18 EKİM, SALI, 2016

"Öykü Çoğu Çocuk İçin Hüzün Demekti"

Sevim Ak, 1985 yılından bu yana çocuklar için öyküler, romanlar yazıyor. Türk ve Dünya Çocuk Yazını’nda özgün bir kalem olarak ışıldayan ve 2009 Astrid Lindgren, 2012 Hans Christian Andersen ödülleri Türkiye adayı olan Sevim Ak ile yazarlık coğrafyası ve kitapları üzerinde söyleştik. 

Sevgili Ak, Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği Fakültesi mezunusunuz. Neden yazarlık; özellikle Çocuk ve Gençlik yazını? 

Teknik eğitim görürken edebiyatın hayatımdaki eksikliğini çok yoğun hissettim. Üniversite ve sonrası yıllarda kendimi edebiyat okumalarına vermiştim. Ardışık yaptığım okumalar günün birinde ben de yazabilirim duygusu oluşturdu. Yazdığım küçük öykülerin ana karakterleri hep çocuktu. Nedenini kendi çocukluğumda buldum. Sokaklarda, kalabalık mekânlarda geçen, çok kültürlü, özgür çocukluk yıllarımdan pek çok ayrıntı ve karakter özellikleri yazdığım metinlere kolayca sızıyordu. Ben de o çocuğu yok etmek yerine yaşatmaya karar verdim ve çocuk edebiyatıyla ilgilenmeye başladım. 

Yazarlığınız yanında sosyal projelerde de görüyoruz sizi. 2000 - 2007 yılları arasında ODTÜ’nin İLKYAR VAKFI ile Doğu ve Güneydoğu’daki 160 yatılı bölge okulu ve 30 köy okulunda çocuklarla öykü, okuma ve yazma etkinliklerinde bulundunuz. Bu çalışmaların sonuçları Fransa’da Lignes D’ecritures’in çeşitli sayılarında yayımlandığını; dahası bu etkinlikler süresince yaşadığınız anı ve izlenimlerinizi Güneşin Çocukları adlı kitapta topladığınızı biliyorum. Sanırım son yıllarda moda olan “Yaratıcı Yazma Atölye” çalışmalarını siz gönüllü olarak çok erken yıllarda yaşama geçirdiniz. Neler yaşadınız sahi o yıllarda?.. Özellikle çocuklarla yürüttüğünüz yaratıcı yazma deneyimlerinizi bizimle paylaşır mısın? 

Köy çocuklarına öykülerimden okuyup konuşurduk. Öyküler bir iletişim aracıydı, onların dünyasının kapılarını bana araladı. Meraklı çocuklarla gerçekleştireceğim yazma denemeleri için birçok materyalle yola çıkardım. Biri işlemezse ötekine geçerim düşüncesiyle sessiz kitaplar, resimleri, seçilmiş paragraflar, İç Kalpakçı Çıkmazı Yıldız Moran, Salgado, H. Cartier Bresson fotoğrafları... vs. yüklenirdim. Öykü çoğu çocuk için hüzün demekti. Mutlu anların öyküsü yazılmazdı hatta. Ölüm, acı, yoksulluk, kayıp, şehit... sıklıkla öykülerde yer alırdı. Masanın başına oturunca yarım saate bir öykü yazarak kalkacaklarını hayal ediyorlardı ama konuyu, karakterleri, dili detaylıca düşünürken zaman su gibi akıp gidiyordu. Her şeyden kopup öykünün dünyasında dolanmak keyifli geliyordu. Kimi çocuk yazmaktan kendini alamıyor, mektuplarla yazılarının devamını gönderiyorlardı. Kahramanlar çoğunlukla fakir ya da mağdur oluyor, piyango, yardımsever zengin, miras... nedenleriyle mutlu sona ulaşıyorlardı. Hayal güçlerini kendi yaşamlarıyla sınırlandırıyorlardı. Otoriteye mutlak itaat gösteriyorlardı. Yörelerinde anlatılan masallardan, batıl inançlardan etkileniyor, metinlere yansıtıyorlardı. 

Yıllar önce, iki binli yılların başlarında hemen hemen bütün kitaplarınızı okumuştum. O dönem kitaplarınızda da yaşama çocukların gözlükleri ile bakarak, çocuğun kendine özgü gerçekliğinde var olan; özdeği kımıltılı her nesnenin, olgunun, oluşumun algılanış biçimlerini; yetişkinler gerçekliği ile çatışmalarını, sevinçlerini, mutluluklarını, sevilerini, düş kırıklıklarını, üzünçlerini, dünyayı yeniden yaratma özlemlerini, varsıl imgelemlerini, kendi ucu açık imgelemlerine eklemleyerek yarattığın kitaplarının iç evreninde; kurgularınla, kahramanlarınla özdeşleşerek nice coşumlu okumalarla gezinmiştim. Yazma serüvenin daha nice güzel kitaplarla sürdü ve çoğalarak sürüyor şimdi de... Yanılmıyorsam 34 oldu yayımlanan kitaplarınızın sayısı. Okurlarından aldığın dönütler, bir geri dönüşüm olarak sende yeniden varsıllaşarak çoğalıyor olmalı. Bunun dışında nelerle besleniyorsun sevgili Ak? 

Anadolu yolculuklarım bana büyük kentlerin dışındaki çocuklarla tanışma şansı verdi. Birlikte çalıştığım çocukların sorunlarına dair pek çok şey yazdıklarıma sızdı. Gece işemesi, engellilik, parçalanmış aile sorunları, kayıp çocuklar, mayın sakatlanmaları... vs. Günlük olayları gazetelerden izlerim. İlginç gelen gazete küpürlerini keser saklarım. Üçüncü sayfa haberlerinden, teknolojik buluşlara kadar değişik konularda. Toplumsal değişimlerin çocuk dünyasına yansımalarıyla (teknolojik bağımlılık, tüketim, korku kültürü, savaşlar- mülteci sorunu...) ilgiliyim. Bazen okuduğum bir roman ya da izlediğim bir film yazdığım metnin akışını değiştirebilir. Gezdiğim sergideki resim bir sahneyi başka türlü görmeme neden olur. Yazarken bir yandan şehrin kültürel hayatına kapılırım, yazdığım konuya yönelik teorik okumalar yaparım. Kafamdaki soruları giderene kadar okuma ve arayışlarımı sürdürürüm. 

©Nazlı Erdemirel

Kitaplarınızda bir “cameo görüntü” gibi hep varlığınız duyumsanıyor satırlar arasında. Bir ekslibris ya da bir imza gibi. Her kitabınız okuru şaşırtan biçim ve biçemde ayrı bir konuyu izleği içerse de okurda bireysel ve toplumsal farkındalık yaratan, yazınsallığın üst sınırında bir tasarımla ve ironinin en inceltilmiş hınzırlığı ile merak öğesinin kurgu boyunca diri tutan yapısallıkta olduğunu içtenlikle teslim etmem gerekiyor. Bu özelliğinizi ağırlıklı olarak Lodos Yolcuları’nda ayırt etmiştim ilkin. Toplum ve birey yaşamı ile toplumsal karşıtlıkların harmanlanarak okuru şaşırtmak, dolayısıyla okurda eleştirel düşünme kapılarının ardına kadar açılması edimi sanki yaptığınız. Yazar olarak derdiniz nedir sevgili Ak? 

Hayatı ciddiye alan ve sorgulayan bir insanım. İçinde bulunduğumuz toplumun sorunlarını irdelerken duygusal iniş çıkışlar yaşıyorum, sorular soruyorum, yanıtlar arıyorum. Kitaplarımı yazarken olayı ve sorunları okurla birlikte düşünmeyi amaçlıyorum. O yüzden metnin arka planının ve iç dengesinin sağlam olmasına ihtiyaç duyarım. Daraldığım noktaları mizahla yumuşatır ve metne sorular serpiştiririm. Okurun kendiyle, anlatıcıyla, yazarla tartışması için bir zemin oluşturmak isterim. Metinlerim beni ve düşünme biçimini çağrıştırır, karakterler benden izler taşır. 

Bu günlerde bir kitabınız üzerinde derin okumalar yaptım. Saçlarında Soru İşaretleri... Oldum olası zekice tasarlanmış polisiye romanları çok severim. Kitabınız da bir bakıma böyle bir tür. Ancak, biçeminiz okuru bambaşka bir boyuta sürükleyecek yapıda. İki bölümden oluşan metin, yapısallığı ile anlambilimin, dahası göstergebilimin büyütecini üzerine de çekecek eğretilemelerle dolu. Kurgu deseniz, karlı bir yolda yürüyen bir okurun önünde hiç izler görmediği, göremeyeceği özgünlükte. Algıladığım kadarıyla; anlatıcı kahramanız sizinle özdeşlik kuran bir karakterde. Bu gazeteci kahraman, kaybolan bir çocuğun (Mert-10 yaşında) aile ve mahallelesinin bireyleri çevresinde iz sürüyor. Her bireyin iç konuşmaları yazarını -diğer bir deyişle sizi- bin bir kimliğe büründüren şaşırtıcı bir eşduyumla anlatılıyor. Soluk soluğa kitabı bitirdiğinde hızla birinci bölümün sonuna bakmayı gereksenebilir okur. Çünkü gazeteci anlatıcı, genellikle olayın çözümünü ipuçlarıyla anlatan polisiye romanlarından ayrımlı olarak bir çözüme varıyor. Popüler kültürün göz boyayıcı algı gücünü kıran, insana ve topluma değgin ne kadar karşıtlık ve kaotik olgu varsa hiç de sloganlaştırmaya başvurmadan kategorize eden, okuru bir bakıma eleştirel düşüncelerin kapılarını ardına kadar açmaya yönelten bir çağrıya dönüşüyor kitap bütünlüğünde yaratılan bireşimsel imge. Burada daha da şaşırtıcı olan, yazarın yarattığı gazeteci kahramanın etkisinde kalması ve daha ötesinde gazetecinin de izini sürdüğü Mert’e dönüşmesi... Sevgili Sevim, çok merak ediyorum bu kitabınızla ilgili ne gibi dönütler aldınız; okurlarınızdan ve kitap eleştirmenlerinden? Bu kitabı yazmaya sizi ne yöneltti?

Kayseri’de bayramlaşmaya çıkan çocuklar kaybolduğunda bu kitabı yazmaya başladım. Günler sonra trajik son haber geldiğinde kurguyu tamamen değiştirdim. Geçirdiği ateşli hastalık sonunda beynindeki korku merkezi zedelenen korkusuz bir çocuk karakter üzerinden güvenlik konusunda yaşadığımız paranoyayı, korkularımızı üreten dinamikleri, kuşatılmışlığımızı düşünür oldum. Annesinin korumacı tavrıyla evde neredeyse hapis hayatı süren Mert bir fırsatını bulduğunda evden çıkar, izi bulunmaz. O zamana kadar aynı evde yan yana duran ve aslında birbirini hiç görmeyen aile bireyleri şiddetli bir sorgulama, empati ve değişim sürecine girerler. Kayıp haberini televizyonda veren başarısızlık, sevilmeme... vs. korkularıyla boğuşan muhabir de bu olay üstünden kendi varlığını ve hayatının anlamını tartışır. Hatta metin öyle bir hal alır ki muhabir de okur da Mert’in yerinde bulur kendini. Bu kitabı bir özgürleşme öyküsü olarak görürüm. Kayıp çocuğun kadar mülteci kadının, muhabirin, anne ve babanın, okurun... Daha adaletli bir dünya için dayanışan küçük bir grupla yürüyen Mert ve Suso’nun kendi güvenli alanımızın sınırlarını korumayı yaşamak saydığımız bugünümüze bir karşı çıkış sergilediğini de düşünüyorum. Bu kitabı olayların izini sürerek soluk soluğa okuyan çocuklar da var, satırlarda kendi yaşantılarından izler bularak altını çize çize okuyan yetişkinler de. 

©Nazlı Erdemirel

Söyleşimi beni etkileyen başka bir yanınızla sonlandırayım. Kadıköy Kızıltoprak’taki evinizi çocuklara açtığınızı, orada okuma etkinlikleri yaptığınızı biliyorum. Ev Kütüphanemiz adını verdiğiniz bu oluşum nasıl gidiyor? 

Anne babamızın son on yılını geçirdiği evi kardeşim Behiç Ak’la beraber çocuk-gençlik kütüphanemize dönüştürdük. Adı Ev Kütüphanemiz! Haftanın belirli günleri çocuklara açıyoruz. Çocuklar kısa kitapları orada okuyor, isterse ödünç alıyor ve günün aktivitesine katılıyor. Ayda bir kitap tartışması düzenliyoruz. Seçilen kitabı okuyan çocuklar iki saate yakın o kitap üstünde konuşuyorlar. Yazar, çizer, drama eğitmeni, ressam, müzisyen, masal anlatıcısı arkadaşlarımız seve seve aktivitelere katılıyorlar. Çocukların kitapla kurduğu iletişimi izlemek, onları daha yakından tanımak için bir fırsat yaratmış olduk böylece. Dilerim örnek olur, mahalle kütüphaneleri yaygınlaşır. 

0
6910
0
Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage