17 OCAK, PAZAR, 2016

Kendi Çocukluğunun Başını Okşayan Adam, Murathan...

Otobiyografik özellikler taşıyan Paranın Cinleri’nin ardından Mungan, 18 yıl sonra, bu defa çocukluk yıllarını anlatıyor. Metis Yayınları tarafından yayımlanan Harita Metod Defteri, yazarın çocukluk yaralarından kurtulmasında etkili bir yol olmuş...

Kendi Çocukluğunun Başını Okşayan Adam, Murathan...

Bir Ortaçağ portresinin karşısında olduğunuzu hayal edin. Tablodaki yüzde gördüğünüz acı, keder ne kadar derinse, resmedilen kişinin iç dünyasına, geri planda sakladıklarına bakma ihtiyacı da o kadar az olacaktır. Oysa duygularını tam anlamıyla ele vermeyen resimlerde durum biraz farklıdır. O yüzü tamamlamak için üzüntüsüyle, sevinciyle bir hikayeye ihtiyaç duyarız. Murathan Mungan’ın geçtiğimiz ay Metis Yayınları tarafından yayımlanan Harita Metod Defteri’ni de bu gözle okuyabilirsiniz; görünenin ardındakiler için... Otobiyografik özellikler taşıyan Paranın Cinleri’nin ardından Mungan, 18 yıl sonra, bu defa çocukluk yıllarını anlatıyor.

Tarih kokan eski sokaklar, gaz lambasının ışığında geçirilen akşamlar, uzaklardan gelen oyuncaklar. Meraklı bir çocuğun dünyasını dolduracak, her gününü birbirinden ayrı kılacak zengin bir çocukluk geçiriyor Mungan. Üstelik ailede çok da seviliyor. Ama hiçbir şey dışarıdan göründüğü kadar kusursuz değil. Söz gelimi, 400 sayfalık kitabın da belki en trajik sahnesi saydığım, annesiyle bir misafir gibi tanıştığı o gün... Kısaca anlatayım. Murathan’ı, dünyaya Muazzez getiriyor. Ama Muazzez şizofreni hastası. Doğumdan sonra kocası İsmail’le ayrılıyorlar ve İstanbul’da annesi ile ablasının yanına yerleşiyor. Hastalığı o dönem iyice artıyor. Üç kadın bir başlarına, hem hastalıkla hem de çocukla zorlanıyorlar ve arayıp babaya, Murathan’ı almasını söylüyorlar. Daha bir yaşında ya var ya yok. Avukatlık yapan İsmail Mungan o sıra Muazzez’den ayrılmadan önce tanıştığı Habibe’yle evli. Habibe, yani Haboş, belki suçluluk duygusundan belki de kendini aileye kabul ettirme isteğinden Murathan’ı kendi evladı gibi seviyor, yıllarca ona analık ediyor. 1972 yılının sonbaharında ise Murathan henüz 17 yaşındayken Haboşla İstanbul’a, Muazzez’i aramaya geliyorlar.

Bir şekilde izlerini bulup, görüşme isteklerini ilettiklerinde konu Muazzez’in doktoruna aktarılıyor. Duygusal açıdan nasıl tepki vereceği bilinmediğinden oğlu ile buluşacağından kendisine bahsedilmiyor. Bu yüzden bir plan yapılıyor: Haboş ile Murathan kiracı aranan yan daireyi görmeye gelmiş gibi yapacaklar ve böylece ilk karşılaşma gerçekleşecek. Gerisini Mungan’dan dinleyelim: “Dış kapının mandalını indirip sol tarafa yöneliyoruz, birkaç basamakla çıkılan bir sahanlık, açılan kapı, ilk gördüğüm gelenlere telaşla terlik çıkarmak için öne eğilen bir kadın: Annem. Düğüm. Ancak doğrulduğunda görebiliyorum yüzünü, içeri buyur ediliyoruz. Düğüm. Boğazımda hayatımda hiç olmadığı kadar büyük bir düğüm.”

Yüzünü duvara dönmek

Çoğumuz çocuklukla ilgili anılarını önüne katarak sürdürmez hayatını, hatta büyüdükçe o yıllarla olan bağlar öylesine zayıflar ki birçok şey sisli bir görüntünün ardından göz kırpmaya başlar artık. Murathan Mungan için ise hiç de öyle değil, ibadet eder gibi hatırlıyor o büyülü yıllarda olanları. Hatta öyle ki, hayatının bel kemiğini, hemen her anını hissederek, ayırdına vararak yaşadığı çocukluğu oluşturuyor. İlk tren yolculuğunu, denizi ilk görüşünü anlattığı bölümde ‘hangi çocuk böyle derin bir hissetme kabiliyetiyle donanmıştır ki?’ diye düşünmeden edemiyorum. Dramlardan kaçmıyor, onları bütün hücreleriyle yaşıyor adeta. Bir gün asker kaçağı babasını ellerine kelepçe takıp götürüyorlar. O askerlerle birlikte babasını yalnız bırakmamak için Diyarbakır’dan Edremit’e kadar bir tren yolculuğu yapıyor anne Haboş ve Murathan. Bakın Murathan Mungan nasıl bir duyguyla karşılıyor bu sahneyi: “Gözümü alamıyorum babamın bileklerindeki kelepçeden, delice bir önseziyle, o kelepçenin yalnızca babamın bileklerine değil, gölgesi bundan böyle bütün yaşamımızın üzerine düşecek bilinmez bir yerine de ağır bir kilit gibi vurulduğunu hissediyorum.” İlk kez gece vakti gördüğü o karanlık, siyah su, yani deniz de büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor onda. Sonra o tek katlı, duvarları kirli motel odasında annesi içini çeke çeke ağlarken, derin bir yoksulluk duygusuyla o trajik sahneden kaçmanın bir yolunu buluyor: “Daha fazla görmemek için yüzümü duvara döndüğümü anımsıyorum. Ne zaman görmek, duymak, tanık olmak istemediysem yüzümü duvara döndüm.” Sabah olup da denizi görmenin heyecanıyla uyandığında ise evet, o engin, büyüleyici, masmavi deniz oradadır ama babası, bir gece önce elleri kelepçeli de olsa yanlarında olan babası artık orada değildir. O geceden kalan onarılmaz duygularını, “Hayatım boyunca hep bir gece önce gördüğüm, yaşadığım bir şeyi, ertesi gün yerinde bulamamanın korkusunu taşıdım” diye anlatıyor Mungan.

Yeryüzünde bir sürgün çocuk!

2008 yılıydı. Arka arkaya Mungan’ın kitaplarını okuduğum bir dönemde sıra Üç Aynalı Kırk Oda’ya geldi. Bu kitapta bir öykü var, ismi Gece Elbisesi. Gece Elbisesi’nde ise Ali... Şimdi detaylarını neredeyse tamamen unuttuğum bu hikayeyi okuduğumda, tıpkı Orhan Pamuk’un bahsettiği o ‘saf’ okur gibi ben de içimde bir yerde Ali’nin, Murathan Mungan’ın ta kendisi olduğuna inandırdım kendimi. Bir büyüteçle Ali’nin iç dünyasına bakmama, oralarda dolaşmama izin veren Mungan, Ali’yle beni, yani okur ile kahramanı aynı tavada eritiyor, iç içe geçmemize, duygularımızın birbiri içinde karışmasına, kaynaşmasına da yol veriyordu adeta. Bu tuhaf, sözcüklerle anlatılamaz yakınlık her sayfada yeniden çıkarıyordu Mungan’ı karşıma. Sanki şöyle diyordu derinden gelen belirsiz bir sesle: “Ali benim, Zehra.”

Harita Metod Defteri’ni biraz da Ali’nin hatırasıyla almıştım elime. Bunca yıl ‘saf’ bir inançla tutunduğum Ali’nin, yani Mungan’ın çocukluğu şimdi gerçekle buluşacaktı. Cinsel eğilimleri farklıydı Ali’nin. Tıpkı Mungan gibi güneydoğuda, büyük bir ailenin prensi gibi büyümüştü. Ama işte farklı bir çocuktu. Bu konuya da değiniyor yazar. Kendini şöyle anlatıyor: “Ama ben, daha çocuk yaşlarda keşfettiğim, farkında olduğum, hatta adlı adınca bildiğim cinsel yönelimimden, erkeklere duyduğum ilgiden hiçbir zaman büyüklerime söz edemedim. İki kişi arasındaki cinselliğin bilincinde, ama cinsel hayallerden yoksun, daha çok tapınmayı andıran ulvi bir tutku hali içinde erkeklere âşık olmaya daha ilkokul sıralarında başlamıştım.” Devamında ise bu durumun onda açtığı derin sızıyı, “Pek çok şeyin konuşulabildiği aile ortamında kendimi içinde kilitli bulduğum bir sırla büyüdüm. Sır yarasıyla. Sırrın insanı ebeveynlerine üveyleştirdiği erken bir yarayla... Dolayısıyla çocuklukta aynı acıları çekmiş olamayız.” cümleleriyle anlatıyor ‘dili tutulmuş sır yarasını”. Mungan’ın yaralanmış bir çocukluğu var, hiç şüphesiz. ‘Aynı acıları çekmiş olamayız’ deyişinde, onun acıları karşılayışı, kavrayışı, onlara tutunuşu da etkili.

Çocukken aldığı yaralar ona bir başka yerde şu cümleyi kurduruyor: “...aile ve toplum yapısında ömrümüzün önemli bir bölümü aldığımız yaraları sağaltmakla, gördüğümüz hasarın kişiliğimizde bıraktığı izlerle mücadele etmekle geçer.” Yazmak bu anlamda bir şifa aracıdır da. Bütün o travmalardan, yaralardan kurtulmanın birincil ve en etkili yolu... Nitekim kitap hakkında bir giriş yazısı olan Niyet’te şöyle diyor yazar, “Ama yazının şifasında gene de iyi gelen bir şey vardır; ne olduğunu tam olarak bilemediğiniz, ama iyi gelen bir şey.” O iyi gelen şey acılarının kalıcı izlerini silemese de, Mungan’a bu çetin hayatta yenilmemeyi, ayakta kalmayı öğretmiş. İyi ki de öğretmiş…

Görsellerde RichFrishman, Volonte Massimo'ya ait fotoğraflar kullanılmıştır.

0
35280
1
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle