12 MAYIS, SALI, 2015

Zaten gülecek çok şey var,
Aslında gülecek pek bir şey yok

Fotoğrafçıların ölümleri, özellikle de büyük kurumlarla ve projeleriyle anılmayan fotoğrafçıların ölümleri beni başka türlü üzüyor. Önemli olaylara tanık olmadıkça fotoğrafçıların isimleri ortalama sanat izleyicisi tarafından pek bilinmez. Belki de problem bu mecranın tutkulu izleyicilerinin dil ile kendini ifade etmedeki tembelliğinde, umursamazlığında veya kaygısızlığında ya da yeteneksizliğinde yatıyor.

Zaten gülecek çok şey var, <br>Aslında gülecek pek bir şey yok

32 yıl içerisinde ölümle çok da fazla karşı karşıya kalmadığımdandır belki, birkaç ay önce dedemin cenazesinde, suratımdaki gülümsemeden kurtulamıyordum. Ölüme üzülmenin garip bir bencillikten kaynaklandığı düşüncesi içime fazlasıyla yerlemiş.

Bu yazının yayınlanmasından iki hafta önce, bir Cumartesi günü, Facebook’da İsveç’ten iki arkadaşım bir link paylaştılar. Çok az anlayabildiğim bu dil içerisinde hayatımı değiştiren sanatçılardan birinin soyadını ve fotoğrafını görüp gayri ihtiyari tıkladım ve ‘Babil balığına’ ihtiyacım olmadan olup bitenin farkına varabildim. Lars Tunbjörk ölmüştü. Fotoğrafçıların ölümleri, özellikle de büyük kurumlarla ve projeleriyle anılmayan fotoğrafçıların ölümleri beni başka türlü üzüyor. Önemli olaylara tanık olmadıkça fotoğrafçıların isimleri ortalama sanat izleyicisi tarafından pek bilinmez. Belki de problem bu mecranın tutkulu izleyicilerinin dil ile kendini ifade etmedeki tembelliğinde, umursamazlığında veya kaygısızlığında ya da yeteneksizliğinde yatıyor.


Şimdi siz Tunbjörk’ün fotoğraflarına benzeyen onlarca fotoğrafı avare bir internet gezintisinde bir iki scrollla geçerken, bu ölüm haberinin bende yarattığı acının nedenini anlatmaya çalışayım.Tunbjörk’ün fotoğrafları, kendi ülkesini ve kendi gerçekliğini, neşeli ve heyecanlı bir şekilde anlatırdı. Ben Lars kadar bunu kendiliğinden oluyormuş gibi gösteren kimseyi tanımadım. Okay Karadayılar ile ilk kitabımı yaparken, Tunbjörk’ün son kitabı Vinter (2007) hep masanın bir köşesinde duruyordu. Birlikte aynı kitaba bakıyor, gördüğümüz derinliği birbirimize anlatmaya çalışıp,bizi biz yapan bütün o malzemeden bir şeyler öğrenmeye çalışıyorduk. 2004 yılında bir atölye çalışmasında birkaç saat dinleyebildiğim bu adamla, ancak 2010’da İstanbul’da Otoyıkama’da tanışabilecektim. İltifatlarıma şaşırıp, mahcup bir tavırlarla kitabımı imzalayacak, ondan sonra güzel bir sohbetle geceyi erkenden bitirecektik. Karısı ve çocuklarıyla İstanbul’a tatile gelmişti. Popüler kültürün biraz da haklılıkla yarattığı serseri erkek imajlı fotoğrafçılardan biri değildi, diyebilirim.

Tunbjörk’ün ilk karşılaştığım serisi The Country Beside Itself’i 1993 yılında yayınlanmış İsveç’degünümüzde de sıkça saygıyla anılıyor. İsveç Radyosu bu yüzden bir ülkenin kendine bakışını şekillendiren bir fotoğrafçı olarak tanımlamakta haklıydı. Batı’dan birçok fotoğrafçıyı gösterdikleri, temsil ettikleri, karıştıkları başka yerelliklerde ürettikleriyle tanırken, Tunbjörk’ü yerlisi olduğu,doğup büyüdüğü, yaşamayı sürdürdüğü ülkenin fotoğraflarıyla biliyorduk. Kendi yanındaki ülke” olarak çevirelebilecek bu kitap aslında, oldukça soğuk iklimde yaşayan bu küçük İskandinav ülkesinin kendini ısıtmaya çalışırken düştüğü gülünç, sevimli, bazen de vahşi yüzünü gösteriyordu. Güçlü flaş ışığını IKEA mobilyaların parlak kompozit malzemelerinden yansıtıyor, o meşhur kuzey ışığıyla harmanlıyordu. Kendi toplumuna özeleştirel bakışı yargılayıcı değildi, çünkü yaşadığı topluma bir yabancıdan çok iyi kalpli muzip bir karakterdi. Bu sergi Türkiye’de de gösterildi. Halil Koyutürk, İFSAK’ın organize ettiği ve artık pek de izine rastlayamadığımız İstanbul Fotoğraf Günleri’ ne, İsveçli fotoğrafçıların atölyeler ve sergilerle katılması için önayak olmuştu. Ne yazık ki bu önemli seriyi, ancak Çemberlitaş yakınlarındaki Basın Müzesi’nde özensizce bir sergi alanına dönüştürülmüş ve kötü aydınlatılmış bir katında görebildik. Halil’in bunu arada hatırlayıp hala üzüldüğünü biliyorum. 

Lars Tunbjörk, “Office” serisinden, 2002

Bir sonraki çalışması, dünyada da pek bilinmeyen DomAlla isminde, İsveç’in önemli gazetecilerinden Göran Oddblatt ile birlikte yürüttü . İsveç’in farklı şehirlerinde sosyal hizmetler çalışanları ile yaptıkları antropolojik denebilecek bu incelemede, Tunbjörk deklanşörü portrelenen kişilere vermiş, bu insanların kendi görüntülerini kontrol edebilmelerini istemişti. 

Lars’ın dünyada daha çok tanınmasına neden olan ikinci büyük kitabı Office 2001 yılında, İsveç’in fotoğraf kitapları konusunda öncü yayınevi Journal  tarafından yayınlandı. Office İsveç’ten Amerika’ya oradan Tokyo’ya plazaların ve ofis binalarının içindeki hayatın absürt, ulvi ve gülünç anlarını enerjik bir görsellikle anlatıyor. Metinsiz, oldukça sade tasarımlı bu sert kapaklı gri kitap birçok fotoğraf kitabı tutkununun, kütüphanesinin önemli bir parçasıdır. Serinin benim için en unutulmaz karelerinden biri, florasan ışığı altında makinelerden uzamış faksların yığıldığı bir anın fotoğrafıdır. Bu seride, Tunbjörk dosyaların arasında kendini kaybetmiş beyaz yakalılarla pek de göz göze gelmez, onları adeta bir akvaryumun içindeymiş gibi gösterir. Şimdi geriye dönüp baktığımda, fotografçıyla bu insanlar arasındaki o mesafeyi daha iyi anlayabiliyorum. Genellikle sosyalist gazeteler ve UNESCO gibi kurumlar için çalışmış bir fotoğrafçıya, bu çalışma alanlarının hali gülünç gözüküyor olmalı. Büyük ekonomik krizlerin getirdiği prekarite çağından önce hiç bitmeyecek “orta sınıf rüyası”nı -belki de kabusunu- sürdüren bu insanlara yaklaşmak, serbest çalışan bir fotoğrafçı için o kadar da kolay değil. Aynı sene yayınladığı diğer kitap Home(2003) aslında ofislerde yaşadığı yabancılaşmanın konuttaki benzeri gibiydi. İki kitap birbirini bir şekilde tamamlıyor, Office’de kendinden uzaklaşan bakışı, Home’da kendi çevresine bakışıyla tekrar fotoğrafçının iç yaşantısına dönüyor.  

Lars Tunbjörk, “Office” serisinden, 2007

İsveç’in güneyinde Boras isimli küçük bir kentte doğan Tunbjörk, 15 yaşında yerel bir gazetede fotomuhabir olarak çalışmaya başlamış. Seneler boyunca sık sık geri döndüğü bu kente ait fotoğrafları 2006 yılında bir araya getirmiş. Sıcak bir renk cümbüşünde mide bulandırıcı bir hala dönüşen bu küçük orta sınıf kenti, en azından birçok Avrupa kasabasına benzeyecek bir bayağılık içindemiş gibi gözüküyor.

Yüksek katlı, duvardan duvara halı kaplı çalışma yerlerini kışın karanlığı takip etti. Bazı izleyicilere hala enigmatik gelen Vinter (Steidl, 2007) aslında kameranın arkasındaki Tunbjörk’ü en iyi gördüğümüz kitabı. Depresyondan çıktığı bir dönemde İsveç’in kara kışlarını, karlara saplanan arabaları ve dar, yapay iç mekanlarda güneşi bekleyen insanları resmetmiş. Diğer bir çok kitabı gibi İsveç’in önemli tasarımcılarından Greger Ulf Nilsson tasarladığı bu kitap seneler boyunca kütüphaneme girip çıktı, evimi ya da stüdyomu ziyaret edenlerin bakmasıyla eskidi ve benim için bitmeyen bir okul gibi oldu. Sadece yazarın kendine anlamlı gelebilecek zihin akışlarıyla, herkesin aynı anda, bazen birlikte, bazen karşı karşıya mücadele ettiği kışı bir arada tutuşu, “güncel” trendleraksini işaret etse dekanımca fotografik ifadenin en üst seviyelerinden birine sahipti.

Bundan sonra Tunbjörk’ün müellifi olduğu bir kitap daha çıkmayacak. Kendi kendine yeten fotografik dilin en güçlü isimlerinden biri artık yok. Halil’in de sesi telefonda titriyor. Elimdeki üç kitap masanın üstesinde sırasıyla bir biri arasında dönüyorum. Ölümünden sonra yazılmış bir çok yazı bana yetersiz geliyor, elbette kendi kelimelerim de dahil. Bulabildiğim sözlerin en iyisi yıllarca birlikte de çalıştığı editörü Caujolle’ye ait: “Tunbjörk’ün usta olduğu taktiği izleyicinin gözünde gündeliği önce muzipliğe, sonra da insana çarpan bir farkındalığa ve melankoliye dönüştürmesiydi.” 

0
7030
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle