06 EKİM, PAZARTESİ, 2025

Oslo’da Evlerden Birinde: “Sentimental Value”

Joachim Trier’i senarist Eskil Vogt ile bir kez daha buluşturan, dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’ne layık görülen, Norveç’in Oscar adayı olan, başrollerinde Renate Reinsve, Stellan Skarsgård, Inga Ibsdotter Lilleaas ve Elle Fanning’in yer aldığı Manevi Değer (Sentimental Value) filmi hakkında bir yazı.

Oslo’da Evlerden Birinde: “Sentimental Value”


Hayatın içinden geçip giderken arkamızdan sürüklenen bir hikâyemiz var ve o, bizim var olduğumuz ve olamadığımız zamandan, mekândan ve olaylardan bağımsız değil. Çünkü her şeyden önce hikâyeleri var olduğumuzu söylediğimiz için biz var ederiz. Hikâyenin kendisi olduğunu düşünmek, zamanı atlatmamıza ve parçası olarak bulunduğumuz dünyada kendimize bir yer edinmemizi sağlar. Kendi varlığımızı yaratmak ve başkalarına katılmak tam olarak böyle bir şeydir. Hikâyene sahip çıkmak bir umudun habercisi olarak diğer canlılarla uzlaşmanın kapılarını sonuna kadar aralar. Jean- Paul Sartre “Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.” der. Hayatı hikâye etme biçimimiz, kendimizi ve yaşamı anlama biçimimizi etkiler; bu da kendi davranışlarımıza ve yaşamın kendi gidişatına bireysel olarak etki etmemizi sağlar. Hikâyeler, yaşamı neyin içinde gördüğümüzü de şekillendirir. Ama yine de evren bizim sandığımızdan, ikna olduğumuzdan daha büyük bir bilinmezdir. 

​Bu koca bilinmezin içinde varlık gösterdiğimiz her an kendimiz için korunaklı olduğuna inandığımız küçük küçük evrenler kurarız. Bazen de elimizde olmadan içine doğarız / düşeriz. Aile, içine doğduğumuz; ev ise içine düştüğümüz en küçük evren. Yaşamı tanımaya, anlamlandırmaya ve onunla ilişki kurmaya ailemizden gördüklerimizle, bize gösterilen biçimiyle başlarız. Acının, mutluluğun, duyguların ve bulunduğumuz ailenin / evin dışına çıktığımız anda kuracağımız ilişkilere yüklediğimiz anlamların temeli burada başlar. Kendi kişisel hikâyemizi yazmak için yola koyulduğumuzda arkada bizi bekleyen bir evin olduğunu bilmek bize her zaman iyi gelir. Herkesin başını sokabileceği güvenli bir eve ihtiyacı vardır. En azından bu bilginin varlığına ihtiyacı vardır. Ve o evin içinde başka kaç kişi varsa o kadar bakış açısı, o kadar bilinmezlik ve o kadar sır vardır. Orada herkes için başka türlü bir varlık gösterme biçimi vardır. Yine bir araya gelindiğinde herkes birbirinin en güçlü kasını ve en zayıf duygusunu bilir. Birlikte ya da birbirimizden ayrı yazılan hikâyelerimizin uçları birbirlerine görünmez bağlarla her zaman bağlıdır. 

16 - 21 Eylül tarihlerinde gerçekleşen Ayvalık Uluslararası Film Festivali açılışını Joachim Trier’in dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’ne layık görülen Manevi Değer / Sentimental Value filmi ile yaptı. Joachim Trier’i senarist Eskil Vogt ile bir kez daha buluşturan Manevi Değer, bir ailenin bir arada kalmaya çalışma hikâyesini, kuşaktan kuşağa aktarılan yüzleşilmemiş travmalarını derin bir hassasiyetle anlatıyor. Nora (Renate Reinsve) ve Agnes (Inga Ibsdotter Lilleaas) annelerinin ölümünün ardından uzun süredir görüşmedikleri yönetmen babaları Gustav (Stellan skarsgård) ile tekrar bir araya gelirler. Oslo’daki aile evlerini yeni filmiyle ölümsüz hâle getirmek isteyen Gustav, yazdığı senaryonun başrolünü kızı Nora’ya teklif eder. Gustav, Nora’nın teklifi reddetmesi üzerine bir Hollywood yıldızı olan Rachel Kamp (Elle Fanning) ile anlaşır. Gustav, geçmişiyle hesaplaşmasını sanatın dönüştürücü gücü üzerinden kurmaya çalışırken, bir zamanlar bir arada kalabildikleri aile evlerini de işin içine katarak kızlarıyla iletişim kurmanın başka bir zeminini arar. Aile, hafıza, sanat ile iletişim kurma, geçmişin gölgesi gibi temaların iç içe geçtiği film, Oslo’daki aile evini fiziksel bir mekân olmanın ötesinde bir karakter olarak inşa eder. Ev; odaların içinde barındırdığı sırlarla ve o sırların gün yüzüne çıkma ihtimali ile babanın ve kızların yaşamlarında dokunmaya çekindikleri ama içine sürüklenmeye meylettikleri bir yer olarak varlığını her an hissettirir. Ev, bir yüzleşme zemini, belleğin kendini inşa ettiği, travmaların aktarıldığı, yüzleşmenin zorunlu hâle geldiği yer olarak filmin anlatısında önemli bir unsur hâline gelir. Joachim Trier, evi bir hatıra arşivi, travma mekânı, yüzleşme alanı ve sembolik karakter gibi yansıtır. Kamera dili, mekânın ayrıntıları ve o evin içerisinde yaratılan sessizlik anları, evi film için en güçlü metaforlardan biri hâline getirir. 

Karanlık yanımızla parçası olamadığımız bütünden ayrıl(a)mamızı, ayrış(a)mamızı ya da kop(a)mamızı her filminde sadelikle anlatan Joachim Trier, Manevi Değer filminde bunu bir ailenin hikâyesini merkezine alarak yapar. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan aile üyeleri birbirleri ile iletişim kurma konusunda çoğu zaman bocalar. Kolay kolay birbirlerinin hayatlarına dahil olamazlar. Gustav, Nora’yı hiçbir zaman tiyatro sahnesinde izlemez; Nora tiyatrodan ayrılıp sinemaya geçiş yapmak istemez; Agnes çocukken oynadığı babasının filminden sonra uzaklaşmıştır o dünyadan… Birlikte üretip, başka bir zeminde iletişim kurma istekleri neredeyse mümkün değildir. Pencerelerin önünden dışarıya doğru bakan, kendi evinin içinde ve dışarıda duran dünyada kendine yer edinmeye çalışan Trier karakterleri varlıklarını yine gösterir. Hüzünlerini kendi parçaları hâline getirmiş, geçmişlerine giden kapıyı hiçbir zaman kapamamış aile üyeleri için bir arada olmaları zor olsa da onlar için her zaman bir ihtimal vardır. Trier, diyalogların içerisinde duyguları yakalama konusunda her zamanki maharetini göstermeyi başarmış bu filmde de. Şehrin ve mekânların içinde karakterlerin yaşamlarında akıp giden zamanı, seyircisini karakterlerinin yanına koyarak hissettirmemeyi başarıyor. Trier, filmin görsel dünyasında yarattığı soğuk renklerle kurduğu yakınlaşma anlarında da gücünü sessiz ve derinden hissettiriyor. Oslo’da evlerden birinde yaşananlar üzerinden anlatılan bu hikâye; sanatın dönüştürücü gücüne, kendi kişisel hikâyemizi yazarken ailelerimizin yaşamımızda kapladığı alana, travmaların üzerimize yapışan yanlarına ve tüm bunlarla barışık bir yaşam sürme çabamıza dair etkisini usulca izleyicilerin üzerine bırakıyor…

Her Zaman Bir Yol Var Mıdır?

Varoluş hikâyemizde yer kaplayan onca şeyden en önemlileri, ailemiz ve onunla birlikte bir arada içinde durduğumuz ev. Her ne kadar tüm tanımlarla ve anlamlarla bu iki unsurun içinde tanışmış olsak da yaşam, insanı kendi izini yaratmaya meylettirir. Bu izi yaratırken yaşadığımız tıkanıklıkların ya da mücadele gücümüzün buradan geldiğini aklımızın bir köşesinde tutmamız gerekir. En güçlü ve en zayıf halkamız olan bu iki unsur her an bizimledir. Belki de bununla uyumlanabilmenin en iyi yolu, bunu kabullenmek ve kendince bir varoluş biçimi yaratırken kendini bunlardan sıyırabilmek…

0
602
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage