12 EKİM, PERŞEMBE, 2017

Ev Kavramının Peşinde, Buz Dağlarının İzinde

Hale Güngör Oppenheimer’ın 14 Ekim’de Pg Art Gallery’de açılacak olan yeni sergisinin adı “Subaquatic”, teması ev, ilhamı ise Mollis’teki evler… Sanatçı üçüncü kişisel sergisinde belleğindeki ilk ev kavramının peşine düşüyor. Bu kavramının köklerinin filizlendiği Mollis'te, Google Maps aracılığı ile sanal yürüyüşlere çıkıyor.

Ev Kavramının Peşinde, Buz Dağlarının İzinde

Evinden/yurdundan kopan insanlar ile ana parçasından ayrılıp yavaş yavaş uzaklaşan buz dağları arasında bir ilişki kurarak sergi temasını şekillendiren Hale Güngör Oppenheimer’den yeni sergisinin öyküsünü dinledik. İsviçre’nin Mollis kasabasından başlayan hikâye yoluna buz dağlarıyla kesişip onlarla bütünleşerek devam ediyor. Bu macerada çocukluk anıları, bilinçaltı ve aidiyetlik hissini yoklayarak bir sorgu ve bellek araştırmasına uzanıyor.

14 Ekim’de Pg Art Gallery’de açılacak olan “Subaquatic” adlı sergin Mollis’teki evlerden ilham alıyor. Öncelikle sormak istiyorum, bu kurgu üzerine yola çıkış hikâyen nasıl gelişti?

Mollis benim çocukluğumun büyük bir bölümünü geçirdiğim, İsviçre’nin 2015 sayımına göre 3,337 kişilik nüfusa sahip, etrafı Alpler’le çevrili çok küçük bir kasabası. Uzun süredir işlerimde ele aldığım eve dair sorular ve önermelerin nerede başlamış olabileceğini düşündüğümde her yol bu konuda ilk izlenim ve fikirlerimin oluştuğu Mollis’e çıktı. Sergi öncesi girdiğim araştırma sürecinde Mollis’te Google Maps aracılığı ile yaptığım uzun yürüyüşler ise “Subaquatic”in kavramsal çerçevesini belirlememde büyük rol oynadı.

Peki bu evlerin yolları buz dağlarıyla nasıl kesişti?

Uzun zamandır işlerimde eve dair obje ve yapıların yanı sıra kaya ve taş imgeleri kullanıyordum. Bu jeolojik ögeler benim için bir bütünden koptuktan sonra varlıklarına devam etmelerinden dolayı sembolik olarak büyük önem taşıyorlar. Kendini tekrarlamaktan, aynı şeyi uzun süre yapmaktan ve bir şeyin rahat veya kolay olmaya başlamasından hoşlanmayan birisi olarak yeni arayışlara girdiğimde ise buz dağlarının benzer şekilde bir bütünden koparak tek başlarına hareket etmeye devam etmeleri beni heyecanlandırdı. Evinden/yurdundan kopan insan ile ana parçasından ayrılıp yavaş yavaş uzaklaşan buz dağlarını bir olarak görmeye başladığımda bir şeyler yerine oturdu.


Buna ek olarak sürekli şekil değiştirmeleri ve erimelerinin hafızamızın işleyişiyle olan benzerliklerini düşündüğümde buz dağlarını işlerimde her zaman yer edinen evlerle kesiştirme vakti gelmişti. Sergide yer alan işleri isimlendirirken buz dağı isimlendirmesi tekniklerini baz aldım. Benzer bir şekilde Mollis’i temsilen, M kısaltmasını takiben buzdağının Mollis’ten kopuş sırası ve boyutlarına göre rakamlar kullandım. Yani her iş M-3, M-7B, M-4F ve benzeri şekillerde adlandırıldı.

©Nazlı Erdemirel

Evleri araştırırken Google Maps’te sanal bir seyahat yapmayı tercih etmenin sebebi zorlu hava koşulları mıydı?

Ben İsveç’te yaşıyorum, fakat çocukluğumun geçtiği kasaba Mollis, İsviçre’de. O nedenle bizzat orada bulunamadığımdan dolayı bu yürüyüşleri Google Maps’te gerçekleştirdim. Kafası ev konusunda bu kadar dağınık olan bir insanın her zaman karıştırılan İsveç ve İsviçre arasında sanal olarak mekik dokuması da ayrı bir ironi olsa gerek.

​Bu yürüyüşleri yaparken çocukluğumun geçtiği sokakları karış karış inceleme, hatırladığım evleri, dereleri, kırları yeniden görme, yalın ayak gittiğim okul yolundan bir daha geçme ve hafızamın tutarlılığını deneme şansım oldu. Kimi zaman otuz yıl öncesinden hatırladığım detaylarla kendimi çok şaşırttım, kimi zaman ise hafızamızın nasıl değişebileceğini ve bizi yanıltabileceğini gördüm. Detaylar nasıl olursa olsun, Mollis’e attığım ilk sanal adım sonrası dizüstü bilgisayarımın önünde gözyaşlarımı tutamadığımda bunun eve dönüş olduğunu biliyordum.

Sergiye hazırlık sürecin nasıl geçti?

Galerimle sergi tarihlerine karar verdiğimizden bu yana önce kendimi, sonra umuyorum ki izleyiciyi heyecanlandıracak yeni bir şey yapmak istediğimden emindim. Bu nedenle hazırlıklara uzun bir araştırma süreci ile başladım. Bu araştırmalarım birkaç ay boyunca teorik ve pratik olmak üzere paralel şekilde devam etti. Bir yandan daima kafamı kurcalamış olan ev kavramı, bütünden kopmuşluk ve buz dağları üzerine makaleler okuyup kısa belgeseller seyrederken; bir yandan da malzeme ile nasıl deneyler yapabilirim, uzun süredir kullandığım kağıdı başka hangi formatlara sokabilirim ve sonrasında nasıl sunabilirim gibi soruları yanıtlamak ve her şeyi bir adım daha öteye götürmek üzere kendime baskı kurmakla meşguldum.

​Serginin kavramsal çerçevesi şekillendikten sonra kağıdı kullanma konusunda da bir özgürleşme sürecine girdim. Dikdörtgensel kalıplara bağlı kalmak yerine kağıdı istediğim şekil ve boyutlarda keserek organik bir şekilde kullanmaya başladığımda aklımla elimin daha senkronize olmaya başladığını farkettim. Bir sonraki aşamada bu işlerin sunumlarını düşündüğümde ise yine aynı mantık çerçevesinde kullanacağım plexiglas malzemesini de dikdörtgen yerine farklı sayıda kenarlara sahip poligonlar formatında kullanma kararı aldım. Bu çerçevelerin hepsi de benim tarafımdan her bir işe özel olarak tasarlandı, kesildi ve bir araya getirildi.

'M-12' - Mixed media - 62 x 72cm - 2017

Buz dağının büyük bir bölümünün suyun altında oluşunu ev kurumuna benzeterek, ev kavramına yüklediğimiz anlamların bilincimizin alt katmanlarında olduğunu söylüyorsun. Bu tanımını biraz açar mısın?

Tabii. Ev kelimesini ilk duyduğumuzda aklımıza öncelikle daha somut ve net hatırlanabilecek ögeler gelebilir. Evin şekli, bulunduğu yer, içindeki mobilyalar ve eşyalar, belki de insanlar, renkler vs. Bunları buz dağının suyun üzerinde kalan kısmı olarak görebilmemiz mümkün. Fakat üzerine biraz daha kafa yorduğumuzda aidiyet, birseysellik, aile, özel/kamusal alanlar ve mahremiyet hakkında sorular masaya yatırılabilir, kavramlar biraz daha soyutlaşabilir ve hafızamız bizi yanıltmaya başlayabilir. Buz dağının su altında kalan daha büyük ve bulanık kısmında bulunan bu sorular masaya yatırıldığında ise yürüttüğümüz birçok fikrin aklımızda oluşmuş ilk ev kavramından yola çıkarak edinildiğini gözlemlememiz mümkündür. Bu kavramın kökenine inmek için belleğimizi bir miktar kazımamız gerekir. İşte bu kazıların ardından belleğimizde kalan boşluklar ya kurgusal bir şekilde doldurulmaya çalışılabilir ya da “Subaquatic”teki işlerimdeki gibi yarı hayalet evler olarak karşımıza çıkabilirler.

Ev imgesine yönelmenin altındaki sebeplerden biri çocukluğundan beri farklı evler hatta farklı ülkelerde yaşamış olmanla ilgili olabilir mi?

Kesinlikle. Kendimi bir yerde evde hissettiğim anda düzenli olarak oradan taşınmış olmamın sonucu olarak kafamdaki ev fikrini her zaman yanımda taşıdım diyebilirim. O nedenle hayatımda çok büyük bir yere sahip olan, özel ve kutsal tuttuğum bu kavramın işlerimde de merkezi bir rol oynaması sürpriz değil sanırım. Danimarkalı antropolog Ida Wentzel Winther’in Kendine Ev Bulmak adlı makalesinde dediği gibi: “Ev pek çok yer olabilir ve duvarsız bir şekilde varlığını sürdürebilir. Bu tür varoluşçu bir evsizliğin yaşadığımız yerle alakası olması şart değildir. Böyle bir yoruma göre ev bir çeşit hazırlıklı olma hali ve dünyayı bir süreliğine ait olabileceğimiz mekânlarla dolu bir yer olarak görme deneyimidir”.

©Nazlı Erdemirel

Ev kavramının birçoğumuzun hayatında silikleştiği, göç ve kimliksizleşme ile birlikte aidiyet değerini kaybettiği günümüzde ev deyince sanki akla ilk eski zamanlar/çocukluk geliyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Tamamen katılıyorum. Biraz önce değindiğim bellekteki kazılar bizi elbette çocukluğumuza ve o dönemde edinilen ev/aile/ülkeye aidiyet hissi ve eğilimlerine götürüyor. Kendim için konuşmam gerekirse, bu olguların ortaya çıktığı kritik bir zamanda Türkiye’den İsviçre’nin çok küçük bir kasabasına taşınmış olmam, ailemden kimsenin o ülkenin dilini (söz konusu İsviçre olunca; Almanca, İtalyanca ve Fransızca dillerinden herhangi birisini) bilmemesi veya orada yaşayan hiç kimseyi tanımıyor olması benim bu konulardaki fikirlerimi önce bulandırdı, sonra şekillendirdi diyebilirim. Evin her zaman yanımda taşımayı seçebileceğim bir kavram olduğunu anladığımda insan, eşya ve mekânlar kafamı eskisi kadar karıştırmamaya başladı. Size halen evin tanımını yapamam, fakat bunu sadece bir avantaj olarak görüyorum.

Yaşamını ve çalışmalarını Stokholm’de sürdürüyorsun. Bu üretim pratiğini nasıl etkiliyor?

Evet, 2010 yılından bu yana Stokholm’deyim ve burada olmak sanatımı domestik konulara yönelmek konusunda oldukça etkiliyor. Yılın yedi ayı soğuk ve karanlık olan hava şartları nedeniyle vaktimin çok büyük kısmını gerek atölyem, gerek evimiz olsun iç mekânlarda geçiriyor olmam beni bu konuda daha da çok kafa yormaya itiyor. Tamamen görsel bir açıdan bakacak olursak da yine burada maruz kaldığım karanlıkla başa çıkmanın bir yolu olarak işlerim çok daha aydınlık bir hâl aldılar diyebilirim.

​Stokholm’ün buranın en büyük şehri olmasına rağmen yine de çok küçük olmasının (yüz ölçümü 188 km² ve nüfusu 789,024) bir avantajı da her yerin yakın ve kolay ulaşılabilir olması. Evden atölyeme sekiz dakikada yürüyebiliyorum mesela. Bu nedenle örneğin İstanbul’da her gün yolda geçireceğim saatleri (ki orada yaşadığım dönemde, bu 40 dakikadan 3 saate kadar çıkabiliyordu) çok daha verimli bir şekilde atölyemde çalışarak geçirebiliyorum. Ayrıca sayıları çok olmasa da nitelikleri yüksek olan galeri ve müzelerin varlığı da tabii ki beni olumlu yönde etkiliyor ve motive ediyor.

'M-4I' - Mixed media - 9 x 24cm - 2017

Dışarısı/içerisi ikilemi geçmiş sergilerinin de ana temalarından olmuştu. Sana ilham veren bu konu iç mekânda olmasına alışık olduğumuz nesneleri dışarıya taşıman ya da dış mekân nesnelerini eve yerleştirmen olarak karşımıza çıkabiliyor. Ancak bu serginde biz evlere dışarıdan bakıyoruz sanırım. Dışarıda olan izleyici mi bu defa?

Benzer bir konseptin bu yeni işlerimde de devam ettiğini söyleyebilirim. Nasıl önceki serilerimde bir sandalye dağın üzerine çıkabiliyor ya da bir kaya oturma odasında kendine bir yer edinebiliyorsa, Mollis evleri de ait oldukları kasabadan çıkıp kendilerini buz dağlarında buluyorlar. Ait olunmayan ya da beklenmeyen yerlerde varlığını sürdürme hareketi halen gözlemlenebiliyor. Sadece evlere bakacak olursak, bu sergide iç cephe yerine dış cepheye odaklandığımı söyleyebilirim.

Gelecek projelerin arasında neler yer alıyor? 

Önümüzdeki dönemde Türkiye, İsveç ve belki birkaç diğer ülkede grup sergilerine katılmayı ve burada yaptığım öğretmenliğe devam etmeyi umuyorum. Aynı zamanda birkaç kitap projesi ile öncelikle Kanada ve İsveç’te olmak üzere uluslararası iş birlikleri söz konusu.


Hale Güngör Oppenheimer’ın “Subaquatic” adlı kişisel sergisi 14 Ekim - 11 Kasım tarihleri arasında Pg Art Gallery’de görülebilir.

0
5018
1
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage