04 KASIM, PERŞEMBE, 2021

“İyilik Maske Gibi Giyilip Çıkarılacak Bir Duygu Değil”

Filiz Aygündüz ile son romanı Annem Beni Görsün’ü odağımıza alarakgörmek ve görülmenin insan hayatı üzerindeki etkilerini, çocuklukta anne ile kurulan bağın yetişkinlikteki yansımalarını, modern zamanların aşksız ilişkilerini ve yazarın yazma yolculuğunu konuştuk.

“İyilik Maske Gibi Giyilip Çıkarılacak Bir Duygu Değil”

“İlk romanımdan bugüne insanı anlatmaya çalışıyorum. İnsanı anlatabilmek için onu anlamak lazım. İnsanı anlamanın da iki büyük yardımcısı var: Edebiyat ve psikoloji.”diyor Filiz Aygündüz. Kaç Zil Kaldı Örtmenim? ve Prens Prensesi Sevmedi romanları, Psikiyatr Alper Hasanoğlu ile birlikte hazırladıkları Gel Hayattan Konuşalım adlı bir nehir söyleşi kitabının ardından yayımladığı son ve üçüncü romanı Annem Beni Görsün’de de görme ve görülme ihtiyacını anne-çocuk, aşk, sevgi, kardeşlik, dostluk, çalışma hayatı, yazar-okur ilişkileri bağlamında “görünür” kılıyor. İskeletini insana dair temel dertler oluşturuyor. “Gerçek” sandığımızın yanıltıcı olabileceğini, iyi olanın aldatıcılığını hatırlatıyor. Gücünü “gerçek”ten alan Annem Beni Görsün’ün, okurken zihnimizde yarattığı soruları Filiz Aygündüz’e sorduk.

Annem Beni Görsün’ün tanıtımında “modern hayatın ‘aşksız ilişkiler’i içerisinde birbirine tutunan iki insanın öyküsü” olduğu yazıyor. Aşksız bir dünyada aşk için büyük fedakarlık gösteren bu iki karakterin hikâyesini yazmak, okurla bu hikâyeyi paylaşmak için sizi harekete geçiren istek ne oldu?

Aslında niyetim, çocukluğunda annesi tarafından temel duygusal istekleri karşılanmamış bir erkeğin, Alp’in hikâyesini anlatmaktı. Annesi tarafından vaktiyle görülmemiş bir çocuğun yetişkinlik yaşamında karşılaşabileceği sorunları anlatmak. Bu sorunu bir aşk ilişkisinde yaşayacaktı Alp. Öte yandan bir yazar olarak karakter üzerinden edebiyata dair söylemek istediklerim vardı. Zeynep bu sözlerin sözcülüğünü üstlendi. Karakter dosyamdaki bu iki ismi bir araya getirdim ve ‘gerçek’ olamayacak kadar ‘güzel’ bir ilişki çıktı ortaya. Bugünün aşksız ilişkilerine kafa tuttular bir anlamda.

Sadece aşk, duygusal ilişkiler değil aile, iş hayatı, yazmak, yazarlık, travmalar, psikolojik rahatsızlıklar ve daha nice başlık oluşturuyor bu romanın iskeletini. Annem Beni Görsün’ün nasıl bir yazım süreci oldu? Bu iskeleti kurarken yapmak istediğiniz neydi?

İlk romanımdan bugüne insanı anlatmaya çalışıyorum. İnsanı anlatabilmek için onu anlamak lazım. İnsanı anlamanın da iki büyük yardımcısı var: Edebiyat ve psikoloji. Annem Beni Görsün’de de bu ikisinden bolca yararlandım. Bunu yaparken iş hayatından, yazarlığa, psikolojik sorunlara kadar sizin de sözünü ettiğiniz çok sayıda başlık kullandım. İskelet bu şekilde oluştu. 

Filiz Aygündüz ©Ozan Güzelce

Romanda ana iki karakterin yanı sıra yan karakterlerin de belirleyici özellikleri var. Özellikle Zeynep’in günlük rutinleri var. Yazarken karakterlerinizin kişisel özelliklerinin yanı sıra rutinlerini nasıl belirlersiniz? Hikâyeyi kurgularken karakter yaratım süreciniz nasıl gelişir?

Yazmadan önce kafamda bir karakter dosyası açıyorum. Her karakter için karakterini belirleyen özellikleri, bu özelliklere eşlik edecek günlük rutinleri not alıyorum. Dosyanın içeriği yazmaya koyulduğumda bana çok yol gösteriyor. Yazma sürecinde de karakterler gelişiyor, dönüşüyor ve son hâlini alıyor.

Romanın asıl çatısı görmek, görülmek konusuna gelelim isterim. Doğduğumuz anda anne ile başlayan bu ihtiyaç hayatımızı nasıl şekillendirir? İnsanın doğasında görmek ve görülmek bir eylemden öte ne ifade eder? Bugün sürekli dile getirdiğimiz, bize pek çok hata yaptıran “duygusal boşluk”larımız görülmediğimiz için mi oluyor? Bir yandan da görmek bir tercih değil midir?

Çocuk doğduğu anda, ilk bakım vereninin, çoğunlukla annesi olur bu, onun gözlerine bakarak görme ve görülme deneyimini yaşıyor. Bu çok kıymetli. Ve bütün hayatımızı etkiliyor. Çocuk büyürken annesi tarafından görülüyorsa yani tüm temel ihtiyaçları karşılanıyorsa güvenli bir bağlanma oluşturuyor ve hayatının ileriki dönemlerinde de kendini güven içinde hissettiği ilişkiler yaşıyor. Ama anne çocuklukta bir var bir yoksa, çocuğun temel ihtiyaçlarının bir bölümünü karşılayıp bir bölümünü karşılamıyorsa aralarında çocuğun kaygı duyduğu bir ilişki gelişiyor. Bu dinamik çözümlendiği sürece tüm ilişkileri kaygılı oluyor. Çocuklukta anne hiç yoksa, çocuğun hiçbir temel ihtiyacını karşılamıyorsa aralarındaki bağlanma modeline kaçıngan bağlanma diyoruz. Bu çocuklar da yetişkinlikte ilişki kurma zorluğu çekiyorlar. Yani tüm ilişkilerimiz çocuklukta annemizle kurduğumuz ya da kuramadığımız güvenli ilişki üzerinden şekilleniyor. Bu bağlamda duygusal boşluklarımızda görülmemiş çocuklar olmamızın etkisi büyük. Görmeyi istemek bir tercih ama bazen de bu tercihe neden olan sorunlarımız oluyor.

“Aşksız ilişkiler”… Byung-Chul Han, Eros’un Istırabı’nda aşkın sonunun ilanını reddeder bugün aşkın içinde bulunduğu krizin nedeni olarak “başka Başka’ların bolluğu değil, şu anda yaşamın bütün alanlarında meydana gelen ve benliğin giderek daha da narsistleşmesinin eşlik ettiği, Başka’nın aşınması sürecidir.”der. Sizce de aşk artık olanaklı değil mi modern hayatta? Başka’yı narsist benliklerimiz yüzünden mi sevemiyoruz, göremiyoruz? 

Aşk, her yaşta ve zamanda mümkün. Bugün bile! Ama sürekliliği için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Üçüncü kitabım Gel Hayattan Konuşalım’ı Psikiyatr Alper Hasanoğlu ile birlikte hazırlarken Alper’e aşkla ilgili en önemli bilgisinin ne olduğunu sormuştum. Cevabı “Bekle, geçer” olmuştu. Kalıcı bir duygu değil, bir süre bekledikten sonra geçiyor gerçekten. Bu hep böyleydi. Ama bugün modern zamanlarda daha çabuk geçiyor. Uyaranlar çok fazla. Biriyle ilişkiye girdiğinde diğer seçenekleri dışarıda bırakma korkusu da çok fazla. Bu korku aşka zarar veriyor, daha hızla tüketilmesine neden oluyor. Narsisistlere gelince, onların sevme yeteneği yok. Bir narsisistin gerçekten aşık olması mümkün değil. Kendisiyle o kadar çok ilgili ve karşısındakinin duyguları söz konusu olduğunda öyle künt ki, aşkı nasıl yaşasın? Bütün o büyüklenmelerine rağmen içinde yetersizlikten ağlayan özgüvensiz bir çocuk olduğunu da düşünürsek, aşkı kim kaybetmiş ki narsisit bulsun.  

O hâlde roman bağlamında Zeynep “kendi”ni aşık olduğu Alp için men ediyor diyebilir miyiz? 

Zeynep’in kendisinden vazgeçtiğini, kendini ‘yaşamaktan’ men ettiğini söyleyemem. Ama Alp’le bir şeyler sürekli ters gittiği hâlde, yaşadığı aşkın etkisiyle olan biten tuhaflıkları rasyonalize etmeye çalışıyor. Tabii bu da bir yere kadar. Sürdürülebilirliği yok. İşin içinde yalan dolan varsa, aşkın yapabileceği bir şey yok. Yüzleşmek zorunda kalıyorsunuz. Sonrasında vereceğiniz kararı ise karşınızdakinin samimiyeti belirliyor. O noktada aşk da biraz destek çıkıyor tabii. 

Kitap boyunca burnumuza gelen buram buram portakal kokusunu söyleşiye de taşımak isterim. Yemek yapmak, bir şeyler pişirmek sorunları çözmemize, travmalarımıza ne ölçüde yardımcı olur? Nedir yemekle psikolojimiz arasındaki bağ, köklerini nereden alır? Ve roman boyunca defalarca pişen, kavanozlanan reçeli neden portakaldan seçtiniz, sizin için özel bir anlam ifade ediyor mu?

Aslında kitaptaki portakal reçeli, koku hafızamızın hayatımızdaki önemini vurgulamak için seçtiğim bir metafor. Öyle kokular vardır ki, kokladığınızda sizi yıllar önce yaşanmış bir mutluluğa ya da kedere götürebilir. Zeynep’in hayatındaki baskın koku ise annesinin çocukluğunda yaptığı portakal reçelinin kokusu. Anne ve babasının hayatta olduğu, sabah kahvaltılarında sofradan eksik olmayan portakal reçelinin kokusu  onu çocukluğunun mutlu  günlerine götürüyor. O yüzden ne zaman canı sıkılsa, mutsuz olsa portakal reçeli yaparak, kokusuyla rahatlıyor o güzel günlerin huzurunu yakalıyor. Bir tür terapi gibi.

“Fazla iyi bu adam.” Zeynep’in gerçekleri görmekten ve paylaşmaktan çekinmeyen kardeşi Mehtap’ın Alp’le tanıştıktan sonra ağzından çıkan ilk sözlerden. Burada da işaret ettiğiniz bir durum olarak fazla iyi insanlar neden gerçeklik duygumuzu zorlar? Gerçekten iyi olmak “gerçek” bir şey değil midir? Nitekim Alp de bunun sağlaması bir karakter. Sosyal hayatta “iyi insan olmak” sunduğumuz personalardan biri midir?

Fazla iyi insanların gerçeklik duygumuzu zorladığı kesin. İnsan öyle dört başı mamur bir iyilik abidesi değil. Eksikleri, kusurları, zaafları, öfkeleri, kötülükleri var. Kimse bunlardan azade değil. Ama biri çıkıp da bu insana ait türlü çeşit duyguya sahip değilmiş o hep iyiliğe güzelliğe inanırmış gibi yapıyorsa dikkat etmek lazım. Bunun da sürdürülebirliği yok. Bir süre sonra o iyilik meleği öyle bir öfke patlaması yaşayıp ortalığı toza dumana katar ki şaşırıp kalırsınız. Denge önemli hayatta. İyilik için de geçerli bu. İyi olmak ‘gerçek’. Ama çok fazla iyi olmak, abartılı iyilikler yapmak gerçekçi değil, sorunlu bir durum. En azından sizi kendine borçlu hissettirebilir ki bu fena bir şey. “İyilik hâli”ni persolardan biri olarak kullanmanınsa gerçek iyilikle hiç ilgisi yok. İyilik maske gibi giyilip çıkarılacak bir duygu değil.

Hikâyenin büyüsünü de bozmak istemiyorum ancak Mehtap bir bakıma haklı da çıkıyor. Yalan, yalancılık, yalan bir hayat sürdürmek… Erkek karakterin çocukluk travmalarından doğan bu rahatsızlığı pek de mazereti olmayan hataları için bir çıkış yolu gibi de. Neden patolojik yalan söyleme hastalığına sahip bir karakter üzerine kurdunuz bu hikâyeyi?

Patolojik yalan, hepimizin zaman zaman zor durumlarda söylediğimiz tırnak içinde pembe yalandan çok farklı. Bir buluşmaya gitmek istemediğinizde arkadaşınıza hastayım gelemeyeceğim yalanını söylüyorsanız amacınız bellidir. Gerçekten o buluşmaya gidecek hâliniz yoktur, o gün evde kalıp kendinizle olmak istiyorsunuzdur ama arkadaşınızı da incitmek istemezsiniz. Burada amaç, kendi istediğini yapmak bunu yaparken de karşınızdakini kırmamak. Ama patolojik yalan böyle değil. Dikkat çekmek amacıyla ardı arkası kesilmeyen yalanlar bunlar. Altında görülme isteği yatıyor. Onun da altında çocuklukta annemiz tarafından görülmeyişimiz. Bu ruh hâlini yazmak istedim ben. Bir de tabii sormak istedim. “Hata yapan bir tanıdığınızın hata nedenini anladığınızda onu affedebilir misiniz?” Bu hata yalan da olabilir, aldatmak da olabilir, canınız yakması da… 

Bunun cevabını vermek sahiden çok zor... Sizin sorunuzun izinde ben size sormak isterim: Zeynep ile Alp’i karşımıza alarak, yalanlarla örülen sahici bir sevgi mümkün mü? Yalanlarla karşısındakinin hayatını alt üst etmiş olsa bile… 

Yalan, basit çıkarlar elde etmek ya da size zarar vermek amacıyla söyleniyorsa yalanın muhatabıyla aranızda gerçek bir sevgi bağı mümkün değil. Ama patolojik yalan başka. Bir önceki soruda anlatmaya çalıştım aslında. Kitapta dinamiklerini de veriyorum. Sorunun cevabı herkese göre değişir. Ben Zeynep’in yerinde olsam ne yapardım kestiremiyorum ama anlamaya çalışırdım onun gibi. Sonrasında duygularım, ilişkinin içeriği, karşımdakinin samimiyeti gibi parametrelerle verirdim kararımı.  

Filiz Aygündüz ©Ozan Güzelce

Romanda konuşmak istediğim çok başlık var ki bunu da konuşmadan geçmeyelim: İyi bir romanın formülü. Semiramis Hanım romanda yazarlık ve yazmak konusunda kilit bir karakter. Çoksatar olmak, dersini çok iyi çalışan bir yazar olmak, yazarın eserlerinden ayrı -hatta hayal kırıklığına uğratan- bir dünyaya sahip olması gibi meseleleri dile getirdiğiniz bölüm var. “İyi bir yazar olmak” ile “iyi bir roman yazmak” hakkındaki düşüncelerinizi dinlemek isterim. Romanda geçen yazarlık konusundaki satırlarda ne kadar sizin düşünceleriniz kendini gösteriyor?

Gazeteciliğimin ilk yıllarında Bir Dinozorun Anıları’nı yayımlayan Mina Urgan’a hayrandım. Kendisinden çeşitli konularda telefonla görüşler aldım ama karşılıklı uzun bir söyleşiye yanaşmıyordu. Ona olan sevgimi, hayranlığımı anlatıp o kadar çok ısrar ettim ki sonunda bana “Hayatta öyle yazarlarla tanıştım ki hiç tanışmamayı sadece kitaplarıyla yetinmeyi tercih ederdim. Sevdiğin kitapların yazarlarını tanımakta bu kadar ısrarlı olma, hayal kırıklığına uğrarsın”demişti.

​Hiçbir şey anlamadım tabii. Ama meslekte 30 yıla yaklaşırken tanıştığım sanatçı ve yazarları düşününce Mina Hanım’a hak veriyorum. Gerçekten bazılarının sadece eserlerini okumakla, izlemekle kalmak isterdim. Ben de Zeynep’e katılıyorum. Her iyi yazar iyi insan olmuyor. Olmak zorunda da değil. İşini iyi yapmakla iyi insan olmak arasında güçlü bir korelasyon yok. Sadece sanatta da değil. Çok başarılı bir kalp cerrahı da cimri, hasis, kötü kalpli olabilir. Mesleki liyakatlarımız kişiliğimizi belirlemiyor maalesef.

Baş karakterinizin de yazar olması sebebiyle yazarlığa yönelik bir soruyla daha devam edelim mi? Zeynep, yazmak için gerekli olan bir ortamdan bahsediyor, sessiz bir oda, bir kadeh şarap gibi… Muhabirlik, editörlük deneyimlerinize ek şu an genel yayın yönetmenliğine devam ediyorsunuz. Yazmak, okumak hayatınızın bir parçası hatta belki büyük bir bölümü. Size göre yazmak için nasıl bir ortam gerekiyor? Roman ile yayınlar için bir metin yazmak yazarlık açısından nasıl ayrılıyor?

Her yazarın yazma pratiği farklı. Uzun yıllar yazarlarla söyleşiler yaptığım için onlardan birçok farklı pratik öğrendim. İlk romanımı yazarken çoğunu denedim ve olmadı. Öyle dışarıda kafelerde yazamam mesela. Mutlak bir sessizlik olmalı. Roman yazmak için kapanmak, en sık kullanılan yöntemlerdendi, ilk romanımda kitabı bitirmek için Büyükada’da bir otelde dört gün kaldım. Yazmak dışında yapacak hiçbir şey olmaması çok sıktı beni. Ondan da vazgeçtim. Ben evimde, sessiz bir ortamda yazarım. Yazarken kalkıp yemek yaparım, dışarı çıkar yürürüm bazen bir hafta hiçbir şey yazmam, üç gün soluksuz yazarım. Benim pratiğim böyle. Ama günlük ya da aylık periyotlarda çıkan bir yayına yazıyorsanız daha disiplinli olmak zorundasınız. Yazının bir teslim tarihi vardır. Ona uymak gerekir. Uyarım da, hiç geciktirmem yazılarımı. Roman yazarken zamanın daha fazla efendisisiniz öte yandan.

Son olarak çalışma masanızda okurlarınızı neler bekliyor? Üzerinde çalıştığınız ya da teslim aşamasına geldiğiniz kitaplarınız var mı?

Tezgahta iki roman projesi var. Hangisini öne alacağımı şimdilik bilmiyorum. Okumalarını yapıyorum.

Tasarımda Edvard Munch'a ait olan "Kiss" ve "Kiss by the Window" adlı eserler kullanılmıştır.

0
3417
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage