14 NİSAN, CUMA, 2017

"Sözcükler Değerlidir, Yazdığımız Yerde Çakılı Kalır"

Çiyil Kurtuluş, ismini son zamanlarda çokça işittiğimiz bir yazar. Geçtiğimiz Aralık ayında ilk oyunu Biraz Sen Biraz Ben ile sahnede tanıştık, ardından Ocak 2017'de ilk kitabı Kasırga ve Yabanmersinleri  ile raflarımıza düştü. Kendisiyle yazarlık, öyküler ve kitapları özelinde bir söyleşi gerçekleştirdik.

Semih Gümüş, öyküleriniz için "tek sözcüğü atlamadan okunmalı" diyor. Gerçekten de öykülerinize baktığımızda öykülerinizdeki her sözcük özenle seçilmiş izlenimi veriyor. Bize sözcüklerinizden ve onların her birini nasıl yazıp, besleyip okuyucuya sunduğunuzdan bahsedebilir misiniz? 

Öyküyü ait olduğu yere en doğru şekilde iletebilmem için eldeki tek cevherin sözcükler olduğunu biliyorum. Yazacağım cümleyi önce zihnimde görüyorum, sonrasında onu bir kalıba, uygun sözcüklere döküyorum. Okurda bunun tam tersi gerçekleşiyor. Önce sözcüklerimi alıyor, sonra zihninde yansıtıyor. İlginç bir alışveriş. Sözcükler bizi birbirimize ileten bir nevi şifre değil mi zaten. Gerçekten de onları düşüne taşına kullanmaya gayret ettim, ne kadar başarabildiysem. “Ormanda Soğuk Işık” öykümün giriş cümlesini ele alalım mesela. “Omzunda şalla ormanda gezinen bir kadın kaybolmaya ne kadar yatkın oysa.” Bu bir tek cümlede aslında pek çok şey anlatmayı hedefledim. Omzunda şal taşıyan kadın, nasıl birisidir, az çok zihnimizde canlanır, onun şalıyla bahçede gezinmesi bizi şaşırtmaz ama orman olunca iş değişir. Bir kadının ansızın kendini ait olmadığı bir yerde bulması ve bu bir gezinti, aynı zamanda içsel bir yürüyüş, ayrıca kaybolmaya yatkınlık, diyor yazar, dahası gönüllü kayboluş. Vermek istediğimi birkaç cümlede anlatabilirdim, pek çok sözcük ederdi bu. Ama sözcükler değerlidir, yazdığımız yerde çakılı kalır, dolayısıyla onları israf etmemek lazım. Gerçek şu ki, öykünün, şiir ve oyundan sonra çağrışımları en güçlü yazın türü olduğunu biliyoruz. Az sözcükle çok şey ifade edebilme sanatı. Genellikle bir önceki cümle, sonrakine gereken yakıtı sağlar, böylece bir yola girmişimdir artık. İlerlerken, durmam gereken ilk molada tekrar başa dönerim. Peşpeşe gelen cümle öbeğini ellerimle kavrar, avuçlarımdan taşan ve birbirinin benzeri olan taşları elerim, gerekirse yenileri için arayışımı sürdürürüm. Bilirim ki her zaman daha iyisi vardır. Sözcükleri eleyip dokurken, yan yana sıralarken o görüntü de -ona arka plan diyelim- benimle birlikte hareket eder ve o manzaraya her seferinde yeni, farklı bir detay gelir, yerleşir, o beni, ben onu düzelte çoğalta yolu yarılamışızdır bile. Aslında bize yeni ya da farklı gelen, bir düşünce üretimi isteyen keşiften başkası değildir. Mesela uzakta parlayan şu bisiklet ve yanı başında duran çocuk her zaman olacaktır. Ama şimdi onların hareket etmesi gerekir.

Çiyil Kurtuluş'un karakterleri şömine başında oturuyor, Rusça öğrenmeye çalışıyor veya peyniri viski ile tüketiyor ve sorunları daha çok bireysel. Peki, bu karakterler bizlere bir bütün olarak neyin hikâyesini sunuyorlar? 

Onların Nasa’dan onaylı en pahalı yataklarda yattıklarını da unutmayalım lütfen. Evet, benim karakterlerim genellikle şehirli, belli bir eğitim almışlar, pek çoğu kendi yağında kavrulmayı beceriyor. İşleyen bir düzenin parçası onlar, sessiz sedasız yürütüyorlar. Ama o kadar yalnızlar ki. En yakınlarındakine bile yabancılaşmışlar. Ruhlarında kasırgalar kopuyor ama kimsenin bundan haberi yok. Zaman içinde yitirilen umutlar, bastırılmış duygular, karşılık bulamamış hayaller, naif bir uyumsuzluk. Bulundukları yer ve olmak istedikleri yer, orası her nereyse, bir çelişkinin kırılganlığını yansıtıyorlar. Alçak sesle, ötekini incitmeden ve meseleyi çok da görünür kılmadan. Bir kısmı yalnızlığıyla barışık da olsa, sevilmek ve anlaşılmak en büyük dertleri. İki kadın bir kanepede yan yana oturuyor ve aralarında birbirlerine hiç söylenmemiş ya da yarım bırakılmış sözler var. Ama şimdi yıllar sonra onlar yalnızca havadan sudan konuşup çay içecekler. İşte, hayat…

©Nazlı Erdemirel

"Öyküleri severim en çok. Hayat o kadar kısa ki, bana sunulan dünya gündüzle gece arasında bitmeli," diyerek sesleniyor karakteriniz bize. Peki sizin öyküye bakış açınız nedir? 

Akıp giden hayattan bir kesittir anlatılan. İlk cümle gibi basit, sıradan. Ama orada bir öz vardır. Yazarın derdi o özü yakalayıp parlatmak. Öykücünün imbiğinden bir kez daha geçer o öz. Yeniden biçimlendirir ve bir duvara sabitler. Başını sonunu bir arada görebildiğim, birkaç sayfaya sığdırılan bir dünya, sabırlı ellerden geldiğini bildiğim bir iyilik. Bir öykü bir sayfa da olabilir, on sayfa da, kastettiğim elbette nicelik değil. O işlenmiş özle okuyucunun baş başa’lığının korunması. Karakterler derdini anlatmasın, derdini yaşasın. Sanırım okuduğum öykülerde en çok bunu arıyorum. Anlatıcının heyecanlı, kaygılı, o anlatmaya doyamayan sesi de araya girdiğinde çok geçtir artık, o uzay duvarına yapışıp kalan, yazarın öyküsünü severken boğan elleridir yalnızca.

Peki sizin öykü bahçenizde kimler var? Kimleri okuyorsunuz? 

Öykü bahçem ağaçlarla dolu. Hepsini yazmak çok yer tutar, belli başlılarını söyleyeyim. Anton Çehov, Ernest Hemingway, Raymond Carver, John Cheever, Julio Cortazar, John Updike, Natsume Soseki, Ralf Rothmann, David Constantine, Virginia Woolf, Joyce Carol Oates, Katherine Mansfield, Sait Faik Abasıyanık, Ferit Edgü, Vüs’at O. Bener, Mehmet Baydur, Mehmet Günsür, Oğuz Atay, Tomris Uyar, Tarık Dursun K.

©Nazlı Erdemirel

Kıskandığınız, keşke bunu ben yazmış olsaydım, dediğiniz bir öykü kitabı var mı?

Kitap olarak biçimlendirmeyelim ama Çehov ve Hemingway, onların bütün öykülerini, dahası düşünme biçimlerini hayranlıkla kıskanırım. İyi ki de şu dünyadan gelip geçmişler. Yerli yazarlara baktığımızda benim için öyle bir dörtlü var ki, her biri mükemmel bir bütünlük arz ediyor. Onat Kutlar’ın Ishak, Sait Faik Abasıyanık’ın Alemdağ’da Var bir Yılan, Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken, Vüs’at O. Bener’in Dost-Yaşamasız öyküleri.

"Kasırga ve Yabanmersinleri" adlı öykünüzün, kitabın ismi olarak seçilmesinde sebepler neydi? Öykünüzün yazılış hikâyesini anlatabilir misiniz?

“Kasırga ve Yabanmersinleri” bana bu kitabın yolunu açan ilk öykümdür. Daha dosyamı oluştururken karar vermiştim kitabımın adına. Bende çağrışımlı bir tat bıraktı. Ayrıca dosyadaki tüm öyküleri kucaklayan bir anlamı da var. Yaşamın iki yüzü gibi. Bir yanda kasırgalar, savruluşlar, kayıplar, düşüşler, karanlık, soğuk, derin bir kış. Öbür yanda, iki kasırga arasında olgunlaşan yemişler, yabanmersini tadında, buruk ve iyileştiren, kısacık bir yaz. Öykünün yazılış hikâyesine gelince. 2011’in Ağustos ayında Amerika’da yaşayan kız kardeşimi ziyarete gitmiştim ve İrene kasırgasını tam yerinde Long Island’da yaşadım. Hayatımda ilk defa bir kasırga görüyordum. Öyküde anlattığım gibi, insanlar sahildeki evlerini bırakıp iç kesimlere kaçıştı. Marketler günler öncesinden depolarını doldurmuş, okulların spor salonları evsizler için açılmış, New York’un güneyi tamamen boşaltılmış ve daha bir sürü önlem. Biz de sahilde, oldukça korunaklı bir evde, bütün pencerelerine tahta çaktırıp geceyi ailece bodrumda geçirmiştik. Küçük pencerelerde görebildiğimiz yalnızca dalgalı bir karanlık. İki üç saat süren en şiddetli saatlerden sonra tabiat normale döndü, elbette kasırgadan geriye kalan izleri yok etmek Amerikalılar için o kadar çabuk olmadı. İstanbul’a dönmeden bir gece önce e-postama düşen bir mektup atölyeden gelen yeni ödev konusunu bildiriyordu. “Eve gelen yabancı”. Ertesi gün uçakta, eve dönüş yolunda yabanmersinli kekimi yerken, “Kasırga ve Yabanmersinleri”ni yazmaya başladım.

Öykülerinizde diyaloğa fazlasıyla rastlıyoruz. Bu bir seçim mi yoksa oyun yazarlığınızın getirdiği bir alışkanlık mı? 

Evet, haklısınız, diyalog bolca. Aslında çok konuşkan birisi değilimdir. Ama orada başka bir dünya kuruyoruz. Bu tamamen kendiliğinden böyle gelişti. Sanırım konuşkan öyküleri seviyorum, meseleyi konuşma cümlelerine yüklemek özel ilgi alanım. Oyun yazarlığı benim için henüz çok yeni bir uğraş. Tam tersini düşünmek daha doğru olur. Önce öykü vardı, öbürü sonra geldi. Öykülerdeki tutumum bana oyun yazarlığı yolunu açtı diyebiliriz. Başka bir deyişle her ne kadar oyun yazmak hep hayal ettiğim bir işse de, ben yerimi önce öyküde buldum ve orada da sağlamlaştırmak isterim. Ayrıca yalnızca bir oyun yazdım. Umalım ki arkası gelsin.

Sergilenen tiyatro oyununuzdan da bahsedebilir misiniz? Oyun yazmak, öykü anlayışınızda bir değişim yarattı mı?

Geçtiğimiz yılın başında, Notos Atölye’de Ebru N. Celkan sorumluluğunda yürütülen sekiz haftalık, “Oyun için Yaz” atölyesine katıldım. Oyun yazarlığı, demin de sözünü ettiğim gibi yazmayı hayatımın merkezine koymadan çok daha önceleri hayalini kurduğum bir işti. Ve atölye bana bu fırsatı verdi. Sekiz hafta sonucunda ortaya bir verim çıktı. Başta hocam Ebru N. Celkan olmak üzere Bulut Tiyatro proje grubu sağ olsun işi sahiplendi. Kadıköy Emek Sahnesi’nin de işbirliğiyle 16 Aralık’ta Biraz Sen Biraz Ben ilk gösterimi yaptı. Kadınlararası bir arkadaşlık ve dayanışma hikâyesi. Oyun yazmak, öykü anlayışımda bir değişim yarattı mı? Güzel soru. Olumlu yönde katkısı oldu şüphesiz. Bir oyun metnini vücuda getirebilmek için bolca diyalog yazarız. Ama biliriz ki, tiyatro bir eylemdir, söylem değil. Yalnızca dil yetmez. Ve orada sözcükleri çok daha sıkı elemek gerekir. O sözcüklerin altında kendi ritminde ivmelenen bir hareket vardır, bir değişim, bir dönüşüm. Oyun yazarken açık ve net bir dramatik önermeyle çıkılır yola. Haliyle karakter, çatışma ve dramatik önermeyle uyuşan bir sonuç, yani bir hikâyemiz vardır, tıpkı öyküde olduğu gibi. Düşünme biçimimiz her iki türde de yakın. Zihnimizdeki görüntüye sadık ve o görüntüyle birlikte yürümeyi becerebilmek gerekiyor. Bir öykünün kanlı canlı sahnede vuku bulması. Öykü sanatına tersten yapılan bir sağlama diyebiliriz belki. Metni sahnede izlediğinizde, canlı bir organizma gibi hemen zayıf kalan yerlerini ele verir, acımasızca gözünüze sokar. Dolayısıyla titizlik üstüne titizlik getiriyor oyun yazan bir bakışa da sahipseniz. Ve bir şey daha, şimdi karakter yaratmak ve diyalog yazmak çok daha ciddiye aldığım bir iş.

Biraz Sen Biraz Ben

Öykü yazma sürecinizden bahsedebilir misiniz? Öyküye nasıl başladınız, kitap çıkana kadar nasıl bir süreçten geçtiniz? 

2009 yılında annemi kaybettikten sonra on altı yıldır yaptığım tarih öğretmenliğini bıraktım ve yazmaya karar verdim. Öykü yazmak kendiliğinden geliverdi. İçimde iyileştiremediğim bir acı vardı ve ben bir şeyleri dünya gözüyle tamamlayabilmek, iyileştirebilmek istiyordum ve buna gücümün yettiğini görebilmek. Hayat kısa ve acımasız. İyi haber çabuk gelmeli. Anlatmak istediğimi bir solukta anlatabilmeliydim. Önce iç dökümü gibi başladı bende yazmak. Bir nevi tedavi. Gittiğim kısa dönem atölyeler beni bu çabada cesaretlendirdi diyebilirim. Şu da var ki, yazdıkça ve bunu tutkuyla yaptıkça elinizdekiyle yetinmiyorsunuz ve yine eksiğinizi en iyi siz görebilirsiniz, ayrıca neyin eksik olduğunu tanımlayabilmek için de artık cesaretten çok daha fazlasına ihtiyacım vardı. Ve kendime kalıcı bir rehber edindim. Notos Atölye yazma yolculuğumda bana ihtiyaç duyduğum desteği sağladı. İlk öykü dosyamı 2014 yılında tamamladım. Ama ben yazmaya devam ediyordum, acele etmedim, zaman zaman dosyamı açtım, karıştırdım, bazı öyküleri çıkarıp yerine yenileri ekledim. Sonra doğru zaman geldi. Dedalus, hep takip ettiğim, beğendiğim bir yayınevi. Biz birbirimizi anladık ve yol arkadaşlığımızdan hoşnut olduk. Bu yılın ocak ayında hayalini kurduğum gibi kitabımı ellerimin arasına aldım. Yazma gayretinde olan, emek veren herkesin bu benzersiz duyguyu tatmasını yürekten dilerim. 

©Nazlı Erdemirel

"Köşedeki kitapçıda son çıkan öykü kitaplarına dokunuyorum sonra da. Çaktırmadan burnuma götürüyorum. Yeni bir yazar. Bahçeme bir fide ekeceğim. Yerini severse ağaç olur," diyorsunuz bir öykünüzde. Peki, sizi bahçesinde ağırlayacak okurlar için neler söylemek istersiniz?

Öncelikle beni bahçelerine kabul ettikleri için okurlara kocaman bir teşekkür. Yüzüme bakıp aldanmasınlar, fırtınalar, kasırgalar gelir geçer, kolay kolay yıkılmam ben, yalnızca bir parça güneş gören yere koysunlar beni, vakti geldiğinde saklı yemişlerimi döküvereyim. Bir de ara sıra sevecen elleriyle dokunsunlar bana, birlikte konuşup dertleşelim ki bu küçük fide serpilsin, ağaç olsun. Gölgesinde soluklandığı bir ağacı bahçesinde kim istemez. Ne mutlu böylesi bir ağaç olabilene.

Son olarak bundan sonrası için neler planlıyorsunuz? İkinci kitap için çok bekleyecek miyiz? 

Yeni bir öykü dosyası üstünde çalışıyorum. Önümüzdeki yıl en geç bu zamanlar ikinci kitabımın okuyucusuyla buluşacağını ümit ediyorum. Ayrıca zihnimde oyunlaştırmayı düşündüğüm bir hikâye var. Bir de henüz çok erken ama şiire de yakın durduğumu söyleyebilirim. Daha sonrası için de hep okumak ve yazmak, şu hayatta daha aydınlık başka bir sığınak bilmiyorum. 

0
6793
0
Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage