04 MART, PAZARTESİ, 2013

Fotoğraf ve Sanat Eğitimi Üzerine Yol Arayışları

Başlangıçta, dünyanın diğer ülkelerinde de olduğu gibi, zanaat bağlamında bireysel yeteneklere bağlı olarak ortaya çıkmış olan sanatın ustaları çırakları olmuş, atölyeleri kurulmuş, farklı görüşleri karşı karşıya gelmiştir. Daha sonra ise bu konudaki talepler ve endüstriyelleşme doğrultusunda sanat okulları ve akademilere dönüşerek günümüzdeki konumunu/yerini almıştır.

Fotoğraf ve Sanat Eğitimi Üzerine Yol Arayışları

Sanatın temelinde, her şeyde olduğu gibi “bilgi” ve onun ardında da “eğitim” yatmaktadır. Sanatı icra eden kişinin -sanatçının- yeteneği başlangıcı oluşturduktan sonra, geriye, seçilen disiplinle ilgili temel konular ve yan dalların destekleri kalır.


Daha sonraki aşama ise üretimini belirli bir süreklilik içinde sürdüren sanatçıların, yaşlarına karşılık gelen “kuşaklar” veya işlerinin biçemlerine bağlı olarak farklı “ekoller” bağlamında tarih içinde ele alınmalarıdır. Bireysel hareketin zaman içinde yandaşları ile birlikte nasıl görüldüğünü anlamak için niceliksel anlamda bir isimlendirmeye, kategorize etmeye gereksinim vardır.

Yaptığım çalışmanın sonuçlarını paylaşacağım bu metinde; sanatın öğretilebilirliği, sanatların birbirlerine yaptığı katkı ve uzun süredir üzerinde çalıştığım sanat bilgisinin aktarılması ve yaşamda kullanılması konusunu ele alacağım. Bu sunumda, sanat yapıtlarının doğru olarak okunabilesi ve sanat yapıtlarının aklın sınırlarını genişletme yönündeki pozitif etkisine yönelik anekdotlarımı da paylaşacağım.

Ben, Türkiye’in “güzel sanatlar” üzerine kurulmuş ilk kurumu olan Güzel Sanatlar Akademisi’nin Fotoğraf Ana Sanat Dalı mezunuyum. Benim öğrenci olarak girdiğim 1981 yılında bölüm henüz mezun vermemişti. Fotoğraf Ana Sanat Dalı ise “Fotoğraf Enstitüsü” olarak geçiyordu o günlerde. YÖK’ün çıkışıyla birlikte farklı bir isimle yola devam edilmişti: Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Ana Sanat Dalları’ndan biriydi “Fotoğraf” artık. Şimdi ise bölümün adı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü olarak geçiyor. Kısacası, farklı isimler ve yapılanmalar altında da olsa, bölümün 30 yıllık bir geçmişi vardır ve bu süre zarfında fotoğraf eğitimi veren ilk kurum olarak öncülük görevini üstlenmiştir.

Benim yine ilk resmi hocalık deneyimimi yaptığım kurum da 12 yıllık geçmişi olan, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü’dür. (O da meşhur Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’dur.) Yüksek lisans eğitimimi de aynı okula bağlı Güzel Sanatlar Enstitüsü’nden aldım. Demek istediğim, sanatçı yetiştiren okullarda, aslında isim değişikliklerinden de anlaşıldığı gibi, derslerin incelikleriyle uğraşılacağına yapılanma ve isim sorunlarıyla daha çok ilgilenilmektedirler.  

Durumu ele almadan önce, 30 yıla yakın bir süredir tanık olduğum fotoğraf eğitiminin hangi şartlar altında yapıldığını anlatmak istiyorum. Bizler 80 Kuşağı olarak adlandırılıyoruz. Elbette Türkiye’de fotoğrafın yaygınlaşmaya başladığı 50’li ve 60’lı yıllarda daha fazla sorun vardı ama fotoğrafın sanat eğitiminin içinde yer almaya başladığı 70’li yılların son çeyreğinde ve 80’li yılların başında da ciddi problemler yaşandı. 


Bir kere kendinden önce herhangi bir ders içeriği ve program bulunmadığı için, fotoğraf eğitiminin nasıl yapılacağı üzerine ne dersleri hazırlayanların, ne de ders verecek olan eğitmenlerin deneyimleri vardı. Herkes kendi bilgisini ve deneyimlerini büyük bir özveriyle öğrencileriyle paylaştı. Fotoğraf dersleri verecek hocaların neredeyse hiçbiri akademik kadrodan olmayıp, profesyonel ya da bu işe gönül vermiş ileri amatör fotoğrafçılardan oluşuyordu. Bazı mimar hocaların ve yaşamlarını profesyonel olarak sürdüren fotoğrafçıların da katkılarını burada saymamız gerekiyor.

O günlerdeki en önemli sorun (ders programının yetersizliğinin yanı sıra) malzeme eksikliğiydi. Resim için bir kâğıt ve kalem yeterli olabilirken; fotoğraf için, farklı özellikteki fotoğraf makinelerinden gelişmiş karanlık odalara, stüdyo mekânlarından ışık ekipmanlarına kadar birçok donanıma gereksinim vardı. Bir dergi yayınlanıyor, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar teknik fotoğraf kitabı, yine çok az sayıda albümle fotoğraf kavranmaya çalışılıyordu. Yabancı dergiler az ve pahalı, kuramsal hiçbir kitap yok; Görme Biçimleri (John Berger) çevrilmemiş, üstelik ne Susan Sontag “Fotoğraf Üzerine” kitabını yazmış, ne de Roland Barthes “Camera Lucida”yı... El yordamıyla, hisle ve fotografik sezgi ile yol alınan günlerdi. Yine de, hocalardan öğrencilere, herkes coşku doluydu ve geleceğe umutla bakıyorlardı. Niyet iyiydi ama fotoğraf tamamen ekonomi işiydi.

“İnternet olmadığı için de dünya ile iletişim kopuk durumdaydı. Bir de bugün olduğu gibi çıkan fotoğraf makineleri anında Türkiye’ye gelmiyordu. Fotoğrafa yeni başlayanların yarısının elinde Rusların efsane makinesi Zenith E vardı. Şimdi olduğu gibi fotoğraf merkezleri ve yalnızca fotoğraf sergileri açan galeriler de yoktu. Fotoğrafın sanat olup olmadığı ise bazen kavgalarla biten panellerde tartışılıyordu... Kısacası herkesin kendi yağıyla kavrulduğu karmaşık günlerdi.

Duruma iktisadi yönden de bakınca, üretimi ve endüstrisi olmayan, yalnızca sınırlı sayıdaki ithal ürünlerle dönen bir sektör görüyorduk. Birinci el pahalı ve Türk tüketicisiyle buluşamıyor, ikinci el yok; var olan makinelerin döviz kurları ve üzerlerine eklenen paralardan dolayı alınması neredeyse imkânsızdı. Yurt dışına çıkmak çok zordu ve makineler yurt dışına gidenlere ısmarlanıyordu. Ancak her şeyin böylesine negatif olduğu bir ortamda, geleceklerini fotoğrafa adayan insanların öğrenme, öğretme ve paylaşma arzuları görülmeye değerdi.

Bu yüzden, fotoğrafın bugününü konuşmak için, 30 yıl öncesinin şartlarını, ekonomik ve iktisadi koşullarını, en az sosyolojik ve psikolojik koşulları kadar bilmemiz gerektiğine yürekten inanıyorum.

Ben kendi adıma, sanat eğitiminin kalitesini artırma konusunda yapılacak olan en önemli hareketin, farklı disiplinlerden oldukça fazla referans alınması gerekliliği olduğunu iddia ediyorum. Çünkü bir konuyu, yalnızca ona ait olan yapısal özelliklerinden yararlanarak ortaya koymak neredeyse olanaksızdır. Yönümüz ve bulunduğumuz nokta, elbette bir pusulanın yardımı ve “kuzey/güney/doğu/batı” gibi dört yönün varlığıyla açıklanabiliyorsa, sanat için de bu referans noktalarının doğru alınması gerekmektedir. Rönesans’tan bu yana sanat, her ne kadar estetik bir olgu olarak ele alınsa da, yeterli teknikle birleştirilememesi durumunda zaman içinde yok olmaya mahkûmdur.

Fotoğraf: Oğuz Nusret Bilik

0
2814
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage