En korkunç kâbuslarımızın ve korkularımızın yansıtıldığı alternatif gelecek tahayyülleri distopik anlatılarda karşımıza çıkmaya devam ediyor. Geleceğe dair karanlık bir yorum olarak görülebilecek distopyalar, totaliter rejimlerin baskısı altında yaşayan insanların ya da çevresel etkenler nedeniyle kaosun hüküm sürmeye başladığı toplumların hikâyelerini anlatıyor. Bu hikâyeler toplumların gittiği yöne doğru karamsar bir portre çıkarırken aynı zamanda günümüzün politik, ekonomik ve sosyolojik meselelerine de ayna tutuyor.
Sinemada bilimkurgunun bir alt türü olarak konumlanan distopya filmlerinden belki de en ünlüsü George Orwell’in aynı adlı romanında uyarlanan 1984’tür (1984). Devlet dairelerinin birinde tarihi yeniden yazmakla görevlendirilen bir adamın kuralları yıkarak âşık olmasını ve sisteme başkaldırmasını anlatan film, her şeyi gören, her şeyi bilen devlet otoritesinin bir karşılığı olarak kullanılan Büyük Birader (Big Brother) kavramını da lügata katmıştır. Roman 1949 yılında yazılmasına rağmen Orwell’in geleceğe dair yaptığı tahminlerin ne kadar doğru olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Her an, her yerde verilerimizin kayıt altına alındığını, neredeyse her sokağı gözetleyen kameralarla sürekli takip edilebileceğimizi ya da sosyal medyada yazdıklarımızın devlet tarafından denetlendiğini düşündüğümüzde ‘özgürlük’ illüzyonuyla iktidar kuranların daha baskıcı ve denetleyici olduğuna şahit olmaya devam ediyoruz.
Totaliter rejim altında yaşayan toplumların portresini çıkaran distopyaların yanında insanlığın farklı nedenlerden felakate sürüklendiği (ve çoğu zaman kendi kendisini yok ettiği) anlatılar da bu alt tür içinde değerlendirilir. Örneğin Alfonso Cuaron’un 2006 tarihli Son Umut (Children of Men) filmi insanların bilinmeyen bir nedenden artık üreyemediği ve medeniyetin yavaş yavaş yok olduğu karanlık bir gelecek tasviri sunar. İnsanların üreyememesi aslında kendini savaşlarla yok eden insanlığın bir metaforudur ‘Son Umut’ta.
Terry Gilliam Distopyaları
Kült yönetmen Terry Gilliam, vizyona giren ‘Sıfır Teorisi filmiyle distopya üçlemesi adını verdiği üçlemeye son noktayı koydu. Sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri sayılan ve George Orwell’in 1984’ünün farklı bir yorumu olarak okunan ‘Brazil’ (1985) ile başlayan üçleme, Bruce Willis ve Brad Pitt’in başrollerde yer aldığı ‘12 Maymun’ (1995) ile devam etmişti. 80’ler ve 90’ların ardından 2010’larda gelen son film, Gilliam’a göre üçlemedeki diğer iki filmi tamamlayan bir özelliğe sahip.
Terry Gilliam, ‘Brazil’ ile kasvetli atmosferlere sahip olan distopya filmlerinden farklı olarak karanlık ama bir o kadar da renkli bir gelecek tasviri ortaya koymuştu. Fakat bu noktada filmin 1984 gibi ağır bir hikâyeye sahip olmadığını da belirtmek gerek. Brazil’in kara mizah soslu, hicivli hikâyesi filmi de anlatımsal olarak daha önceki distopyalardan farklı bir noktaya taşıyordu. Bürokrasi labirentleriyle örülü, sömürü üzerine kurulu endüstriyel toplumun kendisini deliye çevirdiğini söyleyen Gilliam’ın modern dünyaya olan tepkisi Brazil’de kendine has üslubuyla vücut buluyordu. Yönetmenin Monty Python efsanesinin arkasındaki isimlerden biri olduğunu düşündüğümüzde otoritenin insanları evlere ve ofislere hapsettiği, gündelik hayat içinde sürekli taciz ettiği düzenle bu şekilde alay etmesi çok da şaşırtıcı değildi.
Gilliam üçlemenin ikinci filminde Brazil’den daha farklı tonda bir filme imza attı. 12 Maymun, milyarlarca insanın bir virüs yüzünden ölmesinin ardından hayatta kalanların yeraltında yaşadığı bir gelecekte geçiyordu. Herkesin kendine ait bir hücrede yaşadığı 2035 yılında başlayan filmde James Cole virüsün yayılmaya başladığı 1997 yılının öncesine gönderiliyor ve virüsün yayılmasını engelleyerek insanlığı kurtarmaya çalışıyordu. Geçmiş ile gelecek, hayal ile gerçek arasında gidip gelen film, tüketim üzerine kurulu toplumu yok etmek isteyen gizli bir örgütün hikâyesini de anlatıyordu aynı zamanda. Gilliam, 12 Maymun’la aslında Brazil’i çekmesine neden olan çarpık düzenin onda bıraktığı rahatsızlığı başka bir şekilde dışavuruyordu. Hem yaşadığı 2035 yılında hem de gönderildiği 1997 yılında doktorların gözetimi altına alınan ve ‘deli’ olduğuna ikna edilen Cole’un gerçekleri ortaya çıkarma mücadelesini anlatan film, rasyonalite üzerine kurulu 20. yüzyıl zihniyetini de tartışmaya açıyordu. Gerçeklerin saklandığı, insanların gözlerinin kör edildiği bir dünyada kontrol edilmeye çalışılan, baskı altına alınan ‘deliliğin’ gerçeklere ulaşmak için bir yöntem olabileceğini gösteriyordu bize. Bu dünyanın gerçekleriyle diğer insanlar gibi bağ kuramayan ‘deliler’in de aslında tam olarak bu rasyonel aklın bir ürünü olduğunu ima ediyordu.
Teknofobik Bir Distopya
Yönetmen, üçlemesinin son filmi Sıfır Teorisi’nde yine karanlık ama renkli bir gelecek tasviri ortaya koyuyor. Gilliam, rengarenk duvarlarla örülü, her şeyin pespembe göründüğü, neon ışıklarıyla süslenmiş ‘sihirli’ ve renkli bir dünya resmediyor son filminde. Sıkıcı bir ofis işinde çalışan Qohen Leth’in yeteneklerini fark eden ‘Yönetim’ (şirketlerin dünyayı yönettiği gelecekteki tek ve mutlak güç) Leth’e sıfırın yüzde yüze eşit olduğunu öne süren, hayatın anlam(sızlığ)ını kanıtlayacak olan Sıfır Teorisi’ni çözmesi için özel bir görev veriyor. Terk edilmiş bir kilisede bilgisayarın başında devasa bir labirenti andıran formüller arasında dolaşan Leth yavaş yavaş dış dünyayla bağlantısını koparıyor. O esnada internet üzerinden erkeklerle beraber olan bir fahişeyle tanışan Leth, konsantrasyonunu kaybetmeye ve kadına âşık olmaya başlıyor. Gilliam’ın dijital teknolojinin gelişimiyle insanlar arasındaki iletişimin azaldığına dikkat çektiği film, teknolojik cihazlara bağımlı bir şekilde yaşayan günümüz toplumuna dair bir eleştiri yapıyor. Fakat filmin bu duruşunun oldukça naif ve nostaljik olduğunu söylemek gerek. Örneğin yönetmenin bir partide elinden akıllı telefonlarını bırakmayan gençleri göstermesi ya da cinselliğin artık sadece dijital ortamda yaşandığını ima etmesi Gilliam’ın bütün bu teknolojik gelişmelere dar bir çerçeveden baktığını gösteriyor. Sosyal medyanın ya da akıllı telefonların örgütlenmek için özgür bir ortam sağladığına şahit olduğumuz şu günlerde böyle bir teknofobik yaklaşımın ne kadar dikkate değer olduğu oldukça tartışmalı. Diğer yandan, Gilliam’ın ‘hayatın anlamı’ üzerine kurduğu oldukça iddialı filminde her şeyi ‘aşk’a ve tensel temasa bağladığı romantik söyleminin zamanın ruhunu yakalayamadığını da belirtmek gerek.
Brazil ve 12 Maymun ile geleceğe dair yarattığı karamsar portrelerde dünyanın gittiği yöne doğru etkileyici tespitlerde bulunan, son filminde insanların teknolojik cihazlara olan bağımlılıklarıyla toplumdan kendilerini soyutladıklarını iddia eden Gilliam diğer iki filminin aksine oldukça demode bir söylem üretiyor. Diğer yandan Sıfır Teorisi’nde yaratılan karamsarlığın aslında gerçek olmadığına şahit olduğumuz şu zamanlarda geleceğimizin bir distopyaya dönüşmeyebileceğine dair bir umudun var olduğunu bilmek hikâyelerde karşımıza çıkan kehanetlerin her zaman doğru olmadığını da bize gösteriyor. Distopyanın bir ütopyaya dönüşememesinin önündeki tek engelin kendimizden başka bir şey olmadığını hatırlatıyor.