28 AĞUSTOS, ÇARŞAMBA, 2013

Pippo Ciorra

Roma’da bulunan MAXXI Müzesi, İtalya’nın ilk ulusal mimarlık müzesi olma özelliğine sahip. Özge Ersoy, MAXXI Architettura küratörü Pippo Ciorra’yla; müzenin kamuya yönelik misyonu, mimarlık kurumları ve küratörün işlevi üzerine konuştu. 

Pippo Ciorra

İlk sorum, MAXXI 21. Yüzyıl Sanatları Ulusal Müzesi’nin misyonu ile ilgili. Müze, MAXXI Sanat ve MAXXI Mimarlık koleksiyonlarını bir araya getiriyor. 1998 yılında Kültürel Miras ve Faaliyetler Bakanlığı tarafından tasarlanan ve hizmete sunulan MAXXI Mimarlık Müzesi ise İtalya’nın ilk ulusal mimarlık müzesi. Başlangıç aşamasında belirlenen misyon İtalya’nın kültürel bağlamına dönük müydü? Ayrıca bu misyon 1990’ların sonundan itibaren nasıl değişti veya evrildi?

1998 yılında Bakanlık ile çalışmadığımı söylemeliyim. Bağımsız bir yazar, eleştirmen, akademisyen ve mimar olarak çalışıyordum. Sergiler ve araştırmalarda, çağdaş mimarlığı ve sanatı tanıtmak için kurulan DARC ile çalışıyordum. Hatta, DARC’ın MAXXI (o zamanlar adı CAC idi) için başlattığı tasarım yarışmasına bazı arkadaşlarım ile katılmış, finale kalmayı bile başarmıştık.

Koleksiyon oluşturma aşaması başladığında müzenin politikalarından ve görevlerinden haberdardım. Müzenin, savaş sonrası dönemden, hâlâ faal olan veya olmayan İtalyan ve uluslararası mimarların eserlerini koleksiyonuna katacağı en baştan beri belliydi. Koleksiyon, asıl olarak 50’li ve 80’li yıllar İtalyan mimarisi ve yabancı mimarların çağdaş üretimlerine odaklanıyordu. Müze özellikle İtalyan ustalara ait yapıtlar olmak üzere, bütün arşivleri (veya tam arşiv bölümleri) almayı, daha sonra da kısmi alımlar yapmayı hedefliyordu. Müze, o yıllarda bakanlığa doğrudan bağlı çalışıyordu. Daha sonra, Zaha Hadid’in binasının inşası sırasında, kurum MAXXI adını aldı ve kendi görevlerini ve odak noktalarını belirlemeye başladı. “İtalyan” ve “yabancı” arasında kesin bir ayrım yapılmasının zor olduğu da bu noktada ortaya çıktı. Ayrıca, sergilerin ve mekana özel yerleştirmelerin 21. yüzyıl koleksiyonu oluşturulmasına yardımcı olacağı da fark edildi. Binanın 2009 yılında tamamlanması ve müzenin 2010 yılında açılmasıyla, Fondanzione MAXXI kuruldu. Ben de bu kuruluşun küratörü olarak çalışmaya başladım. Sergi açma ve koleksiyon oluşturma aşamalarını, birbirlerini destekleyecek şekilde bağlamaya karar verdik.

Bu yıllar içerisinde İtalya’daki kültürel ortam; mimarlık ve sanat üzerine çalışan, küçük ölçekli sanat ve kâr amacı gütmeyen kurumlar ve müze gibi büyük kurumlar açısından nasıl değişti? MAXXI günümüz zorunluluklarına nasıl adapte oldu?

Zaha’nın (Hadid) MAXXI’si, doksanların sonundaki müzecilik anlayışının ve “Bilbao etkisi”nin bir sonucudur. Bu dönemde mimarlık; uluslararası bir dil ve dünyanın her köşesinde işlem görebilecek bir kültürel artı olarak görülüyordu. O günden bugüne belirli değişiklikler oldu. Özellike Batı dünyası olarak, “star mimarlar ve tasarımları” kavramından sıkılmaya başladık. Ayrıca, Norman ve Zaha’nın bıraktığı eserleri devam ettirmemize engel olan ekonomik ve ekolojik sorunlar ile uğraşıyoruz. Mimarlık ve dünya arasındaki ilişkide yeni fikirler, yeni eğilimler, yeni yaklaşımlar aramamız gerekiyor.

Bu durum, bu müzede mimari aktivizm ile mimari, sanat, enstalasyon ve performans arasında yer alan tasarım yaklaşımlarına daha çok ilgi gösterilmesi anlamına geliyor. MAXXI’nin bu tür deneysel işlerin sergilenebileceği harika bir sahne niteliği taşıması için birçok neden var: bu kurum sanatı ve mimarlığı bir arada ağırlıyor, sanatçıların ve mimarların çalışması için bolca açık ve kamusal alana sahip. Disiplinlerarası birtakım deneysel çalışmalar yaptık ve toplum ile yaratıcı kültür arasında, sosyal, politik ve çevresel sorunlara duyarlı bağlantılar aramaya devam ediyoruz. 

MAXXI’de iki ayrı koleksiyon mevcut – MAXXI Sanat ve MAXXI Mimarlık. Bu ikisini birleştirmeyi düşünüyor musunuz, yoksa ikisinin ayrı kalması gerektiği kanısında mısınız?

Müzede küratör olarak, sergi programında ise yenilenebilir iki yıllık bir sözleşmeyle çalışıyorum. Yani kalıcı kadro içinde değilim ve koleksiyonlara yönelik uzun dönem politikaları oluşturmak gibi bir sorumluluğum mevcut değil. Bunları yalnızca sergilerimde ve diğer programlarda yorumlamaya çalışıyorum. Bu yüzden size yalnızca kişisel fikrimi belirtebilirim.    

MAXXI’nin karma bir sanat ve mimari koleksiyonu için tasarlandığını düşünmüyorum. Şahsen, farklı sanat dalları arasında ayrım yapmayan bir müzede çalışmayı çok isterdim (belki Danimarka’daki Louisiana’yı düşünebilirim). Sanırım MAXXI’nin veya genel olarak İtalya’daki büyük ölçekli kamu kurumlarının buna hazır hale gelmesi için biraz daha zamana ihtiyaç var. Fakat tabii ki bunu yapmak için çaba sarf ediyorum.

Bilbao Etkisi’nden beri, büyük ölçekli müze mimarisi geniş çevrelerce hem övülmeye, hem de ağır bir şekilde eleştirilmeye başlandı. MAXXI’nin mimari yapısının müzeye nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz? Bu mimarinin sizi zorladığı durumlar oluyor mu? 

Doğrusunu söylemek gerekirse, özel tasarım müzelerin sanat eserlerini mi yoksa mimari yapıtları mı sergilemek için daha iyi olup olmadığı sorusuna pek katlanamıyorum. Sanatçının tamamen özgürce kullanabileceği nötr bir mekan arayışının da mümkün olduğunu düşünmüyorum. Bu, “beyaz küp yoktur” demek gibi bir şey. Her beyaz kübün bir girişi (ve bazen de bir çıkışı) vardır; bazen yanlış boyutlara sahiptir; sanat eserlerini ifadesiz bırakabilir. Beyaz küp, belki de Valery’nin ‘casier’ konsepti içinde vardır, ancak gerçek hayatta pek rastlanmaz. Zaha (Hadid) ve Frank’in (Lloyd Wright) binaları, bu geniş, küresel, modern ve post-modern ailenin diğer binaları gibi, yüzlerce metre uzunluğundaki galerilere sahip Louvre’dan, Altes Müzesi’nden veya çok sevilen terk edilmiş endüstriyel alanlardan daha karmaşık değiller. Bu binalarda olmayan tek şey hafıza ve bunun yerini fikirlerin, küratoryel bütünlüğün, cesaretin ve sanatçılara mümkün olan azami özgürlüğü sağlama kapasitesinin alması gerekiyor.

Galeri/müze mekânına adapte olmaları açısından, mimari projelerin, sanat projelerine göre daha esnek olduğunu düşünüyor musunuz?

Bir mimarlık küratörünün, mekân ile uğraşması elbette ki daha kolaydır. Çünkü  daha az “atmosferik” materyal ile uğraşması gerekir; böylece eseri ve mekânın mimarisini birbirine bağlamak için tasarlayacağı yola daha özgürce karar verebilir. Sanatçı ve mekânın hassasiyeti ile iyi bir iletişim kurulmuş ve günümüzde müzelerin yalnızca bir sergi değil, bir üretim mekânı olduğu anlaşılmış ise bu özgürlük sanat sergilerinde de elde edilebilir. Sanat ile mimari arasındaki farklar belirsizleştikçe, sanat ve mimari sergileri arasındaki mesafenin de azalacağına inanıyorum.

Terk edilmiş yapıları yeniden canlandırmaya ve toplumsal mirasın geri dönüşümüne olan ilginizin, müzede yarattığınız programa etkisinden söz eder misiniz? Müzeyi nasıl kamusal alan olarak tasarlıyor ve açıyorsunuz?

Bir tasarım stratejisi olarak geri dönüşüm fikri, son 15-20 yıldır yaptığım çalışmaların önemli kısmını oluşturuyor. Bu, kavramsal parazit tasarımla ve milyonlarca metrekarelik terk edilmiş binaların yarattığı soruna yönelik yenilikçi tasarım yaklaşımlarıyla ilgili bir konu. Kent üzerine çalışan bir akademisyen olarak ve yazar olarak, geri dönüşüm stratejisi her zaman çalışmalarımda yer aldı. Bence müze mekânı, çevre bilinci üzerine çalışan mimarlar için mekânsal ve estetik bir araç haline geliyor; bu aynı zamanda, MAXXI’nin kamusal mekânında yapılan 1:1 ölçekli enstalasyonlarda kullanılan bir yöntem. ‘’RE-CYCLE: Strategies for Architecture, City and Planet’’ adındaki sergiye katılan Alman kolektif raumlaborberlin’in işi buna iyi bir örnek olabilir. Bu çalışmada, yalnızca hurdaya ayrılan materyalleri kullandılar, öğrencileri ve herkesi projeye dahil ettiler. Müzenin açık mekânı üç farklı seviyede halka açılmış oldu: bir kamu kurumuna ait bir sergi mekânının uzantısı, ekolojik anlamda uygun bir fabrikasyon örneği ve öğrencileri ve diğer vatandaşları barındıran bir politik söylem olarak.

MAXXI, kısmen kamu fonları tarafından desteklenen ulusal bir müze ve bazı sergilerde özel sponsorluklar alıyorsunuz. Bu iki fon organını ve onların beklentilerini nasıl uzlaştırıyorsunuz?

İtalya’da kamusal müze geleneği oturmuş durumda. Büyük kurumların bir çoğu devlete ait ve devlet tarafından idare ediliyor. Kurumlar farklı finansman yolları izlemeye son yıllardaki ekonomik değişikliklerden sonra başladılar. ‘Museo MAXXI’ bir ‘Fondanzione’ (Vakıf) haline geldiğinde, kültürel kurumlardaki kamu-özel ortaklığının bir örneği olabileceğini düşündük (Fondanzione halen devlete ait ancak özel bir organ gibi hareket ediyor). Yaklaştığımızı düşündüğümüz ideal senaryo ise yarı yarıya bir ortaklık şeklinde. Bu durum hem müzeyi güçlendirecek, hem de devleti, müzedeki kültürel üretimin özgürlüğünün, bütünlüğünün ve kalitesinin ifadesi haline getirecek.

‘Energy’ sergisinin prodüksiyonu için, büyük bir petrol şirketi ile çalışmaktayım. Müze ve arkasındaki kamu organı, sponsorun isteklerine bağlı kalmaksızın konu üzerinde özgürce çalışabilmemi sağlıyor. Bunun olası tek yol olup olmadığını bilmiyorum ancak denememiz ve araştırmamız gerektiğine inanıyorum; özellikle de İtalya gibi, aşırı düzeyde kültürel kuruma ve faaliyete ev sahipliği yapan bir ülkede.

0
4993
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage