06 NİSAN, CUMA, 2018

Varlıkla Yokluk Arasında Bir “Ben”lik Karmaşası

İlk defa GalataPerform’un Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali kapsamında okuması yapılan, Volkan Çıkıntoğlu’nun birtakım felsefik gizleri araştırdığı oyunu Bir Meşrutiyet Faciası yahut Gündüzlerimiz, Seyyar Sahne prodüksiyonuyla, Celal Mordeniz rejisiyle sahnede. Oyunun ışık, dekor ve afiş tasarımını Nursev Demirbaş üstlenirken, performanslarda Volkan Çıkıntoğlu, Hakan Emre Ünal ve Doğu Can karşımıza çıkıyor.

Varlıkla Yokluk Arasında Bir “Ben”lik Karmaşası

Bazı oyunların ismini duyar duymaz o oyunu sahnede görmek ve ismiyle olan ilişkisini, neden bu isimle oynandığını anlamak istersiniz. Bir Meşrutiyet Faciası yahut Gündüzlerimiz tam olarak böyle bir oyundu benim için. İsminden başlayıp, seyri boyunca izleyicinin zihninde üst üste sorgulama ekranları açan, zaman zaman sistemi dondurup akli bir kapat-aç’a sebebiyet veren de bir oyun öte yandan. Sahne açılışında üç tane oyuncu görüyoruz. Üç oyuncu da sandalyelerinde oturuyor, her birinin sandalyesi o an içinde kendi bireysel alanlarının birer ögesi. O zaman dilimi içinde farklı kişisel alanlarda, bazen ortak “soru-cevap”larla, zor durumlarını kotarmaya çalışıyor üçü de. Biri sevgilisinin kendinden ayrılma isteğini göğüslerken, diğeri müdürüne olan hayranlığını olabildiğince inandırıcı bir biçimde anlatıyor, bir diğeri ise kişisel hayatı içinde ailevi problemleriyle debelenirken, o an ablasına eşcinsel olduğunu itiraf ediyor. Oyunun bu ritimde ve dramatik düzende gitmesi bir izleyici olarak o esnada kabulüm aslında. Çünkü bu düzlemde giden bir hikâyeyi dinlemek, izlemek dâhi izleyicinin hakkı diye düşünürken bir şeyler oluyor ve üç farklı mekândaki kişiler bir anda birbirlerini aynı boyut ve düzlem içinde buluyorlar. Oyun tam da bu üç kişinin- Neden üç, neden dört değil, beş değil de üç?- neden o düzlem ve boyutta bir arada olduğu üzerine bir anlatı. Üç oyuncu da oyun boyunca buna kafa yoruyor, hem kendilerine açıklamaya hem de dolaylı olarak izleyiciye bunu ifşa etmeye çabalıyorlar. Bu bir sır değil elbette. Zira oyunun ortalarına bile gelmeden, “Rüyada mıyız?” “Kimin rüyasındayız?” “Peki eğer bu senin rüyansa benim hiç tanımadığım birinin rüyasında ne işim var ya da benim rüyamsa hiç tanımadığım senin, benim rüyamda işin ne?” benzeri rüya kapışma soru ve seanslarından sonra birinin bedenine/aklına hapsolduklarını düşünüyorlar. Ve belki de hayattaki en temel varlık sorununa ulaştırıyor bu sistematik düşünce zinciri onları: “Biz kimiz?” Aslında içeride yaşadıkları şeylerin, içine hapsoldukları varlığın talepleri olduğunu düşünüyorlar. Sahne ve ışık geçişleri de buna göre şekilleniyor artık. Kâh birinin çocukluğundaki ailevi ilişkilerine giriliyor, kâh birinin mesleğiyle olan içkinliğini irdelemeye, kâh birinin cinselliğinin tüm gruba dışavurumuna…

Tüm bu birbirinin içinden hızla geçen çoğunluğu yüksek ritimdeki sahneler için ideal sade bir dekor görüyoruz sahnede. Oyun aktıkça peyderpey yükselen ritmi kompanse etmesi açısından, geri kalan ögelerdeki sadelikler yerine oturuyor. Bu düzeni, bazen ritmin ötesine geçmeye çalışan ışık hareketleri ve filtrelerinin göz kamaştırıcılığı bozmaya çalışsa da pek başarılı olamıyor. Sahnede izlediğimiz hayli sağlam kurulmuş olan metin ilk olarak Galata Perform’un Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali kapsamında okunmuş. Zira yazarı Volkan Çıkıntoğlu bu atölye dâhilinde yazmış oyunu. Metni okuma fırsatım olmadığı için, metnin bu şekilde mi yazıldığı, yönetmeni Celal Mordeniz’in dokunuşuyla mı bu şekle evrildiğini bilemiyorum ancak bu birbirinin içinde hızlı geçişkenlik sağlayan sahneler zekice kombine edilmiş yerli bir iş seyretmenin mutluluğunu hissettiriyor. Bu sağlam yapıyı tamamlayan elbette üç şahane oyunculuk var. İlk sahnede sevgilisinin ayrılmaya yüz tuttuğu, iyi bir yazar olduğu düşüncesine sonuna kadar inanan ama kitaplarını bir türlü bastıramayan yazarda; aynı zamanda oyunun yazarı olan Volkan Çıkıntoğlu’nu groteskvari bir oyunculukla izliyoruz. Bu karakter oyunun komedi çatısını oluşturuyor denilebilir. Bu çatıyı ayakta tutan diğer oyuncu ise; ona zıt bir şekilde -ki oyunun hikâyesinin zaman zaman bu iki karakterin çelişkisinden beslendiğini görüyoruz- dini bütün bir kişiyi canlandıran, Trom isimli tek kişilik performansından tanıdığımız Hakan Emre Ünal. İki oyuncuya göre daha sade bir performans gösteren Doğu Can’ı ise ilk sahnede ablasına eşcinsel olduğunu açıklayan karakter olarak izliyoruz, bu karakter diğer oyuncular arasında denge kuran bir bağlantı pozisyonunda.

Bu üç karakter sahnede bir benlik çatışması yaratıyor ve hepimizin zaman zaman aklına gelen soruları an içerisinde tekrar sordurtuyor. Savunmasız bir şekilde ve tamamen istemsiz bir biçimde hapsolduğumuz bir yerlerde: “Biz kimiz, hangimizin rüyasındayız, neden bu rüyadayız, ne yaparsak bu rüyadan uyanırız, bulunduğumuz yeri daha iyi kollayıp gözetirsek mi yoksa orayı mahvedersek mi? Ve sanırım hayır, bir rüyada değiliz ve aslında hepimiz aynı kişiyiz. Tek bir kişinin sadece farklı yansımalarıyız. Farklı olay dizilerini, farklı kronolojik sıralamalarla yaşasak da aynı kelimeleri kullanıyoruz, aynı soruları soruyoruz, aynı cevapları veriyoruz, aynı kişileri seviyoruz, aynı kişilerden ayrılıyoruz, aynı acıları yaşıyoruz, aynı çocukluk travmalarını atlatıyoruz hepimiz. Bu aynılık altında durmadan birbirimizi öldürmeyi mi tercih ediyoruz, öldürmeye alışmayı mı? Öldürmekten sıkılacak düzeye gelip bir meşrutiyet faciasına mı sebep oluyoruz; konu ne olursa olsun birbirimizle durmadan konuşup, bağ kurup gündüzler mi yaratıyoruz?” sorularını akla getiriyor. Bu soruların cevabını tam olarak vermiyor ama bu ve benzeri bir sürü soru üzerine kafa yordurtup, çokça güldürüyor.

0
4384
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle