08 ŞUBAT, ÇARŞAMBA, 2017

Bir Sanat Tanrıçası: Semiha Berksoy

Primadonna, soprano, tiyatrocu, aktrist ve bir ressam... Çok yönlü bir sanatçı olan Semiha Berksoy’un hiç bilinmeyen yönleri ve desenleri, Odeabank ve Galerist işbirliği ile hem kitap hem de sergiye dönüştü. Semiha Berksoy: Catalogue Raisonné kitabının lansmanına paralel olarak O’Art’ta açılan “Aşk’la, Semiha Berksoy” sergisi, 18 Mart’ta kadar izlenebilecek.

Bir Sanat Tanrıçası: Semiha Berksoy

Hem Semiha Berksoy: Catalogue Raisonné kitap editörü hem de “Aşk’la, Semiha Berksoy” sergisi küratörü olarak karşımıza çıkan Derya Yücel’den kitabın ortaya çıkış fikri, hazırlık süreci, sergide yer alan eserler ve tabii ki Semiha Berksoy’u dinledik.

Semiha Berksoy’un bilinen tüm yapıtlarını içeren Semiha Berksoy: Catalogue Raisonné kitabı sizin editörlüğünüzde çıktı. Öncelikle kitabın hazırlık ve ortaya çıkış sürecinden bahsedebilir miyiz? Semiha Berksoy şüphesiz Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli sanatçılarından biri, onun üzerine bir kitap oluşturma fikri nasıl doğdu?

Aslında Semiha Berksoy: Catalogue Raisonné, “Aşk’la, Semiha Berksoy” sergisine vesile olan bir kitap tabii ki. Projeye Semiha Berksoy üzerine bugüne kadar yayımlanmış en kapsamlı kitap olması için yola çıkıldı ve sanatçının bütün yaşamı boyunca ürettiği yapıtların içinde yer aldığı bir kitap projesi olarak başlandı. Bu proje aslında benim tarafımdan değil, Galerist tarafından başlatıldı. Zaten Galerist sanatçının üç yıldır temsilciliğini yapan bir galeri. Semiha Berksoy Opera Vakfı, tiyatro sanatçısı kızı Zeliha Berksoy ve torunu Oğul Aktuna’nın kendisi hayattayken başlattığı bir Semiha Berksoy Opera Müzesi projesi var. Bu projenin amacı, sanatçının bütün birikimini, üretimini ve hayatını daha arşivsel anlamda bir araya getirip toparlamaktı. Galerist’in de aslında Semiha Berksoy’un bütün üretimlerini hem daha derli toplu bir yayın olarak hem de bütün envanterini kapsayacak şekilde bir katalog-kitap oluşturma projesi vardı. Dolayısıyla bu yayının editörlüğünü yapmam konusunda onlar beni davet ettiler.

Daha önce iki adet sanatçı monografisi hazırlamıştım: İrfan Önürmen ve Nil Yalter... Nil Yalter’le de Galerist’te birlikte çalışmıştık. Bu yönden de Semiha Berksoy: Catalogue Raisonné, beni çok heyecanlandıran bir proje oldu. Sanatçının farklı, sıra dışı kimliğiyle onu sanat tarihsel açıdan farklı bir yerde konumlandıran o algının da farkındaydım. Elbette çok düşündüm ve bir yandan da biraz gözümü korkutmadı değil... Çünkü Semiha Berksoy gibi primadonna, soprano, tiyatrocu, aktrist olan bir sanatçı... Yalnızca ressam ve görsel sanatçı kimliğiyle sınırlandıramayacağımız bir karakter o. Böyle olunca benim üzerine yorum katabileceğim bir çerçevenin çok dışına taşıyordu. Bu beni ilk başta biraz korkuttu. Ama sonrasında kitapta genel olarak ressam Semiha Berksoy’a odaklanma kararı aldık. Bu nedenle benim sanatçı üzerine yazdığım metin daha biyografik... Sonrasında kendi alanında son derece profesyonel olan başka yazarların ve sanat uzmanlarının desteğiyle zengin bir içerik oluşturduk. Bu kitapta daha önce Semiha Berksoy’la çalışma fırsatı bulmuş veya hayatına değmiş olan yazarları davet ettim. Dieter Ronte, Robert Wilson ve Rosa Martinez daha önce yayımlanmış olan yazılarının bu kitap için yeniden basılmasına onay verdiler. Türkiye’den Ferit Edgü, Beral Madra, Levent Çalıkoğlu ve Dikmen Gürün var. Dikmen Gürün de biliyorsunuz ki 2010 yılında Ateş Kuşu Semiha Berksoy adında bir kitabın editörlüğünü yapmıştı. Onların metinleriyle birlikte içeriği de zenginleşen ve sanatçının kronolojik olarak ilkokul, genç kızlık ve Namık İsmail Atölyesi döneminden hayatının son döneminde ürettiği çarşaf resimlerine kadar ulaşabildiğimiz bütün yapıtlarını içeren bir kitap olarak tasarladık diyebilirim.

Derya Yücel ©Nazlı Erdemirel

Kitapta Dieter Roth, Rosa Martinez, Robert Wilson, Ferit Edgü, Levent Çalıkoğlu, Beral Madra, Dikmen Gürün ve Zeliha Berksoy’un metinleri yer alıyor. Bu isimler nasıl bir araya geldi? Kitabın içeriğinde sanatseverler neler bulabilir?

Kitapta Dieter Roth’un sanatçıdan bir “gesamkunstwerk” olarak bahsettiği bir metni var. Altı ana başlığa bölünmüş yazıda onun sanatını ve karakterini değerlendiriyor. Onu bir magmaya benzetiyor mesela. Okuduğumda bu metafor bana gerçekten çok heyecan verici gelmişti çünkü gerçekten de bir magma gibi o. Bazen bir yanardağın içinde coşkusu ve sanatıyla kendinden taşıyor, bazen de kendi kabuğuna çekilip uzun süre yokmuşçasına sessiz olabiliyor. Sanat üretimi de böyle... Kızı Zeliha Berksoy’un da dediği gibi, sabahlara kadar hiç uyumadan ve atölyesinden günlerce çıkmadan ürettiği dönemler var. Yıllarca hiçbir şey yapmadığı bir dönemi de var.

Robert Wilson’ın performatif olan çok kısa bir metni var. Wilson Amerikalı bir oyun yazarı ve 1999 yılında Detroit’te Semiha Berksoy’un da sahneye çıktığı bir oyun* yazmıştı. Yani o dönemde birlikte çalışmışlar.

Rosa Martinez de bir küratör ve Semiha Berksoy hayattayken bir sergi yapmıştı. 1997 yılındaki 5. İstanbul Bienali… Bu bienalde Semiha Berksoy’un yapıtları da yer almıştı. Semiha Berksoy’un ölümünden sonra ise 2005 yılında Venedik Bienali’nde 26 resmi ve çarşaf resmiyle Arsenale pavyonunda büyük bir Semiha Berksoy bölümü oluşturmuştu. Yani onunla tanışmış ve çalışma fırsatı bulmuş dünyaca ünlü bir küratör kendisi. Onun metni de yine Berksoy’un dişi bir sanat tanrıçası olarak ele alınması üzerine. Onun bu sıra dışı kimliğine vurgu yapıyor. Özellikle Semiha Berksoy’un Yatak Odası’ndan bahsettiği bir metni var.

Levent Çalıkoğlu’nun metni sanat tarihsel anlamda Semiha Berksoy’un sanat tarihi çizgisinin dışında durduğu ve aslında sesin onun imgelerini nasıl beslediğiyle ilgili bir metni var.

Ferit Edgü’nün 1997 yılında yazdığı eski bir metni yer alıyor. Beral Madra, Semiha Berksoy resimlerindeki o çocuksuluk, naiflik ile bir yandan da dişilik ve kadınsılığına vurgu yaparak yazmış. Dikmen Gürün’ün bir son söz gibi ve Semiha Berksoy’un ölmeden önce yazdığı mezar taşı metnini de gördüğünüz bir yazısı var. Kitap da Dikmen Gürün’ün yazdığı bu son sözle bitiyor. Dikmen Gürün metninde ateş kuşuna vurgu yapıyor. Phoenix, Anka kuşu, ateş kuşu... Mitsel olarak hepsi tek bir canlıya referans veriyor, o da her seferinde yansa da küllerinden doğan bir kuşun temsili… Aslında Semiha Berksoy da kendisini bu kuşla özdeşleştiriyor. Phoenix adıyla yaptığı otoportresel resimleri var. Tıpkı bir Anka kuşu gibi hayatı boyunca kendi küllerinden doğan, o yaşam enerjisini hiç kaybetmemiş ve o aşk ateşini de hep içinde taşımış bir insan Semiha Berksoy...

Zeliha Berksoy ise annesinin Yatak Odası çalışmasının -ki bu çalışma 2003 yılında İstanbul Resim Heykel Müzesi Koleksiyonu’na girdi- oluşum süreci ve yaşamının son dönemini anlattığı bir metin yazdı. 

“Aşk’la, Semiha Berksoy” sergisinin de küratörlüğünü üstleniyorsunuz. Sergi nasıl ortaya çıktı? Eserleri seçerken nelere dikkat ettiniz?

Sergi, Odeobank’ın O’Art Sanat Mekânı’nda kitabın lansmanı ve kitaba paralel bir etkinlik olarak düzenlendi. Odeobank da bu projeye inandı ve maddi-manevi anlamda çok büyük destek sağladı, gerçekten çok teşekkür ediyorum onlara tekrar. Aynı zamanda Semiha Berksoy’un hem hayatından hem de sanat pratiğinden bir tat bırakabilecek bir seçki olarak düşündüm. Bu seçkinin iki önemli noktası var. Birincisi serginin başlığı “Aşk’la, Semiha Berksoy”. Bu nedenle daha çok başyapıtlarından yalnızca dört tane aşka odaklanan eser seçtim: İlahi aşk, Ay Işığında Aşk, Aşk Otoportre gibi... İkinci özelliği de aslında Semiha Berksoy’un üniversite ve akademi döneminden bugüne kadar hiç görülmemiş resimlerinin olması. İlk kez gün ışığına çıkan, ilk kez çerçeve içine giren ve ilk kez izlenen Semiha Berksoy desenleri bu serginin vurgulanması gereken bir parçası.  Bu desen seçkisinde de özellikle kronolojik veya dönemsel bir vurgu yapmak istemedim, tam tersine hem gençlik ve Namık İsmail Atölyesi döneminden hem de 1980, 1990 ve 2000’li yıllardan çeşitli desenler göstermek istedim. Aslında dönemsel olarak onun sanatsal ve üslupsal çeşitliliğine vurgu yapacak bir nitelikte olmasına dikkat ettim. 

Sergi ismini nereden alıyor?

“Aşk’la, Semiha Berksoy” başlığında tuvallerinin isim, içerik ve formlarıyla, aşka yaptıkları vurguyla beraber aşkın Semiha Berksoy’un tüm yaşamını kaplayan bir fenomen olarak önemi belirleyici oldu. Çünkü Semiha Berksoy çok ilginç bir şekilde hem manevi hem dünyevi hem de ilahi aşklara çok açık. Hem sanatını hem de yaşamını bunlar üzerine kurmuş bir kadın. Platonik, karşı cinse, hayvanlara ve bütün canlılara duyduğu aşk... Ama hepsinin üzerinde aslında sanata ve kendi sanatına duyduğu aşkla da ilişkili bir bağlam. Bir yandan da “Aşk’la, Semiha Berksoy”, bir mektubun son ifadesi gibi bir tını da yaratıyor, bu tını da açıkçası hoşuma gittiği için sergiye bu başlığı vermeyi uygun gördük. 

“Aşk” Berksoy için neden bu kadar önemli sizce?

Bence bu durum Semiha Berksoy’un hem karakter özellikleriyle hem de yaşamı boyunca bitmek bilmeyen enerjisiyle ilgili. Aşk, onun hayatında önemli, çünkü biyografik olarak yaşamındaki acıyı, trajediyi görüyorsunuz. Sekiz yaşındayken, karnında kardeşiyle birlikte annesini kaybetmesi, sonra babasıyla yalnız kalması, aşk acısı... 20’li yaşlarının başında Nazım Hikmet’le karşılaşması ama yarım kalan, sonrasında karşılıklı bir hayranlığa ve platonik bir aşka evrilen hikayesi... Ama her şeyden önce sanata olan aşkı var. Burada da çok mücadele veriyor, her şey kendiliğinden olmuyor. Onun kendiliğinden gelişen bir yeteneği de tabii ki var. Bu yeteneği üzerinden sesiyle birlikte sanat, özellikle opera ve tiyatro üzerine kurduğu bir varoluşu var. Ama bunu kurarken de aslında çok mücadeleler veriyor. Yurt dışında aldığı eğitimler, Türkiye’de biraz daha siyasal konjonktürden kaynaklanan bürokratik baskılara maruz kalması... Bu baskılardan çıkmak için verdiği mücadeleler... Onu her anlamda güçlü tutan şeyin de aşk olduğunu düşünüyorum.

Sanatçının daha önce hiç sergilenmemiş desenleri sergide yer alıyor. Bu eserler Semiha Berksoy’un hayatına ve sanatına dair neleri yansıtıyor?

Her şeyden önce Semiha Berksoy desenlerini, resimlerini ve  görsel üretimlerini otobiyografik olarak nitelendirebiliriz. Resimlerinde hep kendisini anlatıyor. Çünkü sahne aldığı oyunlara, opera eserlerine, rol aldığı filmlere veya hayatında sevdiği insanlara, hayatından geçmiş ve ona temas etmiş olanlara, aşık olduğu erkeklere ve dostlarına bütüncül yaklaşıyor. Bu anlamda resimlerinde yer alanlar büyük ölçüde bunlardan oluşuyor. Bu da onu ayırıcı kılan özelliklerden aslında. Yapısal veya içeriksel olarak sanat tarihsel bir çizgiye oturtamıyorsunuz Semiha Berksoy’u... Sanat tarihi çizgisinin dışında bir yerlerde konumluyor kendisini. Dolayısıyla çalışmalarına otobiyografik ve monografik eserler diyebiliriz. Bu sergideki üretimlerin vurgusu da aslında bu otobiyografik çizgiyi gösterebiliyor olmak. Onun çalışmalarında ağırlıklı olarak hep birtakım anılarıyla ilgili notlar mevcut. Bu, eserleri kavramsal bir çizgiye de yaklaştırıyor aslında. Bir tür düşünce akışı gibi... Düşünüyor, gözünde bir imge beliriyor, o imgeyi yüzeye aktarıyor ve sonra aktardığı imgeyle ilgili ona çağrışım yapan anıları veya o günle ilgili notları, referansları geçiriyor yüzeye. Bu açıdan arşivsel bir yönü de var. Bu yüzden salt görsel bir imge olarak değil, bir yandan da o düşünce sürecinin akışını ve bütün hayatından bir parçayı taşıdığını düşünebilirsiniz. Desenlerde de bunu görüyoruz aslında. Özellikle 90’lı ve 20’li yıllarda yaptığı desenlerde... Örneğin desenlerden bir tanesi 27 Mart 1997, Zeliha Berksoy’un portresi. Zeliha Berksoy 27 Mart doğumlu ve aynı zamanda o gün Dünya Tiyatrolar Günü... Desene bununla ilgili düştüğü bir not var. Kızı ve tiyatrolar günü ile tiyatro sanatının Türkiye’de başlaması üzerinden özellikle Atatürk’e yaptığı bir vurgu var. Hem tarihsel referans taşıyan hem de onun düşüncelerini aktaran bir takım notlar... 

Semiha Berksoy, ‘yüce insanlar’ olarak tabir ettiği ve yaşamında büyük izler bırakan kişilerin yansımalarını, odasındaki “halüsinasyon duvarı”nda gördüğünü söyler. Aslında sizin söylediğiniz düşünce akışıyla bağlantılı bir kavram… Peki sanatçının “halüsinasyon duvarı” ile portreleri ve sanatı arasında nasıl bir ilişki var?

“Halüsinasyon Duvarı”, aslında 2014’te Galerist’te açılan solo sergisinin de başlığı. Ve tam da düşünce akışıyla bağlantılı, çünkü kendi otobiyografisini hayatına temas etmiş insanlar, karakterler ve figürler üzerinden anlatıyor. Bu yüzden bir mekân ya da manzara ile çok fazla karşılaşmıyorsunuz. Hep insanlar, kendisi veya birtakım sahneler var. O sahnelerde ağırlıklı olarak kendisi var.

Kronolojik olarak baktığımızda da 1910 doğumlu ve bir cumhuriyete geçiş döneminin sanatçısı. I. Dünya Savaşı’ndan önce doğuyor ve sonrasında bütün bir sancılı sürece tanıklık etmiş bir karakter olarak son derece tarihsel bir önemi var. Tam gelenek ile modernleşme, muhafazakarlık ve çağdaşlık arasında bir noktada doğup büyüyen bir insan Semiha Berksoy. Onun gibi figürler de Türkiye Cumhuriyeti sanat tarihinin gelişimi konusunda referanslar veriyor. Bir yandan da Cumhuriyet’in aydınlık yüzünü temsil etmekle sorumlu tutuluyor bu sanatçılar o dönemde. Çok erken yaşlarda böyle bir sorumluluk yüklendiğiniz zaman tabii ki attığınız adımlar çok önemli oluyor. 1934 yılında Atatürk’ün emriyle Türkiye’nin ilk opera eseri yazılıyor ve Adnan Saygun besteliyor. Bu oyunda Atatürk’ün davetiyle birlikte Semiha Berksoy “Ayşim” rolünü üstleniyor ve Özsoy Operası’nda rol alıyor. Bu ayrıca erken Cumhuriyet dönemi aydınlık “milli” sanatının damarlarının artık oluşturulmaya başlandığı dönem. Ve bu çağdaş yüzün bir sembolü olan sanatçılardan biri olarak da önemli bir noktada duruyor. Bu yüzden resimlerinde ve anılarında tarihsellik referansı yapıyor olması da tabii ki çok doğal.

Sanatçının opera, tiyatro ve sinema sanatıyla ilgilenmiş olmasının sizce resimlerine nasıl bir etkisi var?

Yüzde yüz etkisi var. Aslında operadan, tiyatrodan sahne aldığı veya onun hayatında yer etmiş olan birtakım sahneler mutlaka eserlerinde yer alıyor. Mesela 1936 yılında yüksek opera eğitimi için gittiği Berlin’de, 1939 yılında Richard Strauss’un Ariadne Auf Naxos operasında Ariadne rolünü oynuyor. Birçok resim veya deseninde onu Ariadne olarak görebiliyoruz. Tosca’daki rolüyle de aynı şekilde… Operanın onun hayatındaki en önemli sanat aşkı olduğunu söyleyebiliriz. Ama resim, çocukluğundan itibaren dönem dönem de olsa, özellikle 1960’lardan sonra ağırlıklı olarak eğildiği sanat disiplinlerinden biri. Bu anlamda Dieter Roth ona “gesamkunstwerk”, yani tümel sanat yapıtı diyor. Onu bir ressam, tiyatrocu veya soprano olarak değil, bütün hayatını sanat üzerine kurmuş olan bütüncül bir sanat eseri olarak değerlendiriyor. Bu son derece yerinde bir tanım bence. Bu yüzden de onun icra ettiği tüm sanat disiplinleri arasında bağ o kadar organik, o kadar kendiliğinden ki, onu tümel bir sanat eseri yapıyor. Dış görünüş açısından bile böyle. Semiha Berksoy dediğimizde kafamızda bir imge belirir hemen. Yanaklarını, dudaklarını kırmızıya boyar, ilginç kostümler giyer ve hep sıra dışıdır. Kendi bedeninin de kendiliğinden performatif bir şekilde bir sanat yapıtına dönüşme hali var. Bu onu performans sanatçısı da yapar. 

Desenlerinin ortasında yer alan çizginin anlamı nedir?

Genellikle tuval ve duralitlerinde bir kader çizgisi var ve resim yüzeyini yatay olarak ikiye bölüyor. Ağırlıklı olarak 60’lı ve 70’li yıllarda yaptığı resimlerde karşılaştığımız bir şey ama diğer dönemlerinde de görüyoruz. Bazen yukarıda bazen biraz aşağıda kalıyor. Kader çizgisi aslında, yaşam ve ölümü ayıran bir sembol olarak yer alıyor onun resimlerinde. Üst kısmı yaşama, alt kısmı ise ölüme referans veriyor. Dikkat ederseniz annesinin yer aldığı resimlerde annesi kader çizgisinin hep altındadır. Bazen ümidini kaybettiği dönemlerde o kader çizgisine yakın çizmiştir kendisini. Ama ne olursa olsun kollarıyla çizgiyi tutup kendisini yukarı çekmeye çalışırken görüyoruz onu. Bu da aslında onun enerjisini ve yaşama olan bağlılığını temsil ediyor.

©Nazlı Erdemirel

Sanatını ve hayatını yüzeye dökmesi gerçekten çok anlamlı…

Evet, yazarken çok keyif aldım, çok heyecanlandırdı beni. Her seferinde de biraz şaşırttı aslında. Onun mektuplarını ve anılarını okudum. Okurken nasıl bir karakteri olduğunu anlamak beni daha fazla ilgilendiriyordu. Yoksa amacım sadece biyografik bir metin yazmak değildi. Mesele bunları hem doğru bir şekilde tarihleri ve argümanlarıyla birlikte vermenin ötesindeydi. Onu dostlarından ve kızından dinlemek beni en çok heyecanlandıran şey oldu. Hayattayken onunla tanışma ve çalışma fırsatım olmadı ne yazık ki… Torunu Oğul Bey nene Semiha Berksoy’dan bahsetti, kızı Semiha Berksoy bazen profesyonel olarak bir meslektaşından, bazen de tamamen anaç bir anneden bahsetti.

Semiha Berksoy: Catalogue Raisonné kitabının lansmanına paralel olarak O’Art’ta açılan “Aşk’la, Semiha Berksoy” sergisi, 18 Mart’ta kadar izlenebilecek.

*Robert Wilson metni : 1999 yılında New York Lincoln Center'da Robert Wilson'ın The Days Before adlı oyununda rol almıştı. Oyunda Wagner'in Tristan ve Isolde operasından Isolde'nin “Liebestod / Aşk Ölümü” arkasını söylemişti.


0
11540
0
Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage