09 ARALIK, PAZARTESİ, 2019

“Hatırlamak Sandığımız Şey Sadece Kurgulamaktan İbaret”

Behçet Çelik ile günlük hayatın getirdiklerinden ve kendinden kaçmak isteyen bir adamın belleğinde katman katman derinlere inen romanı Belleğin Girdapları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Hatırlamak Sandığımız Şey Sadece Kurgulamaktan İbaret”

Behçet Çelik, çağdaş Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından. Gerek öykülerinde gerekse romanlarında kendine özgü bir dil ve anlatım biçimi geliştiren Çelik, yayımlanan son romanı Belleğin Girdapları’nda da bu anlatım gücünü ve zenginliğini devam ettiriyor. Hayali bir yer olan Serpmetepe’de geçen ve kendi içine çekilen bir karakterin hikâyesini anlatan roman, geçmişle şimdi arasında gidip gelen, insanın sosyallikten kaçması ve bunu sanatsal bir edime dönüştürmesi üzerine kurulu özel bir kitap. Behçet Çelik ile bu vesileyle son romanı ve edebiyatı üzerine konuştuk.

Belleğin Girdapları, sizin yayımlanan üçüncü romanınız. Genelde sizi öykülerinizle tanıyoruz. Aslına bakarsanız bu kitap da oluşumu ve çok uzun olmayan bölümlerden oluşmasıyla bana öykücülüğünüzü hatırlattı, dil itibariyle de. Sanki sizin öykücü kimliğinizin izini sürüyormuşum gibi. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Sanırım biraz da başlıkları olduğu için ilk anda her bölüm öyküymüş izlenimi uyandırıyor, ama bu bölümler kesinlikle bağımsız birer öykü değil. Bir bölümde olan biteni kavrayabilmek için öncesinde yazılmış bölümlere muhtacız, bununla beraber bölümlerin çoğunda bir âna ya da kısa sayılabilecek bir zaman dilimine odaklanma söz konusu. Öykü hissi yaratan bu olabilir. Bir de her şeyi alabildiğince açık anlatmadım, anıştırmalardan güç aldım, bazı kritik noktaları sezdirip geçtiğimi sanıyorum. Bunların romanda az, öyküde daha sık rastladığımız tutumlar olduğunu biliyorum, ama roman bu şekilde yazıldı. Bir yandan da öyküde az rastlanacak, en azından benim öyküde pek yeğlemediğim ölçüde çok “konuşan” bir anlatıcı var. Belki onun içinden geçirdiklerinin, düşüncelerinin bir bölümü metni romanın ve öykünün dışında denemeye yaklaştırmış da olabilir. Hepsinden öte şunu da eklemek isterim: Edebi türlerin kesinlikli, çok katı formları yok, türler arasındaki sınırların giderek daha da esnediğini kabul etmek gerekir. Hangi türe koyacağımızı kestirmekte zorlandığımız pek çok kitap yazılıyor günümüzde. Önemli olanın yazdığımız metnin hangi türe gireceği değil zaten, anlatmak istediğimize uygun bir dil, üslup, kurgu bulup bulamadığımız. Belleğin Girdapları ana hatlarıyla anlatıcı-kahramanının hatırladıklarına, hatırlamaya çalıştıklarına dayandığı için parçalı bir kurgu kaçınılmazdı. Özellikle geçmişten bir şeyler hatırladığı bölümler de öykü duygusu veriyor olabilir.

Behçet Çelik - Fotoğraf: David Konecny

Kitapta özellikle hayatın bir bölümünü kutsallaştırma söz konusu. Bu kutsallaştırmanın hatırlama ve hayal etmeyle de örülü bir yapısı var. Bir bakıma oldukça tehlikeli sularda yüzdüğünüzü söyleyebiliriz. Bu kutsallaştırmanın, hayal etme ve hatırlama arasındaki git-gellerin anlamı nedir? Neden birey olarak belli bir dönemi kutsallaştırır ve böyle bir arayışın içine gireriz?

Sanırım şimdide mutlu olmadığımız için böyle arayışlara giriyoruz. Şimdide mutlu olmadığımız ve gelecek de bize çok ümitvar görünmediği için geçmişin öne çıkması çok doğal. Tabii, bunun için kişinin geçmişinde hatırladığında kendisini iyi hissettiği zamanlar olmalı. Çocukluğu, gençliği büyük sıkıntılar içerisinde geçmiş insanların sanmam ki o yıllara dair kutsallaştırdıkları zamanlar olsun. Fakat şu da bir gerçek: Zaman geçtikçe geçmişteki olumsuzluklarını unutup olumlulukları abartmaya (hatta uydurmaya) eğilimliyizdir. Bu bana şimdide tutunabilmek için geçmişin sarsak yanlarını görmezden gelme ihtiyacımızın bir sonucu gibi geliyor – sürekli geçmişe, artık tamiri, telafisi mümkün olmayan hatalarımıza, başarısızlıklarımıza, yoksunluklarımıza odaklanmanın şimdiyi yaşamaya ket vurmasına engel olmak için bunu yapıyor olmalıyız. Hayatımızın geçmiş kimi bölümlerini kutsallaştırmamızda da benzer bir yan var gibi geliyor bana. 

“Serpmetepe” aslında bize romanın gelişimi açısından önemli bir motif sunuyor. Adı gibi bir yerdir aslında burası. Rastgele serpilmiş gibi evler, sokaklar ve hatta insanlar. Nihayetinde yazmayla derdi olan birinin de oraya taşınmasıyla hikâyesi dile gelmeye başlar bu uzak semtin. Peki sizde Serpmetepe nasıl oluştu? Bu oluşum sırasında ilham aldığınız herhangi bir şey/yer/kavram oldu mu?

Serpmetepe’de rastgele olmanın öncesinde birbirinden uzak, belki de yakın zamana kadar bir arada görmeyi ummadığımız şeylerin yan yana bulunmaları söz konusu. Anlatıcı daha önce şehirde, kasabada ve köyde gördüğü kimi mekânların, binaların bir araya getirilip bir çuvalda çalkalandığını, peşinden bunların rastgele serpildiğini düşündüğü için bu ismi veriyor yaşamaya başladığı mahalleye. Buradan bakınca her yer Serpmetepe değil mi? Sanırım bende bu görüntüyü en çok yaratan İstanbul’un pek çok yerinde gördüklerimiz. Derme çatma binaların yanı başında dünya çapında bir markanın ürünlerinin satıldığı dükkânlar var mesela. Bu satış yerleri parıldıyor, cilalı, cicili bicili vitrinleri var. Ama hemen yanı başında döküldü dökülecek hâlde bir dolu bina. Benzer bir görüntü kentsel dönüşüm yaşanan yerlerde de var. Aynalı yüpyüksek binaların yanı başında gecekondular, gecekondu gibi kalmış eski evler. Bir de bitmek bilmeyen inşaat faaliyetleri, yol-kaldırım tamirleri nedeniyle kazılmış, tarlaya dönmüş caddeler, sokaklar; yıkılmamış ama yenilenmemiş, metruk binalar… Bütün bunları art arda gördüğümüzde çok farklı mekân ya da zamanlardaymışız hissine kapılmamak elde değil.

Aslında genel anlamıyla Behçet Çelik edebiyatına baktığımızda ana karakterlerinizin özelinde bir “kendinden hoşnut olmama” hâli olduğunu söyleyebiliriz. Bu aslında sizin için oldukça ayırt edilebilir bir unsur, imzanız gibi. Bu “kendinden hoşnut olmama”nın temelinde ne yatıyor? Bu konuyu gündeminize sıklıkla alışınızdaki neden nedir?

Kendinden hoşnut olmanın nesini yazar ki insan! Hoşnut olmama, en başta alttan alta süren bir iç muhasebeyi ima eder. Bir muhasebe olmuş ya da sürmekte ve kişi bundan çıkan neticeden hoşnut değil. Bu hoşnutsuzluğun tonu, dozu değişebilir, insanı elden ayaktan kesen bozgunlar da söz konusu olabilir, hiçbir şey olmamış gibi dışarıya mesut bir görüntü sunarken içeriden yaşanan sıkıntılar da. Bana bu hâllerin çoğunda anlatmaya değer insanlık durumları var gibi görünüyor. İç muhasebenin kendisinde, bundan kaçış yollarında, çıkan sonuçla yüzleşme, yüzleşememe âallerinde… Ya da hoşnutsuzluk duygusuyla baş etme çabasında. İç dünyanın derinleri hakkında bilgimiz çok değil, karanlıkta kalan duygular, tutkular gırla. Hoşnutsuzluk duygusu ortada bir mesele olduğunun işareti, burası iç dünyaya giriş için bir aralıktır, gediktir. Kendinden hoşnut insanlardaki kendi üzerine kapanmışlık hoşnutsuzlarda pek olmaz. Bu istenmişse bile becerilememiştir, pot yapmıştır bir yerde. Buralardan sadece tek bir insanın kişisel geçmişine yol almayız; aynı zamanda insan hayatına, varoluşa, bu gezegenin yerleşiği olmak, canlılık ve ölümlülük üzerine bizde yeni görüler oluşmasına imkân verecek bir yerlere de geçit var bence.  

Aslında anlatıcımız sosyalleşmek istemeyen birisi. İnsanlardan kaçar ve onlara sırtını döner. Bunun için sevgilisinden, işinden, alıştığı sokaklardan ayrılır ve artık terk edilmeye başlanmış bir semte taşınır. Günümüzde de sosyalleşme giderek ciddi bir probleme dönüşüyor. Sizce bu sosyalleşememenin nedeni nedir? Ayrıca karakteriniz bağlamında, bu sosyalleşememe onun karakterinden mi gelir yoksa aslında “yazma eylemi”nin kökeninde yatan yalnızlık duygusunun bir parçası mıdır? (Zira büyük metinlerin, yazarların yalnızlık zamanlarının bir sonucu olduğunu söylesek sanırım çok da yanılmayız.)

Haklısınız, anlatıcının sosyalleşme konusunda zorlandığı açık, ama anlatıcı sosyalleşmenin mevcut hâlinden kaçınıyor daha çok. Bunun bir nedeni ilk anda akla gelebileceği gibi çevresindeki insanların hâlleri, tutumları ama bir o kadar da kendisinden müşteki. Bu ikincisi daha mühim hatta, öncelikle on yıllardır kendisinin bir parçasının eksik olduğunu düşünüyor, dolayısıyla bu hâldeyken girdiği sosyalliğin sahici olmasının mümkün olmadığı kanısında. Aynı zamanda başka insanların yanındaki kendi hâlleri de sonradan canını sıkıyor, bu da eksik parçanın bir sonucu. Sorun bu nedenle karakterinde değil, yazma eylemiyle de ilgisi yok. Geçmişinde bir dönem hayli sosyalmiş ve o zamanlar mutluymuş, bu durumda kusuru karakterinde bulamayız sanırım. Yazmak da onun için asli bir şey değil. Yazmak anlatıcı için hatırlamanın bir yolu. Tek başına bir hayatı seçmesi yazabilmek için değil, kendine seçtiği bu tek başına hayatta yazıdan medet umuyor. Bu yüzden yazma tutkusuyla yalnızlığını ilişkilendiremeyiz. Kaldı ki yapayalnız geçirdiği zaman boyunca pek bir şeyler de yazamıyor!

Karakterinizde hep bir “asr-ı saadet” arayışının olduğunu söyleyebiliriz. Hep aranan “bir mutlu zamanlar çağı” söz konusudur. Bunu da aslında geçmişinde, hatıralarında bulur. Çünkü yeniden üretilen geçmiş, mutlu bir zaman bulmak için en temel ögeyi oluşturur. Orada her ne istiyorsak bulabiliriz. Peki sizce neden “asr-ı saadet” hiçbir zaman içinde yaşanılan ân olamaz da hep geçmişin bir parçası olur?

Şimdide bir şeyler yaşarken içinde bulunduğumuz ânı değerlendirmemiz mümkün değil pek. Yaşadığımız zaman dilimine dair bir şeyler söyleyebilmemiz, onu kategorize etmemiz için mesafeye, durup kendimizi dinlemeye vs ihtiyacımız var. Şimdide çok mutlu olabiliriz, bu mümkün değil, demiyorum, ama mutluyken durup da, “İşte şimdi ömrümün en güzel zamanlarındayım,” demeyiz sanırım. Mutluluğa ara vermektir böyle şeylere kafa yormak, bunlarla ilgilenmek. Bu nedenle ancak aramızda bir mesafe bulunduğu takdirde kıymetini takdir edebiliriz bir zaman diliminin. Ayrıca kaçan balığın büyük olduğunu da unutmamak lazım! Geçmişin kurgulanabilmesi de bir başka neden olabilir. Şimdiyi yaşarken bir yandan kurgulamak zor, geçmiş içinse bu çok mümkün. Romanın anlatıcısının kuşkulandığı gibi, belki de hatırlamak sandığımız şey sadece kurgulamaktan ibaret.

​Roman özelinde şu da söylenebilir. Anlatıcının geçmişinde “bir mutlu zamanlar çağı” olarak gördüğü, sizin de önceki sorularınızdan birinde “kutsallaştırdığını” saptadığınız yıllar ile hayatının sonraki dönemi arasında büyük bir fark var. Buna adanmışlık diyebiliriz, bir tür kendisinin dışına çıkma hâli, kendisini bir bütünün parçası hissetme. Aynı zamanda dünyanın değişebileceğine, bilinebileceğine dair inancının diri olduğunu da hatırlıyor o yıllarda. Sonraki yıllarda sadece arkadaşlarını, o zamanki sevgilisini, yoldaşlarını yitirmemiş, bu adanmışlığı da yitirmiş. O gücü, inancı hiç değilse hatırlayarak hissetmek istiyor. Ne ki bu çok mümkün olmuyor –yazamaması da bundan– geçmişte ne isterse onu bulamıyor. Sadece hatırlamak istenenleri sunmuyor bellek, kaldı ki hatırlama çabasının bir yeniden üretim olduğunu bilecek kadar da bu mesele üzerine kafa yormuş, belli ki okumuş, düşünmüş. Bu noktayı görmezden gelemiyor.

Kitabınızda okuyucu için izi sürülebilecek çeşitli izler söz konusu. Okur olarak biz bunların peşine düştüğümüzde bulduğumuz, sezdiğimiz, hissettiğimiz boşlukların aslında yazarda neye denk geldiğini de merak ediyoruz. Bunu karakterlerin davranışlarında, akıp giden düşüncelerinde, kendilerine yöneltilen cevaplarda görüyoruz. Peki siz bu boşlukları/izleri bilinçli bir şekilde mi metninize yerleştiriyorsunuz yoksa bu, metnin bir getirisi mi?

En başta öykü-roman ilişkisi üzerine sorduğunuz soruyu yanıtlarken söylediklerimle de ilgili bu boşluklar. Açık anlatmaktansa sezdirmeyi, anıştırmayı yeğledim. Bana öyle geliyor ki edebi bir metin boşluklu olduğunda bizim bu boşlukları kendi deneyimlerimizle doldurma imkânı verir. Bunun da yapıtla aramızda özel bir bağ kurulmasına vesile olduğunu sanıyorum. İçinde kendimizden bir şeyler bulduğumuz yapıtlar bizim yaşadıklarımızın birebir benzerinin anlatıldığı yapıtlar değil bence, bizim de katkımızla tamamlanan yapıtlar. Bir metni anlama, anlamlandırma çabasının da yaratıcı bir edim olduğu düşüncesindeyim. Dolayısıyla bize her şeyin apaçık anlatıldığı metinler okur olarak bizi edilgen bir konumda tutuyor, bizi yaratıcı esine açan yapıtlar karşısında daha etkin oluyoruz. Beri yandan baştan her şeyi ölçüp biçerek, şuralarda şöyle boşluklar olsun, olmasın hesabı yaparak yazmıyorum. Yıllar içinde edindiğim yazma alışkanlığım beni böyle yazmaya götürüyor sanırım. Şunu da itiraf etmeliyim; romanı yazarken bazı yerlerde daha açık yazıp yazmamak üzerine çok düşündüm. Bazı boşluklar, belirsizlikler bırakmayı yeğledim, daha doğrusu silik izler, ipuçlarıyla anıştırdım, diyeyim. Romandaki bu gibi boşluklara benim yanıtlarım var tabii ki, ama önemli olan okuyacak olanların nasıl tamamlayacakları.

Kitap aslında temelinde yazma uğraşı içerisinde sahip olduğu her şeyi terk eden ve bir tür inzivaya çekilen birini anlatıyor. Genel olarak da sizin edebiyatınızda büyük olayları, devrimleri, büyük patlamaları görmüyoruz. Bu, edebiyata başlarken yaptığınız bilinçli bir tercih miydi yoksa zaman içinde edebiyatınızın kökenini buradan aldığını mı düşünüyorsunuz? 

Bu sorunun yanıtı “büyük”ten ne anladığımıza bağlı biraz. Romanın anlatıcı kahramanı için on yıllardır yaşayageldiği yerden ayrılması bence küçük bir patlama değil, düpedüz devrim bence. Yazmaya ilk başladığım zamanlardan bu yana bu gibi sessiz patlamalar –belki de patlayamama anları– daha çok ilgimi çekiyor. İç dünyalarımızdaki sıra dışılıklar üzerine yazarak düşünmeyi sıra dışı kahramanların büyük olaylarına yeğliyorum.

Son bir soru olarak, “kendini tanıma”nın bunca öne çıktığı Belleğin Girdapları’nda ve edebiyatınızda biz, sizi artık tanımaktan bilmeye doğru evrilirken gelecekte nelerle karşılaşacağız?

Bunun yanıtını bilmiyorum. Belki de o kadar tanımıyorum kendimi. Şaka bir yana, yazmak çok planlanabilen bir şey değil benim için. Belleğin Girdapları’na başladıktan sonra iki öykü kitabı, bir çocuk romanı, bir de söyleşi kitabı, Kurbağalara İnanıyorum çıktı. Romana başlarken hiçbiri hesapta yoktu. İşin heyecanı da bu sorunun yanıtını bilememekte zaten.

Görsel: Julian Hibbard

0
11829
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage