante Rosa’nın camını kırdı. İçeriye ayaz doldu, kar doldu, kiliseden dönen kocasının varlığı doldu (…)”, Kiralık Konak’ın Seniha’sıda onlara katılır gibidir (ki Karaosmanoğlu’nun elinden kaçıp kurtulmuş bence Seniha): Çok okudum; çok öğrendim (..) Kendimi güç zapt ediyorum. Fakat bugün değilse yarın mutlaka bu seslerden birine doğru koşacağım. Mutlaka!” Flaubert’in Emma’sı da bu konuşmalara katılabilir elbette. Karakter isimlerini de çoğaltabileceğimizi düşünürken, Süreyya bütün bu karakter içinde “gitme” arzusu ile nerede durur?

Hep gitmek istiyor, değil mi Süreyya? Duramıyor yerinde. Öyle sanıyorum ki bu birkaç katmanda işliyor Süreyya’nın zihninde. İlk katmanda en basit biçimiyle yolda olmanın ferahlığını arıyor. Yola çıkmanın kısa bir süre için de olsa gündelik hayatı askıya alan o ‘geçici özgürlük’ haline özlem duyuyor. Yolun insanı zorunlu bir şimdiki zamana çeken niteliğini, demeliyim belki de. Bir otobüs penceresinden dışarıyı izleyiş gibi, orada ve o anda olma ihtimaline özlem duyuyor. Hoş bu da kesintiye uğrayan bir nitelik ama yine de bir olasılık olarak orada. Bu olasılığı, bu olasılığın yaşamı hafifleten, belki biraz da neşe, sevinç katan tarafına özlem duyuyor. Bir diğer katmanda gitmek, insanı kendisini tanımlayageldiği, bu tanımlamaya hem maruz kaldığı hem de onu yeniden ürettiği tüm ilişkiler ağından kısa bir süre için kurtarmak, kendi tanımlanmış ben’ini ve bu ben ile ilişki içerisinde olan diğer ben’leri ya da egoları askıya almak demek Süreyya için. Tanınmadığı, diğer insanlar ile kurduğu ilişkiler aracılığıyla şu ya da bu sıfatla tanımlanmadığı yabancı kalabalıklar arasında ‘hiç kimse’ olarak gezinmek, her türlü ilişkilenmenin ağırlığından kurtulmak. Bir diğer katmanda ise dünya ile bir türlü barışamaması söz konusu. Kendini hiçbir yerde evde hissetmiyor. Esas soru evde hissetmeli mi? En azından benim kafamda olan buydu. Sonra bir hastalık edindi Süreyya. Bacak ülseri oldu. Bu uzun bir süre yürümesini engelledi ve ancak o zaman ‘var kalmanın’ belki de insan için-diğer tüm canlılar için olduğu gibi-başlı başına bir meşgale olduğunu ‘yeniden’ fark etti. Bu epifaniyi yaşamak istemiyordu. Hatta yılgındı epifanilerden çünkü bir farkındalık anı yaşamamız kalan yaşamımızı bu farkındalığın ya da ayma anının bilinciyle yaşamaya başlayacağımız anlamına gelmez çoğu vakit. Sevdiği kadın yazarın mezarını ziyaret etti. İlk kez onun var kalma savaşından vazgeçtiği bir anda kendi sonunu hazırladığına aydı. Yaşamak, var kalmak başlı başına ‘çabalamak’ anlamına geliyor. Bunu kabul etti Süreyya. Ancak bu kabulden sonra Vuslat Bey ile yeniden karşılaşmanın Vuslat Bey’in şahsıyla, ikisinin yaşadıklarıyla olduğundan ziyade kendi hayatta olma ve kalma çabasıyla bir ilgisi olduğunu kabul edebildi. Eski bir inat bir devinme isteğine dönüştü...ülser yaralı bacaklarına rağmen.

©Nazlı Erdemirel

Süreyya’nın dördüncü bölümü Dış’ta sık sık soruyor Süreyya, ‘Ruhun cinsiyeti var mıdır,’ diye. Ruhun cinsiyeti var mıdır, Nil?

Ruh meselesi başlı başına bir sorunsal. Her şeyden önce teolojik anlamda bir ruhtan mı söz ediyoruz yoksa felsefi anlamda mı? Yoksa en basit biçimiyle insana bir tür ‘benlik’ bilgisini veren ve/veya bir tür ‘varım ve buradayım’ hissi uyandıran bir kavrama ya da ele gelmez bir ‘şey’e mi göndermede bulunuyoruz? Hoş bu da bizi ister istemez ya teolojinin ya da felsefenin alanına geri fırlatacaktır. Kendi adıma ruh kelimesi üzerine her düşündüğümde teoloji, felsefe, psikoloji ve ontolojiye dair sorular bir arada beliriyor. Hazır yanıtlarım yok. Ancak bol miktarda sorum var ruha dair. Ruhun deneyimleri deyince neden söz ediyoruz? Ruh ve anlam meselesini bir arada nasıl düşünmeliyiz? Bir aşkınlık fikri ya da kabulü olmadan ruhtan söz edebilir miyiz? Yoksa Spinozacı bir bakış açısıyla doğa/tanrıda eyleyen, birbiriyle karşılaşan, var olan ve son bulan moduslar, bunların var kalma çabası, yaşama arzuyla yönelimleri bağlamında mı düşünmeliyiz? Ruhun çok anlamlılığı ile insan deneyimi arasındaki ilişki üzerine ne söyleyebiliriz? Ruh ile düşünce arasında ne türde bir ilişki mevcut? Ruh ve beden dikotomisinden kurtulmak mümkün mü? İnsan zihin ve bedenini bir ve aynı şey olarak görmeyi nasıl öğrenebiliriz? Bu soruların hepsi kendi deneyimimde beni anlam sorunsalı üzerine düşünmeye, oraya kafa yormaya itiyor. Bunu da kimi vakit kendimi yaşamın içine fırlatarak, kimi vakitse yazı aracılığıyla alternatif bir metnin içinde dolanarak yapmaya gayret ediyorum. Ruhun cinsiyeti var mıdır? Elbette kesin bir yanıtım yok. Bana göre burada vurgu yine sorunun kendisinde. Ruh dediğimiz bu ele gelmez ‘şeyi’ cinsiyetli varsaydığımız bir dünyada yaşıyoruz. Galiba üzerinde düşünülmesi gereken kısım bu. Yazma edimi büyük ölçüde ontolojik bir niteliğe sahip. Ontoloji de ruh sorunsalını doğası gereği barındırdığına göre yazma işine girişmiş herhangi bir ‘ben olma halinin’ karşısına kaçınılmaz olarak çıkan bir mesele ruh sorusu. Eh, buna bir de gündelik yaşamın cinsiyetli kurulumu eklenince ‘kadın’ ya da ‘dişi’ olmaklık dayatılmış bir beden için ruh sorusu, ruhun cinsiyeti gibi tuhaf bir soru ile de kaçınılmaz bir biçimde birleşiyor. Dediğim gibi esas olan bu tuhaflık üzerine uzun uzun düşünmek. Sanırım şunu unutmamak gerekiyor. İnsan için dönüşüm imkânı barındıran yanıttan ziyade sorunun kendisidir. Yani soruyu yöneltme ya da soruya yönelme cesaretidir. İnsan için bir tür özgürlükten söz edebileceksek eğer, ben bunun sorunun mudanasızlığı ile mümkün olacağına inananlardanım.

0
10613
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle