16 HAZİRAN, CUMA, 2023

“Kurmacanın Gönlünü İncitmemekten Yanayım”

Merve Yakut ile her biri tutkulu ve toplumla ters düşmek pahasına arzusunun peşinden giden karakterlerin hikâyelerini anlatan öykülerinden oluşan kitabı Caravaggio Kırmızısı üzerine sohbet ettik. 

“Kurmacanın Gönlünü İncitmemekten Yanayım”

Öncelikle yeni kitabın Caravaggio Kırmızısı için kutlarım. İlk romanın Godard Makinesi'nin ardından dört yıl sonra bu kez öykülerini okuyoruz. “İlk roman”dan ikinci kitaba nasıl bir dönem geçirdin? Seni hikâyeye götüren ne oldu?

Sevgili Ali, teşekkür ederim. İlk romanım Godard Makinesi'nden önce öyküler yazıyordum. Romanı oluşturma sürecimde de öyküler yazdım. Bu öykülerin bazıları çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlandı. Bazılarının demlenmesini bekledim. Misal, Caravaggio Kırmızısı'nın son öyküsü olan “Kötülüklerin En Büyüğü Sığlıktır”, yıllarca demlenmiş bir öykü. İlk kez bu kitapta yayımlanıyor. “Ölüyor muyum”? ve “Malum Harfi Hiç Kullanmadan” da öyle.

​Türlere dair tutucu düşünen bir yazar değilim. “Salt öykücü olacağım” ya da “salt romancı olacağım, romandan başka bir şey yazmayacağım” demem. Çünkü bir metni “öykü” ya da “roman” yapan şey, hikâyenin nereye kadar ve nasıl gitmek istediğiyle ilgilidir. Yazarlar olarak, biz buna karar vermiyoruz bence. Karakterler ve olaylar, bazen de mekânlar bunu belirliyor. Godard Makinesi'nde anlatmak istediklerim öykünün sınırlarını aşıyordu. Bu nedenle Godard Makinesi'nin biçimine romanımın anlatıcısı Cemşit Somel karar verdi.

Senin de söylediğin gibi kitapta bulunan öykülerin bazıları kimi dergilerde yayımlanmıştı. Gelgelelim bir dosya hâline, kitaba dönüştürmek başka bir uğraş. Hem romanı hem de öykü kitabı yayımlanmış bir yazar olarak en yakın hissettiğin tür hangisi; roman, öykü ya da kurmacanın henüz yayımlamadığın başka bir türü mü?

Bu sorunun yanıtını üstte belirttim aslında. Tekrar vurgulamak istersem: Ben kurmacaya âşık bir yazarım. Öykü, roman ya da novella... Bu türlerin hepsine yakınım. Fakat günümüzde pek meşhur olan otokurmacaya, diğer deyişle özkurmacaya yakın değilim. “Kendini anlatmak” bana bir tür kolaycılık gibi geliyor. Kurmacanın gönlünü incitmemekten yanayım.

Tanıdığım öykücüler arasında sıklıkla bahsi geçen bir şey var ki, o da yaşadığını yazmak ya da sözgelimi kurarak yazmak meselesi. Hemingway, Steinbeck ya da Bukowski gibi yazarlar deyim yerindeyse deneyimi kurmaca estetiğinin tepesine koymuş kişiler. Diğer yandan kurmaca retoriğini salt kurgu içinde çözen ve bunu yaparken de kavramın içinden konuşan öykücüler de var. Caravaggio Kırmızısı’nda işlenen konular hem bireysel anlamda yaşama kültürünün hem de toplumun sinir uçlarına dokunacak çatışmalar barındırıyor. Öykü kurarken gittiğin yolda mesele edindiğin konularla kişisel olarak aralıksız bir uğraş içinde misin, yoksa bunlar senin için birer deney mi?

Senin yeni sorularına hep bir önceki soruda yanıt veriyorum. (Gülümseme.) “Yaşadığını yazmak” benim tercihim değil. Bilakis, yaşamadıklarımı yazmak bana daha çekici geliyor. Yazdığım metinlerde anlatıcının cinsiyetini pek çok defa “erkek” olarak belirleyişi de belki bu yüzden. Erkek olmadığım hâlde bir erkeği anlatabilirim. 82 yaşında olmadığım hâlde 82 yaşındaki bir insanın hissettiklerini anlayabilirim, anlatabilirim. Bir kedi değilim fakat bir kedinin nasıl düşündüğü üzerine kafa yorabilirim, okuru bir kedinin böyle düşündüğüne ikna edebilirim. Bir erkek tarafından hiç aldatılmadım fakat ihanete uğramış bir kadını uzun uzun yazabilirim. Bunlar iddialı sözler, kabul ediyorum. Bu iddiamda da iddialıyım. Caravaggio Kırmızısı'nı ithaf ettiğim sevgili arkadaşım Çağnam Erkmen'in dediği gibi, “yazarlık en başta iddialı olmakla başlıyor”. Çağnam'a bütünüyle katılıyorum. Bir de, son cümlende değindiğin konuya şöyle yanıt vereyim: Evet, mesele edindiğim belirli konular var. Yazdıklarımı okuyanlar, bu meseleleri hem romanımda hem öykülerimde apaçık görürler. Bu meselelerin neler olduğu konusunu burada açık etmek yerine, bunları çözmeyi/görmeyi yine okurun gözlemine bırakmak isterim.

Merve Yakut

İlk kitabın Godard Makinesi’ndeki kahramanları sinemasal bir evrende izler gibi okumuştum. Caravaggio Kırmızısı’daki öykülerin de pek çoğunda aynı sinema estetiğinden yararlandığını düşünüyorum. “Yedinci sanat” senin yazınında nasıl bir öneme sahip?

Sinemayı edebiyatla buluşturma fikri, 2014 yılında aklıma gelmişti ve Godard Makinesi'ni bu arzuyla, büyük bir iştahla yazmıştım. Romanımı farklı kılan, onun sinemadan çokça beslenmesiydi. Doğru bir tespit yapmışsın; sinemayı çok seven bir yazar olarak, öykülerimde de sinemadan kopamadım. Hulki Aktunç'un “Bir Yer Göstericinin Hayatı” adlı öyküsünden esinlenerek “Yeryüzündeki Son Sinema” adlı öykümü yazdım; karakterlerden birine Hulki adını vermem boşuna değildi elbette. “Atlas ve Lale” adlı öyküm de bir sinema salonunda geçiyor. Sinemaya yazınımda yer vermekten bundan sonra da vazgeçeceğimi sanmıyorum. Bu bir nevi üslubum oldu, âdeta imzam gibi.

Bir film senaryosu yazmayı düşündün mü hiç? Yoksa bir edebiyatçı olarak yarattığın eserlerinin başka bir el tarafından film yapılmasını mı tercih ederdin?

Senaryo yazmak, bilhassa Godard Makinesi'ni filme uyarlamak hep düşündüğüm bir konu. Beri yandan, senaristlerin tekliflerine de açığım. Ortak çalışmayla daha verimli işler çıkarılabilir ortaya. Caravaggio Kırmızısı'ndaki öykülerimden en çok hangilerini senaryolaştırmak isterim, diye düşündüm şimdi. “Kusursuz Bir Yüz”, “Aşırı Sıcak Bir Yaz Gecesinde”, “Riya Çiçekleri”, “La Femme de Chambre”, “Suda Dört Kadın”, “Geceyaşayan”... Aklıma ilk gelenler. Fakat bence kitabımdaki her öykü filme uyarlanmaya müsait.

Kitabın girişinde yer verdiğin bir epigraftan hareketle sormak isterim: “Bir ahlâk bozucusunun ününe kavuşmak” istiyor musun? Bu senin için tam olarak ne anlama geliyor?

Çok sevdiğim Gustave Flaubert'in çok sevdiğim bir sözü bu. Evet, kesinlikle “bir ahlâk bozucusunun ününe kavuşmak” istiyorum. Kötülüğü ve aşırılıkları yazmak, insanın zaaflarını, kusurlarını, ahlâksızlarını anlatmak ve bu biçimde “ahlâk bozucusu” olarak anılmak bana kıvanç verir. Flaubert, Madame Bovary adlı romanı müstehcenlik nedeniyle yargılandığında “Madame Bovary, c'est moi! (Madame Bovary benim!)” demişti. Bu söz, çok derin bir gerçekliği ifade ediyor: Her şey ve herkes yazılmalıdır ve yazılanlar biziz! Ahlaki çelişkiler, çöküntüler, ikilemler ve evet, müstehcenlik de hepimizin içinde vardır, kurmacada anlatılmalıdır. Ahmet Altan şöyle yazmıştı: "Her orospunun içinde bir azize, her azizenin içinde bir orospu vardır." Bu ve benzeri gerçekliklerin üzerine eğilmemek, bunları görmezden gelmek, deyim yerindeyse başını kuma gömmek, bir yazarın asla tercih etmemesi gereken bir tutum bana kalırsa. Çünkü insan ruhu zaaflarla dolu. Ruhumuz siyah ya da beyaz değil, gri.  Caravaggio Kırmızısı'nın kitap kapağı renginin gri olmasını ben istedim, tam da ruhumuzun griliğini imlemesi nedeniyle.

Ahlâk bahsiyle beraber “kötülük problemi” de kitaptaki hemen her öyküde farklı yönleriyle ele alınıyor. Öyküleri okuduktan sonra yeniden göz atma ihtiyacı hissettiğim Bataille’ın Edebiyat ve Kötülük’teki yazılarından birinde yer alan, senin de sevdiğin yazarlardan biri olduğunu bildiğim Sartre’ın öne sürdüğü şu konuyu tartışalım: Kötülük’ün koşulsuz bir özgürlük için olmazsa olmaz mefhumlardan biri olduğunu düşünüyor musun?

“Koşulsuz bir özgürlük” var mıdır, öncelikle bunu tartışabiliriz. Fikrimce hiçbir zaman tam anlamıyla özgür olamayız, çünkü mücadele ettiklerimiz bunun önüne geçer. Burada, Melville'in anıtsal romanı Moby Dick’i anmak isterim. Moby Dick’te Kaptan Ahab, geminin kaptanı olarak, sınırsız bir özgürlüğe sahipmiş gibi görünür. İstediğini yapmakta, dilediği emri vermekte özgürdür. Fakat Kaptan Ahab için “sınırsız bir özgürlüğe sahip” diyebilir miyiz? Kuşkusuz hayır. Ahab'ın mücadele ettiği balina Moby Dick, onun özgürlüğünü kısıtlar. Ahab'ın ruhu intikam arzusuyla, diğer deyişle, “kötülükle” doludur. Dolayısıyla koşulsuz bir özgürlük için kötülük “olmazsa olmaz bir mefhum”dan ziyade, bir engeldir bence.  

Bataille “kötülü[ğün] istenmeyeni istemek, iyili[ğin] ise -kendini, derin iradenin nesnesi ve sonu olarak tanımladığı için- isteneni de istememek” olduğunu öne sürüyor.* Buradan hareketle iki öykünü bahse açmak istiyorum: “Zürafa Sokak'ın Düşkünü”de dinibütün(?) bir gencin bir günah  (ya da birtakım günahlar) ile mücadelesini okuyoruz. “Kusursuz Bir Yüz”de ise yok etme arzusu ve öldürme dürtüsü analojisini hem sadik hem de çağrışımsal bir yerden kuruyorsun. Sana göre günah veya gizlenmiş olan aşırılık insana ne katar?

Günah ya da gizlenmiş aşırılık, bir başkaldırıdır her şeyden önce. İman eden meleklerin içinde sonradan “şeytan” olarak adlandırılacak meleğin varlığı benim hep ilgimi çekmiştir. Şeytanı neden “kötü” bilirler? Özgür iradesiyle bir şeyi yapmamayı tercih ettiği için. Şu durumda, kendisine söylenene veya dayatılana boyun eğenler “iyi” olarak tanımlanıyor diyebilir miyiz? Şeytanın yolundan gidenler “kötü”, “deli”, “cadı” gibi yaftalamalarla dışlanmıştır hep. Oysa esas kötüler, “iyilik” kisvesi altında kötülük yapanlardır. Berkin Elvan'ı meydanlarda yuhalatmak kötüdür, oysa bunu yapan zat, iyi bir şey yaptığını iddia ederek girişir bu kötülüğe. “Teröristlere yuhalamalı; onları öldürmeliyiz. Bizden olmayan herkes teröristtir” der bu zat; bunu vatan sevgisiyle yaptığını haykırır. Burada saygı duyacağımız bir başkaldırı, bir özgürlük mücadelesi göremeyiz. Masumların ölümünü istemek, şeytanın dahi kabul edemeyeceği, istemeyeceği bir kötülük türü.

​“Zürafa Sokak'ın Düşkünü”ndeki genç, günah ile arzu arasında sıkışıyor. “Kusursuz Bir Yüz”deki karakter ise öldürme arzusu içinde. Her iki “günah” ve “arzu” da karakterleri “arızaya”, bir tür bozulmaya, çöküşe götürüyor. Çünkü “Zürafa Sokak'ın Düşkünü”nde yazdığım gibi, “Arzu, arıza demek.” 

Kitaptaki pek çok öyküde kullandığın epigraflar dikkat çekiyor. Kimileri için alıntı/epigraf, anlatıyı güçlendiren, bağlamı daha görünür hâle getiren bir malzeme; kimi sanatçılar ise sanat yolculuklarında onlara eşlik eden diğer sanatçıları kendi eserlerinde bir tür “iade-i itibar” ederek anarlar. Sen kendini bunlardan hangisi olarak görürsün?

Her iki gaye için de epigraflar iyi ki var. Sevdiğim yazarlara "iade-i itibar" etme ve selam gönderme arzusu bende daha ağır basıyor ama.

Edebiyat dünyası (ya da edebiyat ortamı) bir süredir, sosyal medyanın da teşvik ettiği bir tür linç kültürüne alet oluyor. “Geceyaşan” ve “Kötülüklerin En Büyüğü Sığlıktır” öykülerinde bu konulara değiniyorsun. Buradan hareketle linç/ifşa kültürüyle ilgili neler söylemek istersin? Edebiyatçıların/sanatçıların haklı yahut haksız yere toplum önünde zaman zaman cezalandırılması/dışlanması sana ne hissettiriyor?

Malum, internet öncesi dönemlerde bir yazarı linç ve/veya ifşa etmek bu denli kolay değildi. Yazarlar daha iyi gizlenebiliyordu. Artık gizlenmek epeyce zor, hatta imkânsız. Ben de geçmişte, yazdığım bir tweet nedeniyle linç kültüründen nasibimi almıştım. Sanıyorum yedi sekiz yıl önce, romanımı fena bir dağınıklığın arasında yazdığımdan söz ederken, yazı masamın üzerinde iç çamaşırımı bulduğumu ifade ettiğim bir tweet paylaşmıştım. Humour'u severim. O gün, pek çok kişi beni hedef gösterdi. Hakaretler, küfürler... Korkunç bir akıl tutulması. Bu ülkede bir kadının iç çamaşırından bahis açması, hatta regl olduğunu dile getirmesi kimileri tarafından cezalandırılması gereken bir “ahlâksızlık”. Bu ahlâk bekçiliğini son derece zararlı buluyorum. Bir erkek aynı şeyi yazsa böyle bir linç girişimiyle karşılaşmazdı. Fakat salt kadın olduğum için, bu ifadeyi kullanmam beni hedef gösterilmesi -tabiri caizse kazığa bağlanılıp yakılması- gereken bir cadıya dönüştürüyor. Toplumumuzdaki eril tahakkümün zehirlerinden biri. Hâlâ Ortaçağ'dayız biz. Bu ülkenin kadınları olarak hâlâ cadıyız. Yakıldıkça küllerinden doğan cadılarız, diyeyim. Çünkü bu tür tahakkümler bizi ezmez, tam tersine güçlendirir.

Caravaggio Kırmızısı, biz bu söyleşiyi yapmadan birkaç hafta önce raflardaki yerini aldı. Belki sıcağı sıcağına olacak ama yine de sormak isterim bir sonraki kitabını; kurmacanın hangi türünde devam edeceksin? Bir sonraki kitabın bir romanı mı yoksa ikinci bir öykü kitabı mı olacak?

Üç yıldır yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Ne zaman biter, bilmiyorum. Bunun yanı sıra bir deneme kitabı hazırlıyorum. Defterlerime yazdığım fakat henüz Word dosyasına aktarmadığım, günce-denemeler bunlar. Romandan önce bu dosyayı tamamlamam daha olası görünüyor.

Güzel soruların için içtenlikle teşekkür ederim.

*Edebiyat ve Kötülük, Bataille. “Baudelaire” bölümünden, sf. 30
Tasarımda kullanılan illüstrasyonlar Rosie McGuinness'a aittir. 

0
4405
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage