Claire Keegan’ın ülkesinin toplumsal ve siyasi geçmişine, sıradan insanların hikâyelerine “küçük şeyler” üzerinden ayna tuttuğu romanı Böyle Küçük Şeyler, Umay Öze’nin çevirisiyle Jaguar Kitap’tan çıktı.
Bill Furlong, babasının kim olduğunu bilmeden büyüyen, karısıyla birlikte beş kızını borç harca batmadan okutup büyütmeye çalışan bir odun ve kömür tüccarıdır. Hayatın ağır yükü altında zaman zaman ezilse de Bill etrafında gördüğü meseleleri içten içe dert edinir. O yılın Noel’i yaklaşırken de kafalarını kaldıracak vakitleri yoktur; fakat Bill bir sabah manastıra siparişleri götürdüğünde, kömürlüğe kapatılmış bir genç kıza rastlar. Bu karşılaşma sadece ikisinin değil, belki de tüm kasaba halkının kaderini değiştirecektir.
“O aralık ayı, kargaların ayıydı. İnsanlar bunlar gibisini hiç görmemişlerdi, kasabanın semalarında kara yığınlar halinde toplaşıyor, sonra inip sokaklarda yürüyor, başlarını kaldırıyor ve ardından artık hangi gözetleme direği hoşlarına gittiyse onun tepesine küstahça tüneyip yollar boyunca ölü ne varsa leşine çöküyor, yenebilir görünen her şeyin üstüne haydutça dalıyor, gece inince de manastır çevresindeki devasa yaşlı ağaçlara tünüyorlardı.
Manastır, ardına kadar açık kara kapıları ve kasabaya bakan birçok uzun, ışıltılı penceresiyle, nehrin öte yakasındaki tepede hayli heybetli görünüyordu. Biçilmiş çimleri, muntazaman serpilen sıralı süs çalıları, dörtgen şeklinde kesilmiş uzun çalı çitleriyle ön bahçe yıl boyu derli toplu tutuluyordu. Zaman zaman açık havada küçük ateşler yakılıyor, bu ateşten yükselen tuhaf, yeşilimsi duman rüzgârın hangi yönde estiğine bağlı olarak ya nehri aşıp kasaba boyunca taşınıyor ya da Waterford yönünde yitip gidiyordu. Artık havalar kuru ayaza dönmüştü ve insanlar, manastırın sunduğu manzaraya dair yorumlarda bulunuyor, porsuk ağaçları ve her dem taze ağaçların ayazda handiyse tozlaşarak âdeta bir Noel kartpostalı hüviyetine büründüğünden, kuşların nedendir bilinmez çobanpüskülü çalılarındaki tek yemişe dahi dokunmadıklarından, bunu manastırın ihtiyar bahçıvanının ağzından bizzat duyduklarından dem vuruyorlardı.”