26 OCAK, PAZARTESİ, 2015

Tersten Okuma Pratiğinde Süren Sanat/Yaşam

Tersten Okuma Pratiğinde Süren Sanat/Yaşam

Elif Dastarlı dergimizde yayımlanan “İngiltere’den Sevgilerle, İsmail Saray” sergisi hakkındaki yazısında  İsmail Saray’ın üretimi için; “sanat ile hayatın muzip giriftliğini gösteriyor”[1] derken hiç de haksız sayılmaz. Zira Saray’ın üretiminde okunan ironi; Dastarlı’nın bu saptamasını haklı çıkarır zenginliktedir.


İsmail Saray ile Salt Galata’da buluştuk. Ankara sergisi devam ederken; Londra'da bulunan güncel sanat sergi merkezi Raven Row'da küratörlük ve direktör yardımcılığı yapan Antony Hudek, SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun ve  İsmail Saray, sanatçının Türkiye ve İngiltere'de yürüttüğü pratiği ile işlerinde incelediği meseleler üzerine söyleşeceklerdi. Ben de bu söyleşiyi dinlemek üzere Ankara’ya davet edilmiştim. Fakat sert hava koşulları sebebiyle, söyleşi Salt Galata’da gerçekleşti. Söyleşi sonunda İsmail Saray ile söyleşi ekseninde başlayan, yaşamına ve üretimine doğru yol alan bir sohbet gerçekleştirdik.

İçinden geçtiğiniz hayatı sanata çevirirken; üretimlerinize baktığımda pek çok konuda tersten okuma önerdiğinizi görüyorum. Bunu niçin yapıyorsunuz?

Toplum kural  koyan kişilerin etkisi altındadır. Birisi bağırdığında bizler onun etkisi altına girer, alıcı oluruz. Bir kanun çıkarıldığında ise biz onun uygulayıcısı oluruz ama nasıl uygulanabileceği konusunda pek de fikrimiz yoktur. Bu tersten okuma meselesi böylesi durumlar için soru önerir: Acaba  bizden  ne isteniyor? O mu?  Şu mu? Detaya inilmeden koyulan yasaklar. Kurallar içinde yaşadığımız için bazı şeyleri olduğu gibi alan alıcılar olarak bizler; soru sormaya başladığımızda bir noktada tersten okuma yapmış oluyoruz. Soru sorduğunuzda bir yanıt sahibi oluyorsunuz. Bu sanatçının üretiminin ilk başında itibaren yaptığı bir refleks aslında. Baktığımız yere göre bu açı değişir. Sizin baktığınız kitaba, ben oturduğum yere göre tersten bakıyorum. Sizin sağ elinizin karşılığı benim sol elim ve siz soldan sağa doğru yazarsanız ben onu sağdan sola  doğru algılamaktayım. Algılamayı değiştiren pek çok öge vardır. Ben tüm duyu organlarımı (Cognitive approach) işin içine katarak algımı tamamlamaya çalışıyorum. Ama bu da bedensel farklılıklara göre de değişir. Zayıflar, şişmanlar, uzunlar kısalar... Farklı okuma biçimleri başkasına göre okuma dünya ile kurduğumuz ilişkiyi zenginleştirir. Farklı çözümler üretir. Sıcaklık/soğukluğa bakar. Kural koyanlar ve onu uygulayanlar. Karşıtlıklar arasında biz dağılmış vaziyetteyiz ve sanatçılar bu durumun dışında kalarak bağlantı kuran kişilerdir.

Algı ile oynamak üzere kurulu işleriniz.

Sanatçılar ilk başta sınırlandırılmışlardı. Siz ressamsınız  resim yapın. Peki bir şey duymayayım mı? Karşıdaki ağaçta kuşlar var. O ses ne olacak? Çocukların masa resimlerine bakın dört ayağı var derler ve tüm ayakları göstererek çizerler. Minyatürlerde de her şey apaçık ortadadır. Ağaçları gizlemezler. Perspektif çıktıktan sonra bu tamamen değişti. Diyelim ki dağın arkasında tavşan var. Önünde de var. Arkasına baktığımızda gördüğümüz tavşanı çizerken göstermiyoruz. Bu kurallar silsilesi içinde yapılıyor sanat. Ama minyatürlere baktığınızda bu kurallar yok. Başkalarının görmediği şeyi resminize ya da üretiminize yansıttığınızda nereden çıktı diyorlar. Ama ben bunu görüyorum ve bilgimle yüzeye yansıtıyorum. İngiltere’de yaptığım bir işte, uzun süredir silinmemiş olan bir camın yarısını sildim. Cam saydam bir şey. Sildikten sonra evet burada cam varmış derken onun varlığını tekrar kanıtlamış oldum. İşte böyle bir durum nesnelerin varlığını tekrar ön plana getiriyor ve kişileri düşündürüyor.

Türkiye’ye döndüğünde  Samsun’da  Eğitim Enstitüsü’nde öğretmen olarak çalışırken; bir yandan, İstanbul’daki sergilerin yanı sıra, 1977 Paris Bienali’nin de aralarında bulunduğu yurt dışı sergilerine iş gönderirken bir yandan da oradaki sanat eğitimini iyileştirmek üzere çalışmalar yaptınız. Samsun Eğitim Enstitüsü’nde sanat kitaplarına odaklı bir kütüphane kurulması için uğraş verdiniz. Enstitü yöneticilerini kütüphane için bir bütçe oluşturmaya ikna ettiniz ve kütüphaneyi uluslararası sanat dergilerine abone yaptınız.; İstanbul seyahatlerinde bu kütüphane için kitaplar aldınız. Tüm bunlar camı silmek gibi. Orada da hayat var ve büyük kentlerden aslında bir farkı yok. Sadece hatırlatmak lazım ve bu büyük bir sorumluluk.

Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Diyarbakır’ın Ergani ilçesi içinde Dicle İlk Öğretmen Okulu’na atandım. Orada da insan yalnız kaldığı zaman çevredeki olanakları değerlendirmek gerekiyor. Her sınıfın da ayrı ayrı bir kitaplığı vardı. Ders saatleri dışında resim yapma ve bol bol kitap okuma fırsatımız oluyordu. Orada ben dördüncü resim öğretmeniydim. Müzik öğretmenleri de vardı. Öyle bir ortama vardığınızda insan doğal olarak etkilenir. Benim matematiksel – rasyonel ve pragmatik bir yaklaşımımda da vardır. Bunu getirdiği bir sorup soruşturma yöntemim de var. Ve orada da birlikte neler yapabiliriz diye düşündüm. Ben akademik anlamda bir sanat eğitimi almadım buradaki akademiden mezun olan sanatçılar gibi değilim. Gazi Eğitim Enstitüsünden çıkışlı olan ben ve diğer arkadaşlarım da bu güdüyle bulunduğumuz yerlerde görev yaptık. Aldığım eğitimle bağlantılı olarak içinde bulunduğum ortamın sorumlusu olarak görüyorum kendimi. 

Bu cevabınız ile bağlantılı olarak yeri gelmişken Gazi Eğitim Enstitüsündeki öğrencilik yıllarınızdan söz eder misiniz? Aynı dönemi kimlerle paylaştınız? Sanat eğitimi almak ve bu eğitimi aktarmak konusunda sizi biçimlendiren temel ne oldu?

Gazi Eğitim Enstitüsü’ne girdikten sonra, oradaki olanaklar, sanat - el sanatları öğretmenliği ve eğitimi beni hiç yadırgatmadı. Hemen uyum gösterdim. Maddeye ve tekniğe dayalı çalışmalar bana hiç yabancı gelmedi. Birinci yıl, atölye ve 2- 4 haftalık süreli çalışmalar, sonra ağırlığı resim/desen ve grafik tekniklerini içerecek şekilde sürdü. İkinci yıl da resim ve grafik dallarından ben resmi seçtim. Üçüncü yıl ise tüm süreyi resim ve ek olarak da, atölye derslerinden tekniğe dayalı ağırlıklı bir atölye çalışmalarından modelaj dersini seçtim. (Kil, alçı, ve diğer maddeleri de içeren heykel çalışmalarından oluşmaktaydı.) O dönemde bizlere Adnan Turani, Mustafa Tömekçe, Kayhan Keskinok, Burhan Alkar, Nevide Gakaydın, Hidayet Telli, Nevzat Akoral, ve birçok değerli eğitimcilerin büyük katkısı olmuştu. Özellikle o dönemlerde Adnan Turani ‘Sanat ve Sanatçılar’ adlı bir dergi çıkartmaya başlamıştı. Bu dergiye teknik olarak da o dönemdeki bazı öğrencilerin de katkısı büyüktü. Bu dönemlerdeki arkadaşların isimlerini tek tek saymak biraz güç, fakat bazılarıyla doğal olarak daha sonraları Avrupa’da görüştük ve Türkiye’de de birlikte çalıştık, ortak sergiler açtık.

Gazi Eğitim bizleri gerçekten yalnız eğitime değil, Türkiye’nin dört bucağından gelen yeni şeyler öğrenmeye susamış gençleri hayata da hazırladı. Gerek öğretim görevlileri gerekse Gazi’deki hayat, bizleri yaşamla bütünlük göstermeyi bilen kişiler yaptı. Üç yıl boyunca sık sık konserlere, tiyatrolara, opera ve bale gösterilerine, sinema ve sergilere, konferanslara gidiyor, yatılı bir kuruluş içinde olduğumuzdan arta kalan zamanımızı kitap okumaya kendi aramızdaki tartışmalara, atölye dışı çalışmalarına ayırıyorduk.

Nesnelerin dilinden konuşuyorsunuz.

İnsan özgürlük içinde düşünmeli ve üretmeli. Üç boyutla ilgilenen kişilerin çoğunun dünyası her zaman geniştir. Pek çok malzeme ile çalışabilirsiniz. Resim, ağaç, bronz, film, fotoğraf... Peki kavramsal sanatla ilgilendiğinizde diyelim ki birisine bir şey fırlatıyorsunuz, taş ya da kartopu. Bu malzemelerin neyi işaretlediğini bilmeniz gerekli. Neye ulaşmak istiyorum? Bu artık yaratıcılığa girer. Yapılan her şeyin bir kaç basamağı var. Bu basamakların sayısını arttırmamız gerekiyor. Düşünce yaratıcılıkta genellikle ilk basamakta kalır. Resmi ben böyle görüyorum. Ama üç boyutlu sanatlarda farklı algılar devreye giriyor. Ses, ışık, dokunma, tatma, koklama ve ayrıca zaman/süre/hareket vs.

Sergi, “İngiltere’den Sevgilerle” başlığı ile Türkiye’de hemen her alanda oluşan belleksizliğe dokunuyor onu tersten okutuyor ve 1970’ler ile 80’lerin başlarında Türkiye kültür ve sanat ortamında belirleyici bir konuma sahip olan ve zamanının ötesinde bir üretim yapan İsmail Saray’ı hatırlatıyor.

Türkiye eskisi gibi değil, dünyadaki sanat üretimine katkısı olan bir öge artık. Bu nedenle Salt’ın oluşturduğu bir hareket var. O hareketin içindeki ögelerinin seçilmesi bu kuruluşun kurallarına göre yapılmakta. Pasif de değil üstelik. Bakkal dükkanı da değil.  Diyelim ki bakkal dükkanı ama dünyada hiç görülmemiş bir meyveyi dükkanın önüne koyan bir durumu var. Yüzlerce kişiye acaba bu nedir? Ben bunu hiç görmemiştim dedirten bir yönü var. Duygu  (Demir) başlangıçta bu durumu belirledi. Ve bana dedi ki: “Senin ile ilgili araştırma yapmaya  başladığımda seni bilenler vardı ama şimdi ne yapıyor diye sorduğumda kimseden yanıt alamadım. Birlikte çalışan insanlar bile yanıtsız bıraktılar. Detaya inmiyorlardı ve kafamda sorular oluştu.” En sonunda Ahmet Öktem ile konuşuyor ve o da benim 70’li yıllarda yaptıklarımı anlatıyor. Haberiniz var mı diye soruyor Ahmet: Samsun’a ilk gittiğim dönemde Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne katılan sanatçılara anonim olarak gönderdiğim Leonardo da Vinci adlı kitabımdan bahsediyor.

O dönemde arkadaşlarıma bile yolladığım bu kitaptan bana kimse söz etmedi. Ahmet de bunu bana sonradan söyledi. Akademide pek çok insan aldıysa da kimse birbirine bu kitapçıktan söz etmedi diye anlatmıştı. Farklılıkların diyaloğunu içerde maalesef oluşturamadık. Bana bir şey at. Buna ben izin mi vermeliyim? Lütfen bir diyalog olsun. Kendimizi köşelere itmeyelim sosyal yapının bir parçasıyız. Şimdilerde büyük bir serbestlik var fakat bunun içinde büyük bir kısıtlama içindeyiz. Birbirimizle girdiğimiz ilişki içinde kaybetme korkusu var. Birbirimizden bir şeyler isterken basamaklara göre mi hareket ediyoruz. Korkularımız, koşullarımız mı var? Bu durum beni yaratıcılığa yönlendiriyor / getiriyor. 

Bu serginin ismindeki ironi külliyatınız içinde kopup geliyor. “İngiltere’den Sevgilerle” derken aslında merhaba ben buradayım diyor ve hatırlamayanlara sesleniyorsunuz. Sergi adıyla; kültür kurumlarına, galerilere, sanat yazarlarına, sanatçılara, küratörlere ve akademisyenlere  belleksizliği hatırlatarak onları da tersten okumaya mı ediyor?

Gerçekten susanların susmaması gerekiyor. İngiltere’de de benzer unutkanlıklarla karşılaşıyoruz. Herkesin içinde bulunduğu duruma tepki vermesi gerekli. Öyle bir serbesti içinde bulunmayan insanlar kendilerini sınırlandırırlar. Sosyal gruplar içinde yansıma yoksa demek ki bir problem var. Tüm sergi izleyenler için bir uyarıcı aslında.

Bu söylediklerinizden şunu anlıyorum. Serginin tümü tıpkı sanat üretiminiz gibi karşı tarafı uyarıcı  bir mana taşıyordu Bu da sizin sanatsal pratiği ve politik aktivizmi birlikte yürütmenizle ilgili. Ve bu sergi arşivinizi sunmakla birlikte asla durağan değil. Aksine harekete geçirici bir sergiydi.

Beni de harekete geçirdi. Çünkü işlerin tamamını bir arada görebildim. Herkes getirdiği şeyleri yerlere serince ne kadar çok şey vardı dedik. Serginin bazı kapıları aralayan bir yanı vardı. Çalışmalar arasındaki bağlantıyı ben de yana yana görebildim ve bunu Salt oluşturdu.

Peki biraz geriye dönmek istedim. İngiltere’ye gitmek kararını almak kolay oldu mu?

Eşimde ben de gitmek istemedik. Hatta illa başkentte veya büyük bir şehirde bir görev olsun istemedik. Köye gidelim dedik. Atamamı merkeze almışlardı ve Samsun Eğitim Enstitüsünde artık eğitim veremiyordum. Atamam durdurulmuştu. Beni başka bir yere atamaları gerekiyordu. Bir köye atayın ve görün oradaki çocukların hepsi altı ay içinde İngilizceyi çok iyi konuşacaklar dedim. Eşim moda desinatörüdür oradaki kadınlar da altı ay içinde dikişi çok iyi öğrenekler biz oradaki insanlar için iyi bir kaynak olacağız dedim. İstanbul’a Ankara’ya yığılalım meselesi yoktu. Fakat değerleri iyi kullanabilmenin farkına vardıysa insan; boya yoksa boya yapmanın yollarını bulabildiğini fark edebilirse mutlu olur. Nereye gönderirlerse gidecektik. Zaman içinde farklı durumlar ortaya çıkacaktı. Pek çok insan tutuklanmaya başlamıştı. Kalan arkadaşlarım içinde aileleri dağılan kişiler de vardı. Biz de karar verdik ve eşim İngiliz olduğu için İngiltere’ye gittik.

Sanat eğitimi içinde seçme ve seçilme meselesi zaman zaman kafa karıştırcı olabiliyor. Siz de devlet bursuyla İngiltere’de eğitim almış bir sanatçı olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?

Seçme ve seçilme gerçekten büyük bir sorun. Ben de böyle bir seçimle burs alarak İngiltere’ye gittim. Yeteneklerimizin gücü  ve o dönemdeki yöneticilerde bıraktığımız ize göre seçilmiştik. İngiltere’de de aynı şeylerle karşılaştım. Herhangi bir okulda bu durum karşınıza çıkar. Bu seçim yaşamınıza yön veriyor. Subjektif, bir yığın değerlendirme sistemi var. Hemen her kurumda var bu. Bunları hareket geçirirken kendi çıkarımız doğrultusunda mı yapıyoruz? İngiltere’deki eğitimden Türkiye’ye döndükten sonra beni bir yere tayin edeceklerdi. Bu elbette kurallar içinde oldu. Ama 1968 de heykel eğitimi için ben İngiltere’yi seçtim. Bu oldukça rasyonel bir şeydi. Yapılan sınavlardan sonra ben seçildim. Bu biraz da gerek yetenek gerekse bu işi samimice ciddiye almış izlenimi bırakmış olmamdan ileri gelebilir? Belki de çocukların oynadığı ‘Üç Taş’ oyunu gibi bir şey de olmuş olabilir. Bu konu ile ilgili bir işim var “Üç Taş” oyunun da düşünsel bir seçenek var. Karar vermede süre daraldıkça baskı yoğunlaşıyor ve rasyonellik ortadan kalkıp yerini harekete bırakıyor. Bu an artık yanılgıyı algılayamıyoruz ve geri dönmek kurallarda yok. Yani taşı geriye götürmek yok. Artık o an her şeye siz karar vereceksiniz. A ve B hareketinin arasındaki farklılığa nasıl karar veriyoruz ki? Gözümüzün bu farklılığı görmeme hali. Benim yapacağım hata bazen başkasının işine yarayabilir. Seçme ve seçilmenin başında bu var. Hamlenize göre oyun ya devam ediyor ya da bitiyor. Bunu, kurumların seçimine bağlarsak on iki jüri üyesinin değişen karar verme durumuna, kargaşasına göre birilerinin hayatı biçimleniyor. Kraliçe’de buna benzer bir seçim yapıyor, Cumhurbaşkanı da, sırası geldiğinde bir vatandaş da...

Bu seçme ve seçilme yaratıcılık ve yaratma süreci ile de yakından ilgilidir. ‘Artist Placement Group’ APG’de rastgele bir insan olarak sanatçılar seçildi. Hiç bir kurala göre seçilmemişlerdi... O kişiler hür olarak, herhangi bir koşula bağlı olmadan sanatsal faaliyet içerisine girdiler. Dört beş yıl devam etti.... Başka kuruluşlar daha sonra bunun ismini Artist Recidency olarak değiştirdiler. Böyle örnekler tarihte de çok. Saray ressamları var. Mediciler’in ressamları var vs. Ama tamamen hür değiller. Seçme seçilme dönüp dolaşıp varsayıma geliyor. Yeteneklere bakarken o kişi hakkında ileriye dönük fikirler üretiliyor.

Şunu netleştirmek isterim. Kurumlara mı uygulanan kurallara mı karşısınız?

Kurumlar içinde yer alan mantıksız kurallar geleneğine karşıyım. Kuruluşu beğenmiyorsam içine girmem. Ama girdiğimde, sonradan otoritenin uygulamaya çalıştığı iletişimsizliğe dayalı, çıkar ilişkisinin şekillendirdiği kurallara karşı çıkmak doğal. Düşüncemizi subjektife doğru iten uygulamalara karşıyım. Burada asıl derdim devlet kurumları ile. Vergisini veren biri olarak eşit koşullarda, yararlanmalardan hak alabilmeliyiz. Halkın adına karar veren insanlar subjektif olmamalı. Az önce sözünü ettiğim üç taş bu durumun en öz örneği. (Bu ‘Üç Kağıtçılık’ la karıştırılmamalı)

Kavramsal sanatın üretim dinamiğini nasıl tanımlarsınız?

Kavramsal sanatın getirdiği bir üretme direnişi vardır. Taklide girmeksizin olmalıdır her şey. Aslolan her tarafı altı olan zarı atmak değildir. Fakat ne yazık ki kavramsal sanatta böyle durumlarla karşılaşıyoruz. Herkes yaptı ben de yapabilirim. Kavramsal sanat kolay gibi geliyor bazen. Hazır bir nesneyi kullandığımızda kimse hayır diyemiyor. Hiç yapılmamış bir şeyi denemekten kaçınıyorlar çoğu zaman. Diyarbakır’a gittiğimde yaptığım ilk şey şuydu: Natürmort yapmak için, pek çok farklı şey getirdim. Kurnaz, kolaya kaçan bir eğitimci olsaydım; Cèzanne’ın objelerini getirirdim. Çocuklar da gördüklerini yapar ve hepsi de olumlu bir iş çıkartabilirlerdi. Ama birbirinden farklı ögeler getirirsem; tüm bunlar öncelikle resimden önce heykele yaklaşan bir enstalasyon çalışması olurdu. Öğrencileri gruplaştırarak, üçer ya da dörder obje seçin ve yerleştirin dedim. Böylece sürekli bir devinim oluşturacak ve birbirinden farklı şeyler ortaya çıkacak kanısındaydım. Eğitimde bazı basamaklar vardır. Bunların başında önce hazırlık gelir. En önemlisi de öğrencilere ne sunduğun  değil, ne  kazanmalarının gerektiğinin farkında olmaktır.

[1] http://www.artfulliving.com.tr/haber_detay/1278/sanat_ile_hayatin_muzipce_giriftliindeismail_saraydan_sevgilerle (18 Ocak 2015)

0
7040
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle