18 AĞUSTOS, ÇARŞAMBA, 2021

"Anlatının Kişisel Olması, Onu Daha Özgür ve Daha Gerçekçi Kılıyor"

Ömür İklim Demir ile kum fırtınası, dünyanın kenarında, salonun ortasında duran sandalye, insanlar, evlerimiz, nesneler, olaylar ve yaşanılan durumların büyük dönüşümlere maruz kaldığı, geçmişten günümüze yüzyıllık bir zaman dilimini anlattığı son kitabı Kum Tefrikaları üzerine konuştuk.

Ömür İklim Demir, öykülerden oluşan yayımladığı ilk kitabı Muhtelif Evhamlar Kitabı’ndan sonra Kum Tefrikaları romanı ile okurlarıyla tekrar buluştu. Yüzyıllık bir zamanı önümüze seren, insanın kendini arayışında rutine düşmelerinin, bu arada “öteki” dahi olamamanın, fırtına ile beraber gelen, kum, toz, telgraf tıkırtılarının geçmişten getirdiği bir günlükle hayatın seyrinin nasıl değişebileceğini anlatan Kum Tefrikaları yazarın ilk romanı olarak içinde yaşadığımız yüzyıla gönderilmiş bir selam. Ömür İklim Demir ile Kum Tefrikaları odağında gerçekleştirdiğimiz söyleşi için buyurun lütfen.   

Kişisel eylemimiz olan okumaktan ve bir de üzerine yazmaya da başlarsak kişisel eylemimizin dozajını arttıracak olan yazarlıktan bahsi açarak başlamak istiyorum Ömür Bey. Okurluk ve yazarlık “eylem” ile vücut bulduğunda toplumsal ve kitlesel bir yerden değil de “kişisel” bir yerden tanımlamaya başlıyor kendini. Şimdiye kadar dünya tarihi toplumsal/kitlesel eylem diye tanımlanan hiçbir oluşumdan uzun vadede faydalı sonuçlar alamadı. Ama okurluk, ama yazarlık, tam tersi bir şekilde zaman ilerledikçe, başımıza gelenlere baktıkça, yeni yüzyıllara doğru hızla gidildikçe en ihtiyacımız olan duruşun “kişisel eylemlerimizle”, “okur” olma ve “yazar” olma bilinciyle gerçekleşecek sanki ne dersiniz? İlkin “kişisel bir eylem” olarak okur olmayı ve yazar olmayı sorarak başlamak ve bu anlamda başlatılacak eylemlerin toplumsal olandan çıkıp kişisel olana dönüştüğünde daha dürüst bir yerden şekilleneceğini ve daha doğru sonuçların alınabileceği bir eylem modelinden bahsi açarak sohbetimizi başlatmak isterim.

Kişisel eylemlerin dürüstlüğü de doğruluğu da bence tartışılır fakat olaya sadece yazma açısından bakacak olursam, bir anlatının kişisel olması, onu ister istemez daha özgür ve daha gerçekçi kılıyor, diye düşünüyorum. Kişisel gerçekliğimizde gökyüzü yeşil ise ve biz bunu yazıyorsak, gerçekten öyle olduğuna inanarak bunu yapıyorsak, bu metnin o kişisel algı çerçevesinde doğru olduğunu söyleyebiliriz. Tabii kurmaca bir metnin doğru olup olmamasının hiçbir önemi yok bana kalırsa, sorduğunuz için yorumluyorum. Sonuçta bence dedikten sonrasını sorgulamanın pek de bir anlamı yok, olmamalı da zaten, oradan sonrası istediğimiz kadar hata yapabileceğimiz, yanlış hükümler verebileceğimiz bir özgürlükler diyarı. En azından ben böyle olduğuna inanıyorum.

Ömür İklim Demir

Kum Tefrikaları. Roman okumayı çok özlemişim. Tüm katmanları, çağrışımları, sonsuz zamanın içerisinde sere serpe uzanıyor olması ve buna istinaden sınırsız bir özgürlük barındırmasıyla roman okumanın serbestliğini özlemişim. Özellikle bir şeye olan dikkatimizin en fazla yirmi dakika sürdüğü, gündemin gün be gün değil, saat başı değiştiği böyle bir zaman diliminde aslında bizden (okuyucudan) içten içe çok sabırlı olmamızı isteyen, dileyen, rica eden; üstelik bu anlamda evhamını çok da fark etmemizi istemeyerek dipten yavaşça akıtma isteği içerisinde de olan Kum Tefrikaları yazarının kafasında nasıl döndü durdu kim bilir, diye düşündüm.

Kum Tefrikaları’nın ilk cümlesini yazmam ile son cümlesini yazmam arasında beş yıl var. Beşinci yılın sonunda, o son cümleye koyduğum son nokta ile bu uzun süreli uğraşım, bir anda hayatımdan çıktı. Belki bir sekiz on günlüğüne, rahatlamayı andıran tuhaf bir boşluk yayıldı içime. Sonra geçti gitti.

Kum Tefrikaları ya da Dünyanın Kenarı, Salonun Ortası. “Rüzgarlı havalarda tadım kaçar; çünkü ne zaman Suriye tarafında kum fırtınası çıksa, bizim tarafta elektrikler kesilir.”  Bizim taraf, Suruç. Hikâyeyi anlatmaya başlayan kişi Suruç Devlet Hastanesi doktorlarından Mithat. Suriye’den Suruç’a doğru ne zaman bir kum fırtınası kopup gelse, Doktor Mithat yemek masasındaki sandalyelerden birini salonun ortasına çekip oturur. Karanlığın içinde, fırtına uğultusu eşliğinde. Ruhen ve fiziken sınırda bir yerde yüzyıllık bir hikâyeyi anlatmaya başlayan Doktor Mithat’ın salonun ortasına konumladığı ama dünyanın kenarına dahi değmeyen, zamanın içinde gidip gelen, rutinin de rutini olarak anlattığı ve bize de öyle algılatmaya çalıştığı yaşamını 406 sayfa boyunca sanki oturduğu sandalyeden hiç kalkmaksızın anlatıyorsunuz. Özellikle romanın son bölümlerinde hiç de rutin bir hayatı olmadığına şahit olduğumuz Doktor Mithat’ı konuşmak isterim sizinle. Kendisine sürekli nükteli bir yerden yaklaşan, böylesine sarkastik bir karakterin romanın öznesi olmasına rağmen, romanın öznesi olarak  algılamıyor oluşumuzu nasıl yorumlarsınız?

Evet, Mithat’ın roman boyunca anlattığı ya da anlatmaya çalıştığı kişi hiçbir zaman doğrudan kendisi olmuyor; ya babasını anlatıyor, ya annesini ya da Murat Hoca’yı, Şevket Kemal Bey’i… Kendisini bir araç, başkalarından arta kalan boşlukların arasına sıkışmış bir detay olarak görüyor daha çok. Dilindeki alaycılığın özünde de bu var muhtemelen.

Mithat, kendisine büyük halasından miras kalan evde, büyük enişte Şevket Kemal’in günlüklerini bulup, bavulunu almaksızın, soluksuz bir şekilde Suruç’a eski Osmanlıca dilini bilen Murat Hoca’nın yanına döner. Mithat için önemli bir olaydır bu elbet fakat Doktor Mithat, Şevket Kemal ve okuyucu rutinini Doktor Mithat’ın “…, acaba Murat Hoca diyordum, günlüğün ilginç olması için bazı yerleri kendisi mi uyduruyordu?” sözlerinin tam tersi istikamete çeviriyor oluşunu konuşmak isterim sizinle. Daha önemli olaylar ve durumlar yaşanmasına rağmen bir anlık hissedilen ve Mithat’ın düşünceleri arasından bize ulaşan, içinde şüpheyi, evhamı, bir tür anksiyeteyi barındıran bu soru cümlesini nasıl oluyor da romanın sonuna kadar aklımızın bir köşesinde tutabiliyoruz?

Kum Tefrikaları’nda Mithat ile birlikte okuyucunun da kitapta geçen olayları bir şekilde deneyimlemesini amaçladım. O nedenle benim, okuyucunun ya da Mithat’ın kafasından geçen soruların yer yer birbirine benzemesi, hatta bazen aynı olması kaçınılmazdı. Aklımızdan geçen ya da geçmesi muhtemel olan o soruları okuduğumuz sayfada görünce, kafamızdaki şüpheci mekanizma da sanırım kendiliğinden çalışmaya başlıyor ve bir türlü durmuyor.

Kum Tefrikaları, yüzyıl zarfında yaşam (var olma), ölüm (yok oluş) sarkacında sallanıyor sürekli, gidip geliyor. Artık yaşanıp bittiği için geçmişin kırılma sebeplerine tam hakimiyet zamanın içinde yavaş hareket etmemize olanak sağlarken, şimdiki zamanın içinde yaşanan kırılmalara karşı hakimiyetsizliğimiz kontrolsüz bir şekilde duvara çarpacağımız hissiyatı yaratıyor. Hem yüzyıl öncesini okumamıza rağmen, günlükleri vasıtasıyla kendi zaman diliminden ve anlarından sesini işittiğimiz Şevket Kemal aracılığıyla hissediyoruz bunu hem de yine şimdiki zamandan, kendi zamanından sesini işitip, hikâyesini dinleyebildiğimiz Mithat aracılığıyla hissediyoruz. Şöyle diyebilir miyiz?: Hayat dediğimiz şey bildiğimizin veya bize öğretilmek istenenin tam tersine dengeyi sürekli bozar; yüzyıl önce de bu böyleydi, şimdi de böyle. Kum Tefrikaları zamansal, mekânsal, algısal, duygusal anlamda denge sağlayıcı bir sarkaç olarak değil de dengeyi ters-düz edercesine bozan bir yapıyı önümüze koyuyor, bu anlamda hayatın ta kendisini önümüze koyuyor desem, ne dersiniz? Tam da bu noktada alıntılayarak; “Her şeyi iç içe, karmakarışık, yaşandığı gibi anlatmanın bir yolu bulunmadı mı?” demiş vaktiyle Tomris Uyar” diyorsunuz romanın sonuna doğru. Tomris Uyar’ın bu sorusuna cevap niteliği taşıyor Kum Tefrikaları desem, ne dersiniz?  

Ne diyeyim, mutlu olurum, umarım gerçekten o şekilde anlatmayı başarmışımdır, derim. Tabii bu tarz bir anlatıma gerçekten ulaşılabileceğimi düşünmüyorum, benim için hayali bir ülke gibi daha çok. Önemli olan, varamayacak olduğumu bilsem dahi, oraya doğru yürümek sanırım ya da en azından yürümeye çalışmak.

Romanın içinde ilerledikçe, tüm kapılar yavaş yavaş açıldıkça mekânlarla ve nesnelerle iletişim biçimlerimizin, yaşam şeklimizin nereden nereye geldiğini düşünmeden edemiyorsunuz. Şevket Kemal’in günlüğü Mithat’a postalansaydı mesela, Mithat konağı, Şevket Kemal’in odasını görmeseydi, o mekân-atmosfere hiç girmeseydi hikâye böyle ilerler miydi? Mithat o konağa girdi ve bir şeyler olmaya başladı; o tavan arasına çıktı ve kader birliği yön değiştirdi, zamanın içinde büküldü, ekseninden kaydı. İnsan, zaman, mekân, nesne, kader birlikteliğinde atmosfer yaratmanın ve bunu 406 sayfalık romanda son sayfaya kadar canlı tutabilmenin öneminden konuşmak isterim.

Eğer günlük, posta yoluyla -belki de çevrilmiş bir şekilde- Mithat’a gönderilseydi elbette bambaşka bir hikâye okurduk. O zaman böyle oda oda, sayfa sayfa, parça parça açılan bir yapısı olmazdı hikâyenin. Mithat için de muhtemelen etkisi çok daha farklı olurdu; en basitinden, günlükteki hikâyeye bu derece temas edemezdi mesela.

Şevket Kemal gerçekten tüm yazdıklarını yaşadı mı yaşamadı mı ya da Murat Hoca acaba hayal ettiği şeylerin mi çevirisini yapıyor vs… gibi her şey bir yana olacak şekilde; Şevket Kemal ne anlatmak istiyor acaba, adamın derdi neydi acaba sorularının peşinde okumaya devam ediyoruz Kum Tefrikaları’nı. Romanın bazı yerlerinde Yurdanur Hala da anlatmaya başlasa bir şekilde artık, diye aklımdan geçirdim. O zaman roman 600 sayfa olurdu herhalde ya da bir roman üçlemesi çıkardı ortaya.

Olay örgüsünü özellikle Mithat’ın gördüğü kadarıyla sınırlı tuttum; zaten kitabı yazan da o, bu sebeple Yurdanur Hala’nın da Şevket Kemal Bey kadar konuşması kafamdaki perspektifi çok bozardı. Tabii belki ilerde bambaşka bir hikâyenin bambaşka bir karakteri olarak Yurdanur Hala çıkabilir karşımıza, hiç belli olmaz. Çok detay vermeyeyim ama Kum Tefrikaları’nda da başka bir metinden gelen gizli karakter var öyle.

Romanda kullanılan diller –Osmanlıca ve günümüz Türkçesi– ile roman akışı içerisinde kullanılan bu dillerin ifade biçimleri, yazılış biçimleri hatta noktalama ve gramer bağlamında inceltme işaretlerinin, vurguların çok net ayrımları olması anlatım akışını hiç sekteye uğratmaksızın, okuyanı dağıtmaksızın akıyor oluşu çok önemli. İki tarafı da keskin bıçak misali –dikkatli kullanılmaz ise eğer–, romanın anlatım yapısını tamamen kesip, biçip, doğrayacağı kuvvetle muhtemel bu durumun hiç de öyle olmaması, aksine hikâyeyi ve anlatımı temelden desteklemesini sağlayan romandaki dillerin kullanımları mevzunu konuşmak isterim sizinle. Osmanlıca, yer yer eski Türkçe ve yeni günlük dili kullanarak çok belirgin olan sınır çizgilerini nerdeyse belli belirsiz hâle getirebilip romanı baştan sona okumakta imtina edebilecek okuyucuyu romanın içinde tutabiliyorsunuz. Risk duygusuna, tedirginliğine kapıldınız mı hiç? Parantez içinde belirtmek isterim: Romanın bitiminde 12 tam sayfa Sözlük bölümü var.

Yazarken hikâye dışında bir odağım olmuyor, o nedenle sadece hikâyeye sadık kalmaya çalışıyorum. Hikâyeye sadık kalmak doğal olarak dile sadık kalmayı da yanında getiriyor. Bir hikâyeyi yazıyorken, şöyle yapmak riskli midir, böyle yaparsam anlaşılır mıyım, şuna da ayrıca değinmeli miyim diye başka sorular soruyorsam eğer, ben hikâye falan yazmıyorumdur, en fazla ödev yapıyorumdur ya da sipariş yetiştiriyorumdur. Ben bunun yerine, gerçekten o tarihte İstanbul’da tramvay seferleri başlamış mı ya da çölde dolunay var mıymış gibi sorularla uğraşıyorum. Hikâyeyi yazarken metinle benim arama hiçbir şey girmemesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Kitap basıldıktan sonra da okurla metin arasına girmemeye, o deneyimi bozmamaya özen gösteririm.

Ömür İklim Demir

Romanın kurgu yapısına değinmek isterim. Kum Tefrikaları üç kısımdan oluşuyor. Kum-Çöl-Bir Varmış Bir Yokmuş. Bu iskelet yapının omurgası, omuriliği kurgu ile yekpare bir hâle getiriliyor ve romanın son kısmında tür olarak çok farklı bir türe geçiş yapsak bile (Burada özellikle okuyucunun merakını cezbetmek adına nasıl bir türe geçildiğini belirtmek istemedim.) romana dair zihnimizdeki ve duygularımızdaki yekpare yapı bozulmuyor. Kurgu tam da işte bu sebepten var, böyle uzun bir romanda tam da bu yapının yekpare duruşunu sağlayıp, hiçbir şartta –hikâye hangi yöne şekil değiştirirse değiştirsin– bozulmamasını sağlamak için var diyebilir miyiz?

Kurgu çoğu eserde kendini oluşturan parçaların toplamından daha büyük olur ancak hep böyle olacak diye de bir kural yok. Kurgu ne için vardır sorusuna tek cevabım sanırım bilmiyorum olur; bilmek de istemiyorum muhtemelen. Metni çeşitli parçalara ya da unsurlara ayırıp hepsine ayrı ayrı görevler, amaçlar atfetmek çok da anladığım bir durum değil.

Kum Tefrikaları’nı bitirip romanla ilgili düşünmeye başladığımda çok önemli bir unsuru gerçekleştirmiş olduğunuzu gördüm. Tefrika metin, öykü, uzun öykü, roman kapsamında, romantizm dönemi, realizm dönemi, gotik dönem (yaratılan atmosfer açısından; kum fırtınası, karanlık, eski bir konakta oluşan gölgeler) ve 21. yüzyılın en vazgeçilmez türü; distopya. Hepsi Kum Tefrikaları’nın içinde. Başladığımız nokta ile bitirdiğimiz nokta arasındaki zamansal, mekânsal, nesnesel ve edebi metin anlamında türsel dönüşüm, değişim muazzam bir yüzyılı, kontrol edilemez şekilde değişmiş, her ayrıntısı ile değişime uğramış bir yüzyılı bize anlatmakta. Böylesine bir çağa konulmuş bir nokta gibi Kum Tefrikaları, ya da çağına selam eden bir resmi geçit gibi, ne dersiniz?

Fazlasıyla metnin içinde olduğum için bu soruyu cevaplayabilecek en son kişi ben olabilirim. Sanırım bu sorunun cevabını en iyi zaman ve zamanla birlikte değişen okurlar verecektir.

Pandemi dönemi etkisiyle nasıl bir yerküreye dönüşecek dünya ve içindeki ahali, tüm türler, neler olacak ve edebi metinler bundan nasıl nasibini alacak, nasıl dönüşecekler sizce? Başucu kitaplarınızı, yazarlarınızı da merak ediyorum. Asla değişmez; arada elime alırım, şu yazarları da çok severim dediğiniz kitaplar, yazarlar var mı? Şu sıralar elinizin altında neler var diye sorarak şimdilik bu kadar diyeyim Ömür Bey. Teşekkür ederim.  

Bu ölçekte bir salgının, edebiyatı, sinemayı ya da sanatın herhangi başka bir dalını etkilememesi düşünülemez. Belki hemen olmayacak ama önümüzdeki yıllarda bunun etkisini göreceğiz, diye düşünüyorum. Neticede ne yaparsak yapalım, sanatı hayattan ya da hayatı sanattan ayıramayız.

Başucu kitabı niteliğinde dönüp dönüp baştan okuduğum bir kitap yok çünkü şimdiye kadar hiçbir kitabı ikinci defa okumadım. Yabancı’yı ya da Suç ve Ceza’yı ya da ne bileyim Tutunamayanlar’ı bir de şimdiki aklımla okuyayım diyorum mesela ama bir türlü o işe girişemiyorum, olmuyor. O nedenle bir filmden ya da kitaptan düzgün şekilde alıntı yapanlara, yapabilenlere hep gıpta etmişimdir. Ben daha çok unutarak ilerliyorum sanki… Sorunun sevdiğim yazarlarla ilgili kısmı ise daha kolay oldu. Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Vüs’at O. Bener, Tomris Uyar, Ayfer Tunç, Murat Gülsoy, Tanpınar, Sabahattin Ali, Hans Fallada, Kurt Vonnegut, John Cheever, Alice Munro, Murakami, Beckett, Camus, Sartre, Beauvoir, Hemingway, Nabokov, Kundera, Faulkner diye uzayıp gider liste.

​Açıkçası bu sıralar elimin altında pek bir şey yok ama ilerisi için bir öykü seçkisi daha yapmayı düşünüyorum. Bir de yıllar önce yazmaya başladığım ilk kitabımı bitirmek istiyorum.

Başlık tasarımında kullanılan görsel sanatçı Ilka Kramer'e aittir.

0
6176
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage