28 OCAK, SALI, 2020

"Bazen Bir Sözcüğün Sesine Hayran Olursunuz"

Şair Erkut Tokman ile son şiir kitabı Lupoc, Türk şiiri, çeviri meseleleri ve edebiyat üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Son şiirlerindeki yapısalcı yaklaşım ve zengin birikimiyle ön plana çıkan, yine geçtiğimiz ay İtalyan Kültür Bakanlığı’nın verdiği Uluslararası Çeviri Ödülü’nü kazanan Erkut Tokman, okur için yeni bir şiir evreni ve yeni bir dost vadediyor: Lupoc

İki sesleniş, orada olmakla burada bulunmak, arasında uzun bir şiir aslında Lupoc. Tek ve birçok durakta soluklanan, yoklayan, arayan uzun bir şiir. Peki bu şiir/kitap/eser, oluşumu sırasında hangi duraklara uğradı, nerelerde nefes aldı?

Bu şiiri yazarken kafamda hiçbir kalıp düşünce ya da plan yoktu. Bir şiirin insanın içinde zaten önceden yazıldığına; zaman, mekân ve uzam olarak da var olan ve olmayan her şeye uzanabileceğini sezgilerimiz, algılarımız ve yaşadıklarımız söylüyor. Lupoc bir “burada” olmanın yarası ve gerçekliğinden doğmuş büyük bir rahatsızlığın ve isyanın dışa vurumudur. “Burada” başat olarak beni bu şiiri yazmaya iten şey bu toplumun ve dünyanın kanayan gerçekliklerinden kaynaklanıyor olmasıdır. Kesindir ki “burada” bir “dil” yarasından bahsedebiliriz; “doğa”nın ölümünden; “çevre” felaketlerinden ve “savaş”lardan vb. başka başka gerçekliklerden bahsedebiliriz. Bir toplumdaki “dil”den başlayarak baş başa ya da birlikte o içinde yaşadığımız dünyaya doğru yapılan bu yolculukta ve sonrasında düşündüğümüzde “orada” başka bir gerçekliğin ya da gerçekliklerin olabileceğini; böylece boşluğu, yokluğu ve varlığı kuşatan koca bir sonsuz evrenin içindeki küçüçük bir hiçlikten bir umudun doğabileceğini bilerek varolluşsallığımızı sorgularken; bütün bir yaşam ve şiir serüvenim boyunca geçtiğim yollardan şiire bakarak; bunları tecrübelerimden ve gözlemlerimden süzerek; taşın altına da elimi sokarak Lupoc’u vücuda getirdim. Bunları yaparken tabii ki dilsel, biçimsel, görsel bir takım apriori deneyimleri içimde yepyeni olarak buraya aktardım. Soluksuz, nefes nefese bir kitap olmasını bilinçli olarak istemesem de okudukça böyle sürekli bir enerji ve bilinç akışı içinden geçen; içinde farklı dünyalara sürüklendiğimiz bir evrenin içine gizemle birlikte adım atıyoruz sanki Lupoc’da. 

Yapısal anlamda şiirlerinizde önemli denemeler söz konusu. Bu konuda son yıllarda birçok arayış var, aslında zaten modern olarak ifade ettiğimiz şiir evreni de bu arayışlarla iç içe, ancak bu konuda başarıyı yakalamak herkese nasip olmuyor. Sizin bu açıdan değerli metinler ürettiğinizi düşünüyorum. Şiirlerinizdeki bu denemeler hakkında neler söylemek istersiniz? Şiirlerinizdeki yapısalcılıkla varmak istediğiniz nokta nedir?

Lupoc’un yazımında en riskli nokta buydu kanımca. Yeni bir yapısal denemeye adım attığınızda, sonuçlarının nasıl olabileceğini yazarken tam olarak göremiyorsunuz. Bu yapısal, biçimsel denemeleri de bilincin sezgisel alanına terk ederek olabildiğince doğal bir formda yapılandırmayı, yani doğal olmasını, kendinden, içten ve şiirsel metinin bütünlüklü yapısıyla örtüşen bir organik bütünlüğe dönüşmesini önemsedim. Yazım aşamasında ortaya çıkan bu görüntüler, bende zaman zaman umutsuz düşünceler yaratsa da yazılan metne inançla devam edip sonuna kadar gitmek, sonuçlarını görmek, gözlemek ve bunları tekrar dönüp gözden geçirmek, bu tür aldığınız riskleri azaltıyor. Lupoc’da dilin bu anlamda başka boyutlarını keşfetme, bu alanları dilin olanaklarıyla yeniden yaratma, dile dil altı parçacıklarıyla (imla, noktalama, sembol, işaret vs.) görsel alanlar ve boyut katarak, yazılı klasik sözdizimini başka bir boyuttan hem tamamlama hem de onu başka bir kanala açarak okuyucuda bir sorgu alanı yaratma gibi gerçeklerle karşı karşıya kaldım. Görsel imgenin, anlamsal boyutuyla klasik şiir yazımına katkısı, diğer deneysel çalışmalarda, çağın ve kişinin kendi döneminin şartları, koşulları bağlamında dilin ya da görselliğin araçı ya da kişisel ve sanatsal dışavurumunun öznelliğine kadar uzanan, anlamsızlığa kadar varan bir boyuta kadar gidebiliyor. Lupoc’da görsel imgeyi anlamın hizmetine bir amaç olarak soktum. Bunu yaparken de deneyselliğin bana sunduğu varolan bütün imkanları doğru bir malzemeyle doğru bir şekilde kullanmaya çalıştım. En önemlisi bunun arkasında ontolojik ve felsefi bir boyut olmasıdır ve metafizikle de ilişkilenmesidir.

©Mustafa Nail Serim

Sanırım ilk bahsetmemiz gereken meselelerden birisi de şiirlerinizdeki yeniliklere paralel olarak gelenekle ilişkiniz. Kitabın daha ilk mısrasında “tutunduğumuz bağların çözüldüğü”nü ifade ediyorsunuz. Bu çözülme geleceğe dair de bir gösterge sanki. Şiir ve gelenek üzerine ne söylemek istersiniz? Sizin gelenekle bağınız/ilişkiniz nasıldır?

Evet, kesinlikle öyle. Doğru bir tespit fakat şunu eklemeliyim ki burada tutunulan bağların çözülmesi, başat olarak iki ayrı anlamı imliyor. Birincisi sizin tespitiniz. İkincisi ise tutunduğumuz dille olan bağların çözülmesidir. İlk kitabım çıktıktan sonra Hürriyet Gösteri’de Bâki Ayhan T.’nin hazırladığı genç şairlerle yapılan bir soruşturmaya katılmıştım; rahmetli başucu şairlerimden Didem Madak da bu dosyada yer alıyordu. Bu soruşturmaya verdiğim cevapta şiirimizin gelenekle olan bağlardan daha çok yararlanması gerektiğine değindiğimi hatırlıyorum. Gelenek ve şiir ilişkisini önemsiyorum; bunun yansımalarını şiirlerimde bulabilirsiniz. Son dönemde yazdığım bazı şiirlerde alıntılamayla gönderme değil de, şiirin içine başka bir şairden mısra yerleştirme yöntemiyle, şairin alıntı mısrasıyla yazdığım şiiri bir bütünlük olarak yorumlamayı yeğledim, bunu sık yapmam, ama “Şehirlerle Yanar Dünya’da Buz Adında Bir Şehir” şiirimde Yahya Kemal’le (Kar Musikileri) İstanbul bağlamında böyle bir bütünleşmeye girdiğim, hatta bunun şair ile bir iç, şiirsel diyoloğun bir parçası olduğunu hissettiğim, bir etkileşimdi bu. Hürriyet Gösteri’de 2018’de bu kitap üzerine çıkan söyleşide de bu yerleştirmeden bahsettim. Bunun da yeni bir şey olduğunu ve bugün yavaş yavaş başka şairler tarafından da denendiğini görüyorum. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan bu sene çıkan ve Adil İzci’nin hazırladığı Mavi Kitap’ta çıkan bir şiirimde ise benzer şeyi Melih Cevdet Anday’la yaptım (Teknenin Ölümü). Buna şiir dışında Çevrimdışı İstanbul’da çıkan Cenk Koyuncu’nun Otoben kitabıyla girdiğim diyalog tarzı denemeyi de katıyorum. İkinci kitabım Bilinmezi Dolşan Ses’in ikinici bölümü “Yolculuk”ta halk şiiri geleneğimizden yararlanıyor. Şeref Bilsel’in bir zamanlar çıkardığı Sonra Edebiyat dergisinde halk şiiri ile haiku şiir geleneklerini karşılaştıran bir makalede de şiir-gelenek ilişkisine bu iki tür üzerinden karşılaştırmalı olarak değindiğimi de hatırlıyorum. Bunları şunun için söylüyorum. Türk şiirinde gelenekten yararlanan şairlerimizin zengin mutfaklarına konuk olduk; Atillâ İlhan’ın; Turgut Uyar’ın ve Nâzım Hikmet’in şiir izleklerinde böyle dönemler ve eserlerinin içinde denemeler var. Türk şiirinin büyük bir gelenek ve zenginlikten fışkırıp bugünlere ulaştığını bilen biz şairler, bu gelenekten yararlanarak, yepyeni şiirsel yaratımlar oluşturmak ve alanlar açmak için bunları kullanabiliriz. Bu bağlamda geleneğin zenginliğinden deneysel bir yönle yararlanılmasını önemsiyorum. Var olanın modern dilin olanaklarıyla yeniden yorumlanması -ki örnekleri çağdaş şiirimizde var- beni cezbetmiyor.

Şiirlerinizle politik duruşun birleştiği bir alandan söz edebiliriz. Hapislere girdiler az(izm) senin yüzünden / En tehlikelisiydin: Faşizm!”, “Nükleer tedirginliklerden / Soğuk savaşlardan ( )( Brejnev) / ( )(1346) biyolojik psikolojik (sansür) ( ) ( / (Fukuşima) kimyasal (V-maddeleri)”, “Teoriler, görüşler, akımlar yarattılar senden az(izm) / Ve en büyüğü: Kapitalizm!” (s. 24-25) gibi ifadeleriniz çok çarpıcı. Şiirde bu tür duruşları nasıl karşılıyorsunuz? Şiir politik midir, olmalı mıdır?

Şiir özünde aynı zamanda politiktir çünkü insan da politik bir varlıktır, çünkü politikacılar tarafından yönetilir ve politik bazı kurallara tabidir. Şiir ve iktidar nerede karşılaşır? Bizim yaşam ve özgürlük alanlarımızda müdahalelerin, daralmaların olduğu, gelecek ve geçmişe ait değerlerimizin hiçe sayıldığı, değiştirilmeye çalışıldığı, kısacası söz ve yaşam hakkımızın elimizden alındığı, toplumsal olayların siyasi erkin terkisinde amansız mücadelelere sahne olduğu dönemlerden geçtik, geçiyoruz ve gececeğiz... Şiir hiçbir siyasi erkin boyundurluğu altına giremez, şiir özgürdür ve sadece özgürlüğe bağlanır. Şiir bu bağlamda herhangi bir iktidarın -bunun sadece siyasi bir iktidar olması şart da değildir- neni olamaz. Şiir başkaldırandır, isyan edendir, anarşist bir ruh barındırır, insan aklının ve ruhunun özgürlüğünü kışkırtır ve onu sezgi alnına taşır. Bütün bunları şunun için söylüyorum: Lupoc’daki siyasi alt düzlem; böyle bir başkaldırı ve özgürlük arayışını, isteğini, özlemini imliyor. Bunun altını çizerken de eyleme giden düşünce, duygu ve sezgileri kışkırtıyor. Şiirin sadece politik olduğuna inanmıyorum ama çağın, toplumun şartlarına göre, şiirin politik bir bileşeni olabileceğini, bunun her zaman bir zenginlik olarak şiirde kullanılabileceğini düşünüyorum.

Şiirlerinizde bazı kelimelerin özellikle ön plana çıktığını düşünüyorum, aklıma ilk gelenlerden “kan” gibi, “kanat”, “kin”. “Yaralı sözcüklerde yanan kan iz(is)i yağmurlarla yıkanan”.  (s. 28) “Bir şâirin kanı ürüyorken yerde çoğul” gibi. (s. 16) Şiirlerinizde kan ve şiir, kırmızı unsurlar bu anlamda öne çıkıyor kanımca. Benim için bu açıdan çarpıcı kısımlar vardı. Şiirlerinizde bazı kelimelerin kullanımındaki bu yoğunluğun sırrını sormak istiyorum. Şairin kelimelerle ilişkisi nasıldır? Bu, bilinçli bir eylem midir yoksa doğanızdan gelen bir durum mudur?

Kırmızı ve kan büyük bir yaraya işaret ediyor. Çağın yaralarına. Kan, kin, is, kırmızı, şairin kanı yerde ürüyorken... Yani aslında şair her ölenin kanından üreyen, onu dönüştürüp yaşama yeniden hayat verip sunan sözcüklerin dilini, insanın ruhuna, bedenine, zihinine yeniden bambaşka şekillerde sokarak toplumun duygusal ve düşünsel hafızasına bir alan açmakta ve zenginleştirmektedir. Bu anlamda bir üremedir bu. Bazı kelimelerin bende neden daha fazla yer ettiğini çok bilinçli olarak bildiğimi söyleyemem, özellikle sözcük seçmiyorum: Benim içselleştirdiğim, bende yaşayan sözcükler bunlar. Bazen bir sözcük bütün bir varlığa bürünür. Yaşayan bir organizma olur. Sizle konuşur. Sizi büyüler. Sizi alıp bir yere götürür... Lupoc da böyle bir sözcük oldu benim için. Onunla konuşmaya girdiğim bir içsesti o, vicdan gibi bir şey... Bütün bu bahsettiklerim bağlamında sözcüklerle olan ilişkimin hem bilinçli hem bilinçsiz, hem bilinçaltı hem de bilinçötesi etkileşimleri var. Bazen bir sözcüğün anlamını dahi bilmeden çağırabilirsiniz. Bazen de bir sözcüğün sesine hayran olursunuz. Bu ses sizi hep çağırır. Bazen de bir sözcüğün ağırlığı, anlam ağırlığı sizi çeker, çünkü bu ağırlık hem mısrayı hem şiiri tartar, bazı yerde dengeler ve sözdizimini ve anlamsal çağrışımı kuvvetlendirip yerli yerine oturtur... Bu ve bunun gibi şairin sözcüklerle yapacağı pek çok deneyimler söz konusudur. 

“Anlamın içini doldurdu gerçek” (s. 30) diyorsunuz. Şiirlerinizin yapıları gereği birçok boşluk ve katman söz konusu. İlk etapta karşılaşılan anlamdan ziyade aranan ve bulunabilecek bir anlamdan söz edebiliriz sanırım. Peki sizin, anlamın içini dolduran gerçeklikten kastınız nedir?

Bu soruyu sormanıza gerçekten sevindim. Bence en can alıcı sorulardan biri budur Lupoc hakkında. Sözcükler kapsüllenerek hafızası silinen uygarlıklara gönderildi... Sözcükler kapsüllerden çıktı. Bugün anlamını yitirmiş ama bir zamanlar anlamı yaşananla örtüşen ve gerçek olan sözcükler bugün çarpıtılmış yepyeni bir gerçekliğin içinde klişe olarak dilden dile dolaşmaktadır. Bu insan kimliğinin çağın gerekleriyle hızlı bir şekilde sürüklenip giderken uğradığı derin bir erozyonun dildeki, karekterlerdeki, temel insanı değerlerindeki, duygularımızdaki, samimiyetimizdeki vb... getirdiği değer kayıpları, negatif anlamda getirdiği dönüşüm, duyarsızlaşmaya ve aptallaşmaya kadar giden tutulmalar ve körleşmeler içermektedir. Dijital çağ, görsel ve zihinsel düşünme alışkanlıklarımızı tembelleştirmekte, insanları adeta robotlaştırarak sınırlayan kalıplar önermektedir. Bu bağlamda post-truth kavramının yaşamamıza girmiş olmasını da tesadüf görmüyorum. Bir zamanlar organik kavramının lügatımızda olmadığı gibi. Besinlerin kirlenmesi gibi, gerçeğin, gerçekliğin de kirlenmesi söz konusudur. Bu bağlamda Lupoc’taki parantezler, boşluklar, imla dili daha da bir önem kazanmaktadır. Anlamın, anlamını terk ettiği yerde; yeni ve zararlı bir gerçekliğe evrildiği bir dönemde; anlamın içeriğinin sorgulanması ve gerçek olanla yüzleşmesi gerekmektedir. Lupoc’tan tam da burada bir kısmı hatırlatmak isterim:

Kanın kinin üzerinde taş bağlamış yo yoğ
Kan ve is

Kimsiniz siz?
Böyle yalan böyle gerçekdışı böyle aldatma ustası

“Sözcüklerdir kuran bağımsızlığın dilini”, “Bir özgürlüğün hikâyesi gibi kapsülden çıkan sözcükler” (s. 31) diyerek şiirle özgürleşme arasında bir köprü kuruyorsunuz. Nedir bu bağımsızlığın dili? Özgürlükle dil arasındaki ilişki nedir sizin için?

Bağımsızlığın dili şudur: Bir dil ne kadar yeni sözcükler üretip zenginleşirse ve dilini yabancı dillerin boyundurluğundan kurtatrırsa o kadar bağımsızlaşır ve özgürleşir... Atatürk, temelinde dil ve kültür olan Cumhuriyet Devrimi’ni de bunun için yapmamış mıydı? Atatürk öldükten sonra kaç arpa boyu yol gittik bu konuda? Tam tersi halkımıza hep yeni zincirler önerdik köleleşmeleri için ya da bunları isteyenlere ekonomik ya da başka çıkarlarımız için alet olduk... Bağımsız bir ülkede kendi dili dışında -istisnai durumlar hariç- eğitim olur mu? Atatürk bugün yaşasa bu duruma ne derdi sizce? Bence şöyle cevap verirdi: “Ben sizden ölmeyi değil, bağımsız bir dili ve cumhuriyeti geri istiyorum, manda olmanızı...” (-Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir- boşuna söylenmemiştir ve boşuna bağımsızlık için başka ülkelere devrimimiz örnek teşkil etmemiştir.) ama herkes Atatürkçü değil mi? İşte tam da burada “Anlamın içini doldurdu gerçek ”ten anlamı boşaltılan bir gerçekliği görmekteyiz. Bir önceki soruda dil konusundaki yaralar Lupoc’un ilk bölümlerinde ağırlıklı olarak işlenmiştir. Bu aslında belirgin bir ülkenin gerçeklerini-bizi-çağrıştırmasına rağmen, evrensel bir dille, özgürleşmesini tamamlayamamış bütün dillere ait bir haykırıştır. Bu bağlamda yepyeni sözcüklerle türetilen, zenginleşen bir dilin edebiyatını bu zenginlik içinde bir gün okumayabilmeyi çok isterdim. Bunu Lupoc üzerine verdiğim başka bir söyleşide de belirtmiştim. Bizde bu yönde umutlar veren değerli yazarlarımız da çoktur. Bu bugünkü yazılan edebiyatı önemsemediğim, dil bağlamında iyi olmadığı ya da yetersiz bulduğum gibi de algılanmamalı. Oktay Sinanoğlu’nu hatırlayalım, dedikleri ne kadar önemliydi. Esti geçti ve unutuldu. Edebiyatımızda bu dönüşüm için Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay’ın bize sunabileceği önemli ipucları vardır; keza böyle bir potansiyeli Dağlarca bize sunmadı mı? Ali Püsküllüoğlu ve Nermi Uygur gibi bu konular üzerine eğilen çok değerli şair ve yazarlarımız ne yazık ki unutuldular. Köy Enstitüleri’yle filizlenen bir edebiyat kuşağı da Atatürk’ün dil devriminin bilinçli altyapısından yararlanmışlardı. Bunlar ilk aklıma gelen örnekler ve tabii ki çoğaltılabilir. Ben bunu daha çok dilin zenginliğini yeni sözcüklerle zenginleştirerek yaratma, kullanım alanını genişletme, yeni olanaklara açma anlamında düşünüyorum.

Aslında bu, belki de ilk soru olmalıydı: “Lupoc”un anlamı. Sizin ürettiğiniz yeni bir sözcük gibi duruyor, bu konudaki aramalarım bir sonuç vermedi. Kitabın yapısına da aslında uygun bir davranış bu, belirtmem lazım. Ne olabileceği üzerine düşündüm ancak bu seslenişler, seslenilen birinden/bir arzudan/dosttan ötede de birçok şeyi çağrıştırdı. O yüzden bu açıdan son bir soru olarak bunu bizzat size sormak istiyorum: Lupoc nedir/kimdir?

Tamda düşündüğünüz gibi Lupoc benim ürettiğim bir sözcüktü. Bir anlamı olsun istemedim. Saçma sapan bir sözcük de olmamalıydı. Çağrışımsal uzamı derin, merak uyandıran ama aynı zamanda sempatik, kulağa hoş gelen bir sözcüktü benim için. Lupoc’un ne bir özne ne bir nesne gibi somut bir karşılığı var; Lupoc daha çok bir nen, bir öz.... Her şeyin yerine geçebilecek bir enerjinin nenlerde yaşayan, devinen ve dönüşen karşılıkları gibi... Bu bağlamda Lupoc’u öyle içselleştirdim ki, yazarken de kitap bittikten sonra da içimde yaşamaya devam etti. Bugün de öyle. Ondan vazgeçemiyorum. Sürekli beni kendine geri çağırıyor. Onda sürekli devinen, dönüşen, beni geri çağıran kuvvetli bir iç ses var... Bunun için Lupoc’la kitap boyunca bir iç diyoloğa da giriyorum. Lupoc’un “o”sunun şapkalı hâlinin Slovakya’da çok küçük bir köyün ismi olduğunu kitabı yazıp bitirdikten sonra, sizin gibi internette araştırırken gördüm.

©Mustafa Nail Serim

Yaptığınız çevirilerin ve yurt dışında yaşamanızın gerek size gerekse şiirinize önemli katkıları olduğunu düşünüyorum. Üstelik çevirileriniz ve söyleşi yaptığınız isimler de göz önünde bulundurulduğunda bu ayrım daha da ön plana çıkıyor. Çeviri yaparken kendinize yakın bulduğunuz isimlere mi odaklanırsınız?

Önce son sorunuza cevap vereyim: Genelde evet. Bazen istisnalar olabiliyor. Kendime yakın derken şunu kastediyorum: Şiirini okuduğumda gerçekten içselleştirdiğim, bağ kurduğum, şiirini anlayıp yeterince özümseyebildiğim ve çevirdiğimde gerçekten Türk edebiyatı için bir farklılık yaratabilecek şairleri çevirmeyi tercih ediyorum. Defalarca Türkçeye çevrilmiş, artık bu çağda yazılan şiir anlayışıyla çok örtüşmeyen -klasik şairleri ki bunları önemsesem de ve bunların geçmişte yapılan iyi çevirilerini okusam da- bu şairlerin tekrar tekrar çevirilerek belli bir kültürel kimliğin kodlarının bu kadar altının çizilip yeni kuşaklara tabu gibi sunulmasının da düşünceye ve gelişmeye ket vurabileceğini görüyorum. Bazı çevrilen şiir ya da başka türdeki kitaplara bakıyoruz; yazarın ya da şairin söylediklerinin daha iyisini yazmış bizden yazarlarımız var ve o zaman şunu soruyorum kendime; bu yazarı niye çeviriyoruz? Buna neden yatırım yapacağımıza kendi edebiyatımızdan bir yazara destek verip onu ön plana çıkarmıyoruz? Mesela bazı yabancı dilden çevrilen kitapların baskılarını özel korumalı kapaklarda yapıyoruz; koca koca reklamlar verip dünyanın paralarını harcıyoruz değil mi? ama Huzur… Bunun için büyük yayınevlerinin; büyük ülkelerin edebiyat politikalarına, onların yayınevlerinin politikalarına bakmalarını, izlemelerini tavsiye ederim. Yabancı edebiyat önemlidir; çevrilmelidir ve okunmaladır ama bu ülkenin kendi edebiyatının önünü kesecek boyutlara varırsa o noktada tehlikeli bir kavşağa girilir. Bunun ne bir milliyetçilik gibi ne de yabancı edebiyatı önemsememek gibi algılanmasını istemem sadece kendi dilimizi ve edebiyatımızı yeterince önemseme ve onu ileriye taşıma bağlamında değerlendirilmelidir. Diğer sorunuza gelince, yaptığım şiir çevirilerinin ve başka dillerde okuduğum şiir kitaplarının elbette şiirime bilinçli ya da bilinçsiz olarak katkıları vardır. Bu beni zenginleştiren bir şey ama bunların etkisinde kalarak üreten ve taklit eden biri değilim. Şiirimde çeviri tadı olduğunu düşünenlere bunun için katılmıyorum. 

Yine çevirileriniz bağlamında geçtiğimiz ay İtalyan Kültür Bakanlığı’nın verdiği Uluslararası Çeviri Ödülü’nün de sahibi oldunuz. Çeviri çalışmalarınız da ödüllendirilmeye devam ediyor. Aslında bu işinizi ne denli başarılı bir şekilde yaptığınızın da göstergesi. Ne söylemek istersiniz? Bu tecrübelerin size ne gibi bir katkısı oldu?

Her şeyden önce bu ödül benim için çok büyük bir motivasyon oldu ve yıllardır verdiğim emeklerin karşılığını almış oldum. Böyle bir çalışmanın takdir görmesi beni mutlu etti. Yaptığım işin değerini ve ona olan inancımı perçinledi. Her şeyden önemlisi bu ödül bir Türk’e ilk kez veriliyor. Bu bağlamda benden sonra bu kulvarda ilerleyecek çevirmenlere de bir ilham kaynağı olacak ve umuyorum benden sonra başkaları da bu ödülü kazanacak. Ödül alan kitap Enver Ercan’nın ölümünün ardından Yasakmeyve dergisi ve Komşu Yayınları’nın kapanmasına istinaden; ilk dağıtımın ardından piyasaya tekrar geri dönmemişti ve dolayısıyla kitaplar da bana geri verildi. Cumhuriyet gazetesinin kitap ekindeki yeni çıkan kitaplar köşesinde basit kısa bir künye yazısı ile tanıtımı dışında, bir başka gazetenin kitap ekinde çıkan kısa bir makale hariç kitaptan hiç söz edilmedi, üstelik Yevtuşenko’nun önsözü ve Adonis’in desenleriyle çıkmış olmasına rağmen. (İkisinin de Türkiye’de ciddi bir okuyucu kitlesi olduğundan söylüyorum.) İzmirli şair Hülya Deniz Ünal’ın Metin Celâl’in sayfasında ödül ilanını görüp bana haber vermesi üzerine, ödüle başvurmaya karar verdim ve son gün başvuru yaptım. Tam yedi ay sonra da e-mailime Kültür Bakanlığı’ndan gelen bir mesajla ödülü kazandığımı öğrendiğimde önce inanamadım; İtalyan dostlarıma e-maili yollayıp emin olduktan sonra sevinçten haykırdım desem yeridir. Çeviri kitapların hepsi keşke çift dilli yayımlanabilse ve günahıyla sevabıyla, bu çeviriler, çeviribilim, akademisyen ve bu dili bilen çevirmen ve okuyucuların değerlendirmesine objektif olarak sunulabilse. Kitabın çevirisine çok çalıştım. Çeviri süresince gerek yazarın kendisinden gerekse başka dostlarımdan da destek gördüm. Başka bir dilin derinliklerine olan serüven her zaman heyecan verici; böylece başka bir şairin şiir dünyasına da giriyorsunuz. Bütün bu bağlantıları, dillerarası karşılaştırmalı olarak keşfetmek ve çeviri deneyimini sorgulayıp geliştirmek heyecan verici oluyor. Yarışma için benden bu kitabı neden çevirdiğim ve çeviri sırasında nasıl bir süreçten geçtiğimi soran bir rapor istenmişti. Bu raporu da Türkçeye çevireceğim. Bu güzel ve değerli söyleşi için size teşekkür ediyorum.

Başlık görselleri Pierre Barraud de Lagerie'ye aittir.

0
8731
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage