23 HAZİRAN, CUMA, 2017

“Tiyatronun İyileştirici Gücüne İnanıyorum”

Bu yıl 22. Sadri Alışık Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü alan Başak Kıvılcım Ertanoğlu ile Sen İstanbul'dan Daha Güzelsin’i, bağımsız tiyatroları ve kadının aktüel konumunu konuştuk.

“Tiyatronun İyileştirici Gücüne İnanıyorum”

Başak Kıvılcım Ertanoğlu, 2005 yılında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo-Televizyon ve Sinema bölümünden mezun oldu. Ankara’da birçok oyunda görev almasının yanında İstanbul’da Şahika Tekand Stüdyo’da oyunculuk, Digital Film Academy’de ise kamera önü oyunculuk eğitimi aldı. Oyunculuk kariyerine Kadir Has Üniversitesi İleri Oyunculuk yüksek lisans eğitimi ekleyen başarılı oyuncu, klasik biçimde birçok oyun sahneye koydu. Bağımsız tiyatrolarda ise Şekersiz, Kam ve Balat Monologlar Müzesi gibi çağdaş ve sıra dışı projelerin içinde yer aldı. Diva isimli yazıp yönettiği bir oyunu da olan Başak Kıvılcım Ertanoğlu son olarak bu yılın çok ses getiren projesi Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin oyunu ile sahnelerde.

Sen İstanbuldan Daha Güzelsin’i sahneye koyma süreciniz nasıl gelişti?   Oyunun ismi özellikle neyi ifade ediyor?

Murat (Mahmutyazıcıoğlu) aslında bu hikâyeyi bir sene önce katıldığı bir atölye sonrası, ilk olarak Melis karakterini düşünerek yazmaya başlamış. Ama sonra eklemelerle ve kendi tabiriyle “kaba taslak” bir çalışma olarak sundu önümüze. O kaba taslak dese de bizim için bitmiş bir oyundu aslında. Ayfer, Melis ve ben okumaya başladık ve bayıldık oyuna. Hemen başlayalım ve yapalım dedik bu oyunu. Biz okuyunca repliklerin duyulması da yardımcı oldu ve sonra eklemelerle finali değişti oyunun. Metin bizden bir parçaydı, bu yüzden tüm benliğimizi katmamız gerekiyordu. Özellikle Melis, Ayfer ve Murat’la yaşadığımız paylaşımlar hem çok iyi bir prova sürecine hem de o enerjinin oyunun ritmine yansımasına yaradı.  Kulis güzel olunca oyun da güzel oluyor herhalde. Oyunun ismine gelince, hepimizin İstanbul’la kurduğu bir bağ var. Ben Ankaralıyım, 2005 yılında geldim İstanbul’a ve o zaman İstiklal Caddesi’nde ağaçlar ve Arnavut kaldırımları vardı. Hala daha hatırlıyorum o İstiklal Caddesi’nin girişinde kalışımı,  herhalde Avrupa ülkesinde bir şehir dedim burası. Tabii aradan çok zaman geçmese de o zamanlar bambaşkaydı. Bir özgürlük hissi ve yaşam vardı. Yine de bu kısa zamanda İstanbul’daki değişim bizim maruz kaldığımız değişimle çok örtüşüyor. Dolayısıyla ona atıfta bulunan bir isim. İstanbul’da yaşadığımız her an çok kıymetli ve evet Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin adı aslında İstanbul’u çok da yücelten bir isim. Yani Murat’ın gördüğü değişen İstanbul’un, bizim içimizdeki güzelliği asla kaybetmeyeceğini anlatıyor aslında.

©Nazlı Erdemirel

Oyunda üç kuşak kadının, üç farklı hikâyesini anlatıyorsunuz. Canlandırdığın karakterden ve diğer kuşaktaki karakterlerle ilişkisinden biraz bahsedebilir misin?

1950’lerden bugüne doğru ilerleyen bir zaman dilimi var oyunun. Üç kuşak kadının yani anneanne, anne ve kızın hem İstanbul’un değişen zamanında hem de kendi zamanlarındaki dönüşümleri görülüyor. Bu değişim içerisinde bu üç kadın da çok güçlü ve güçlü olması gerektiğinin farkında olan kadınlar. Benim annemi oynayan Ayfer; üç tane çocuğu tek başına büyütmüş bir kadın. Ben; kocam ve çocuğum arasında mekik dokuyan ve bir şekilde değişime ve kendi içindeki sese karşı yaşamaya çalışan bir kadınım. Kızım Melis ise; değişen dönemle birlikte bambaşka şeyler istiyor, oyuncu olmayı hayal ediyor. Ama ona öğretilenlerden dolayı “belki beyaz yakalı olmalı veya bir şekilde hayatımı kurtarmalıyım” fikri içinde yaşıyor ama hayır deyip, kendi yoluna ısrarla giden cesur bir kadın.

Sen de cesur bir kadınsın.

Evet ama ben kızım kadar cesur değilim. Belki ben de “yıllar önce o kapıyı çarpıp gitseydim”i soruyorum kendime veya kızımın çıkıp gitmesi ilerleyen dönemlerde iyi ki dedirtecek bilmiyorum. Bu karakteri 10 yıl sonra oynasam bambaşka şeyler söyleyedebilirim.

Peki sen de annen Ayfer için kızım bunu iyi ki yapmış dediği bir evlat mısın?

Ayfer’in dönemi tabii daha zor bir dönem. Asker bir koca onu bırakmış gitmiş, belki o benim için öyle düşünmüyor olabilir. Çünkü o hayata karşı daha rahat, aynı şekilde kızım da öyle ama ben kesin çizgileri olan daha temkinli biriyim.

©Nazlı Erdemirel

Oyundaki karakterin kaç yaşında?

1958 doğumlu benim karakterim ama oyunun sonunda 60 yaşlarında oluyor,  yaş geçişlerimiz var hepimizin. Benim kızımı oynayan Melis Öz’ün oynadığı Melis karakteri bazen 13 yaşında, bazen 20, 30 veya 35 oluyor. Aslında şu çok değerli bence oyunda; üç farklı kuşak ve üç farklı yaş aralığının aslında ne kadar farklı ama bir o kadar da aynı olduğunu görüyoruz  Çünkü gençken, ebeveynlerinden görüp, asla yapmam dediğin şeyi 35 yaşına geldiğinde aniden yaparken buluyorsun kendini ve öylece kalıp onlara ne kadar benzediğini fark ediyorsun. Oyunun sonunda zaten -spoiler vermeyim ama (gülüyor)- ortak bir yolda olduklarını anlatan bir sahne var. Zaman geçse de Türk kadınların başından geçenlerin ne kadar ortak olduğu anlaşılıyor. Ama öyle sentimental bir şey de değil yani oyun, komik bir biçimde ele alıyor.

Bu hikâyeler bize yabancı olmayan, tanıdık hikâyeler. Yani izlerken sanki yan odada oluyormuş hissi yaratıyor veya “ben böyle birini tanıyorum” dedirtiyor. Özellikle postür açısından karakterin büyük tutarlılığı var ama yönelişin mekanik de değil. Bu yüzden role yaklaşırken nasıl bir yol izledin?

Oyundaki karakterimin adı da Başak. Zaten tüm karakterler oyuncuların kendi ismini taşıyor. Başak karakterini yaratırken en çok yardımcı olan şey metin oldu. Çok katmanlı, özenli ve incelikli bir metin. Gerçekten oyunu ilk okuduğum andan bu 40’ıncı oyuna kadar her seferinde yeni bir şey keşfediyorum. Hatta bazen Murat’ı kenara çekip “bunu nasıl yazdın, burada ne demişsin sen öyle” diye farkındalıklarım oluyor. Çünkü bazen oyuncu olarak anlamların bazıları es geçilebiliyor veya sonradan anlaşılabiliyor. Bu anlamda oyundaki kişilerin tanıdıklık hissi yaratması yazarımızın müthiş bir gözlem yeteneğinin olmasından kaynaklanıyor. Onun etrafındaki kadınların yaşadıkları anların, olayların absürt ve komik olmasından kaynaklanan bir yaratım. Kendisi de zaten fazlaca komik bir adam.

©Nazlı Erdemirel

Öyleyse karakterlerin başarısında Murat’ın yönlendirmelerinin payı büyük. 

Kesinlikle, onun çizdiği karakterleri anlamamız açısından hem dili hem de yönlendirmeleri çok yardımcı oldu. Çünkü zaten o daha baştan her şeyi kafasında çizmişti. Kafasında belirlediği karakterlerin absürt kısımlarını bize açması, bizim zorlu sürecimizi kolaylaştırdı. Sonuçta sen de biliyorsun karakteri yaratma süreci çok derin bir kuyu, içinden çıkılmaz bir durum olabiliyor. Ama çok iyi çalışmalar yaptırdı bize, mesela karakterlerimizin ağzından mektuplar yazdırdı; anne kızına, kız anneannesine, ben anneme yazdım ve bunları karakterlerimizin ruh halinde, sanki ilk defa okuyormuşuz veya bu mektupları bir yerlerde bulup da okumuşuz gibi okuduk. Ve mesela yalnızca o da değil görsellerle köprünün ilk açılışı, kadınların o dönem giyinişlerinden tut yaşayışları ve kitap önerilerine kadar kafasında projeyi aşama aşama oluşturmuştu Murat. Bu yüzden metnin getirdiği ruh anca o kadının postüründen çıkabilirdi benim için.

Evet postürün o anlamda gerçekten tutarlıydı. Yani durak noktaların ve o kadına ait bir aşırılık ve hemen aşırılığını fark edip geri çekilmesi sanki matematiksel bir hesaplama gibiydi.

Murat çizimler de yapan biri biliyorsun ve bu anlamda kafasında karakterleri de çiziyor ve bunları aktarabiliyor. O tutuklukla beraber oyunda çok fazla “diyemedim tabi” repliği var ve bu üç kadının da o diyemedikleri bedenlerine fiziksel olarak yansıyor. Anneanne de bu durum küfür etme olarak görülürken benim oynadığım karakter daha kocasına sinirlenerek, eteğini düzelterek, dik durarak, terlemeleriyle ve sağa sola dönüşleriyle bu durumu yansıtıyor. Ama bu kadınların üçü de güçlü kadınlar yani hayatla baş etme biçimleri farklılık gösterse de aslında güçlü olmak zorunda olduklarının farkında. 

©Nazlı Erdemirel

Oyunda dikkat çeken unsurlardan biri de mizah. Tam duygusal bir an yaşayacakken trajik bir mesafe giriyor ve kahkaha atmaya başlıyoruz. Bu kendiliğinden doğan bir durum muydu yoksa yönetmenin tercihi miydi? 

Kesinlikle yönetmenin tercihiydi, çünkü bence Sen İstanbuldan Daha Güzelsin’i Sen İstanbuldan Daha Güzelsin  yapan şey tam da bu sorduğun sorunun içeriği. Mesela iki gün önceki oyunda seyircilerden biri “Ağlayamadım çünkü tam ağlarken gülme geldi sonra utandım” dedi ve bu biz çalışırken de böyle oldu. Çünkü oyunda da Başak kocasını gömüp eve geliyor ve eve girince ilk dediği “Şey şu duvar kağıtlarını değiştirelim” oluyor. Yine mezarlıkta herkesin içinde kızım benden su almak için para istiyor ben de kızıma: “Bende para ne arar git bakkala babam öldü de” diyorum. Bir başka şekilde mezarlıkta kızım erkek arkadaşından bahsedince ben o yas havasının içinde “Sevgililer ama yazın nişanlanacaklar” diyorum, işte mahalle baskısının absürtlüğü orada devreye giriyor. Metnin doğasında ve Murat’ın kendi mizah anlayışından kaynaklanan bir absürtlük bu. Sanırım seyircinin hoşuna giden de bu durumu ajite etmeden veriyor oluşumuz. Oyunun doğallığına kendini kaptırabiliyor oluşu da bu sebepten. Çünkü yersiz zamanlarda aklımıza gelen şeylerin dışavurumu oluyor. Kocası ölen kadının, duvar kağıdı değiştirmek istemesi veya “bu evden elini kolunu sallayarak çıkamazsın” diye bağırıp “nerden duydum bunu diziden mi” diye kendime soruşum beklenmedik oluyor. Seyirci de bu anlamda hazırlıksız yakalanıyor çünkü onlar da biz de fazlaca çıplak bir vaziyette orada bulunuyoruz. Gülünüyor, ağlanıyor, hızlı duygu geçişleri, katharsis mi yaşıyoruz derken bir anda kendini oyunun sonunda  buluyor. Öte yandan oyun doğaçlama yapmak için zor bir yapıda, bu hem iyi hem de zorlayıcı bir şey. Çünkü kısıtlı bir hareket alanım var, diğer oyuncu arkadaşlarıma bakmadan oynuyorum ve onları temsil süresince hissetmek zorundayım. Fakat ekipçe bu süreci çok iyi toparladık ve bir de ben oyuncu olarak kendimi zorlayıp, yeni şeyleri deneyimlemeyi seviyorum. 

©Nazlı Erdemirel


ŞekersizKam (video performanslı oyun) Balat Monologlar Müzesi oyunlarının yanında, bir de yazıp yönettiğin Diva oyunun var. Bu projelere yaklaşımın nelerdi?

Ben Ankara Devlet Tiyatrosu’nda başladım aslında ve oynadığım oyunların çoğu klasik sahneleme biçimlerindeki oyunlardı. Lisansımı Gazi Üniversite’sinde Sinema ve Televizyon üzerine yaptım ve İstanbul’a geldiğimde bir süre kurgu işleri de yaptım. Süreç içinde belediyelerde başka yönettiğim oyunlar oldu ama yaptığım işler ilk Diva oyunu ile daha görünür bir hal aldı. Yani tiyatro ile aramdaki bağ sanırım 60 yaşımda da aynı olacak ve hep tiyatro yapmak istiyorum. Söylemek istediklerimi aktarmak her ne kadar yazar olmasam da yazabildiklerimi projelendirmek ve aktarmak istiyorum. Diva da aslında böyle bir proje. Hem yazıp hem de yönettiğim bir oyun oldu ve orada kadınların hayatta görünür olmasıyla ilgili kafamda bazı şeyler vardı. Diva kavramı görünürlük açısından göz önünde olan bir anlam olduğu için bunu seçtim. Şekersiz ise hayatımdaki en özel projeydi diyebilirim. Yan Etki Sahne’nin projesiydi ve hepsinden öte Murat ile yollarımızın kesişmesine sebep olan oyundur benim için. O oyunu da Murat yazmıştı ve aynı zamanda karı-kocayı oynuyorduk birlikte. Şekersiz benim için bağımsız sahnelerde görünürlüğümün olduğu ilk oyundu. Çerçeve sahne sonrası seyircinin nefes alıp verişini duymak, aradaki mesafenin kalkması ve bambaşka bir gerçeklik olması benim için çok özel bir deneyimdi. O sıralar master’ımı Kadir Has Üniversitesi’nde İleri Oyunculuk üzerine yapıyordum ve o süreçte oyunculuğa bakışım değişti. Pratik yapmak açısından müthişti ve benim için bir şeyi oynamak değil de karakter üzerinden, oyun üzerinden anlatmak daha doğru bir yöneliş olmaya başladı. Balat Monologlar Müzesi ise çok sevdiğim çok farklı bir iş. Galataperform’un, Balat sokaklarında yazarların gezip, yazdığı ve o kısa hikayelerin derlendiği bir oyunu. Tiyatro’nun geleceği açısından da yenilik açısından da çok farklı bir oyun. Ahmet Sami Özbudak gerçekten iyi bir iş çıkardı bu konuda. Kam oyunu ise Can Bora’nın sinemada kullanılan Green box tekniğini sahneyle birleştirdiği bir projeydi. Çok maliyetli bir işti ama repliklerin seyircinin zihninde canlanmasını sağlayan görseller kullanılarak yapılan bir çalışmaydı. O iş de gerçekten hem teknik açıdan hem de prodüksiyon anlamında bana çok şey kattı.

©Nazlı Erdemirel


Çok uzun zamandır tiyatro yapıyorsun, birçok projede bulundun. Alternatif/bağımsız tiyatroların konumu, dinamiği ve geleceğini ne durumda görüyorsun? Kendi yaptığın işi nasıl bir sınıfta değerlendirirsin?

Nihayet Türk Tiyatrosu’ndan, Türkiye Tiyatrosu’na geldik. Özellikle bağımsız tiyatrolarda müthiş bir dayanışma var, bu anlamda tiyatronun iyileştirici gücüne inanıyorum ve bu benim için sadece bir hashtag değil. Bu yüzden şimdi de yarın da Türkiye tiyatrosu açısından yapılanları umut verici buluyorum. Bunun dinamiği de gerçekten tiyatronun birleştirici gücüne hala aynı merakla ve saflıkla inanıyor oluşumuz. Birbirimizin oyunlarına önem verip heyecanla gidiyoruz. Mesela şu anda gerçeklik algımız da şaşırmış bir durumda. Sosyal medyada bazı olayları, haberleri gördüğümüzde gerçek değildir bu diyoruz ama maalesef gerçek olduğunu anlıyoruz. Fakat tiyatro bu anlamda daha gerçek duruyor. Özellikle son 15 senede yaşadığımız her şeye rağmen ısrarla direnmemiz muazzam. Bu bizim hayatla mücadele etme yöntemlerimizi de geliştiriyor. Bu kadar sanal şeylerin içinde yaşarken, olup bitenler hem yazdıklarımıza, hem de sahne üzerindeki devinimimize yansıyor. Ve çok daha az maliyetle çok güzel şeyler yapabiliyoruz. Röportajdan önce çok güzel bir şey söyledin: “Az paranın içerisinde de stilize bir şey yapabilirsin, elindeki malzemeyi ona göre dönüştürürsün” diye ve kesinlikle öyle, bu farkındalık oluştu. Ve biz de şunu anladık bu su çok güzel ve biz bunu yapmak için çok anlamlı bir emek harcıyoruz.

Peki tiyatrolar ile ilgili önerebileceğin veya “şu olmasın” dediğin bir şey var mı?

Bir tanesi bağımsız tiyatroların biletlerinin üzerindeki KDV’lerin kaldırılması olabilir. İkincisi gerçekten insanlar oyun projelerini yapmadan önce bir kez daha düşünüp, iyi bir araştırma ve prova süreci geçirdikten sonra sahneleyebilir. Çünkü seyirci olarak bir oyuna gittiğimde tamamlanmamış veya sanki bir prova gibi bir şey izlemek tatmin etmiyor. Bu yüzden netleştirilmiş, ne söylemek istediğine karar verilmiş ve elindeki malzemeyi samimiyetle gösterebilecek işlere odaklanılması daha iyi olabilir.

©Nazlı Erdemirel


Yaptığın işi ifade etme yöntemin nasıl? Yani benim yazarlarım şu, böyle bir dilden kendimi ifade etmek bana daha anlaşılır geliyor dediğin bir üslup, eser veya biçim var mı?

Oyuncu olarak tek bir üsluptan veya şu teknikten yararlandım diyemem çünkü her projede bambaşka bir dünya ile karşılaşıyorsun. Bir maçta her defansa aynı çalımı atarsan karşındaki artık bunu anlar ve kendini tekrarlamış olursun. Bu yüzden ben olabildiğince atölyelere katılmaya, yeni şeyler deneyimlemeye çok önem veriyorum. Çünkü oynamak, yönetmek sanat yapmaktan ziyade aktarıcı olmak, aktaran olmayı tercih ediyorum. Yazarlar içinde de klasikleri çok seviyorum ve Çehov’un içindeki mizah ve gerçekliği bambaşka buluyorum. Alfred Jerry’nin absürtlüğü de bambaşkadır benim için ama koca bir derya tiyatro ve her metin çok değerli. Hala gizli saklı çıkan yeni metinlere şaşırmayı ve keşfetmeyi seviyorum. 

Sen İstanbuldan Daha Güzelsin kadınların kuşaktan kuşağa yaşadıkları durumları anlatıyor. Sen gerek tiyatroda gerekse pratik yaşamda kadının konumunu aktüel açıdan nasıl değerlendiriyorsun? 

Genel olarak bu sene tiyatroda kadınların yılıydı diyebiliriz. Mesela Yutmak ve Şato’nun Altında çok başarılı oyunlardı. Yani tiyatroda bütün roller erkeklere yazılmış klişesini böylece geçmek istiyorum. Kadın üzerinden kurulan hikayelerin ne kadar sürükleyici ve derinlikli olabileceğini görebiliyoruz artık. Ama kadın karakterlerin çoğu çok fazla edilgen. Özellikle televizyon yapımlarında yer alan kadın karakterler hep edilgen ve izleyicinin hayal dünyasını kısıtlayan roller oluyor. Bir kadın karakter üzerinden de aksiyon dönebilir. Kadına bakış değiştikçe ve bu bakışa önem gösterip bunun üzerine daha tutarlı çalışmalar yapılıp, kaleme alındıkça zamanla bu algı kırılabilir. Özellikle tiyatro bu anlamda sadece “güzel kadın aşık olur” algısını kırabiliyor. Yetenekli kadınlarımızın da hayatlarını mercek altına alıp, onların hikayelerine gerçekçi bir yerden yaklaşabiliyor. Tabii ki hem güzel olup hem yetenekli de olabilirsin. Marilyn Monroe hem güzel hem de yetenekli bir kadındı, tarihte de çok örneği var ama sadece güzel olduğun için bir yerde bulunmak izleyiciye de haksızlık. Tabii ki güzellik algısı Lacan’ın da ifade ettiği gibi veya yıllardır okuduğumuz, gördüğümüz gibi değişebiliyor. Her dönemin güzellik anlayışı, izleyicisi ve alıcısı oluyor. Fakat çok güzel olmayıp izledikçe artık sana çok güzel gelen, yeteneği ile, aktardıkları ile başka bir güzelliğini kabul ettiğin karakterler oluyor.

©Nazlı Erdemirel


Bu yıl 22. Sadri Alışık “En iyi kadın oyuncu” ödülünü aldın. Ödülü alana kadar ki süreç ve aldığın an nasıldı? 

Ödüller çok cesaretlendirici bence. Murat’ın Afife Jale Ödülleri’nde aldığı Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü veya Tiyatro Eleştirmenliği Birliği’nden alınan ödül kesinlikle işimizin güzel şeylerle buluştuğunu gösteriyor. Ödülü aldığın an film şeridi gibi gözünün önünden geçen bir an var ama yani böyle kötü bir yerden değil, hepsini bir anda hatırlıyorsun. Mesleğe ilk başladığın an, bu yolda tanıştığın insanlar, içinde bulunduğun projeler hepsi bir anda yanı başında oluyor ve evet ödülü alıp evindeki rafa koysan da uzun vadede onurlanıyorsun ve devam edecek motivasyonu buluyorsun. Çünkü seçici kurul işini hakkaniyetiyle yapıyor bence ve yıl boyunca birkaç kez pasajların, bodrumların içine sızmış olan oyunları izliyorlar ve buna gerçekten mesai ayırıyorlar.

Ödülü aldıktan sonra hayatında değişen (iş, sosyal ortam vs) bir şey oldu mu? Ödüllere bakış açın nedir?

Hayır hiçbir şey değişmedi! (gülüyor) Yani onun manevi mutluluğu bambaşka ve bu benimle hep yaşayacak ama hayır bir şey değişmedi ve işsiz oyuncular olarak devam ediyoruz hayatımıza. Mart ayına kadar para kazanmak için bambaşka işler yaptım, birçok farklı işte çalıştım. Spor okulunda çalıştım, çevirmenlik yaptım, satış temsilciliğinden garsonluğa kadar hepsini yaptım.

©Nazlı Erdemirel


Dinamiği sağlayan da bu olmuyor mu?

Kesinlikle zaten ödülü alırken bunlar gözünün önüne geliyor. Yani hayatımı nasıl idame ettireceğim sorusu seni dinamik tutuyor ve mücadele halinde olmak zorunda olduğunu farkediyorsun. Çünkü bu iş böyle bir ateş biliyorsun, insan bu işi yapmak istiyorsa her türlü işi yapıp, karşılaştığı insanları ve deneyimleri hayatına katarak ilerliyor. Hayatı öğreniyorsun ve aktarıyorsun. Ama dizi, sinema tekliflerinden bahsediyorsan henüz öyle bir şey olmadı! (gülüyor)

Önümüzdeki sezon oyun devam edecek mi ve senin düşündüğün uzun veya kısa vadeli başka projeler var mı? 

İlerleyen zamanlarda projesini kendim hazırlayıp, çekmekten ziyade oynamak istediğim bir sinema filmi var aklımda. Belki yabancı prodüksiyonlarla ortaklaşa gerçekleştirilebilir çünkü içinde evrensel noktalar var. Önümüzdeki sene Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin devam edecek. Bu sezonu da hemen bitirmiyoruz zaten. Aslında kafamızda bir beş sene sonra, ayda bir de olsa oynamak var. Biz ekip olarak Başak, Ayfer ve Melis’in baş harflerinden oluşan BAM ekibiyiz. Bu yüzden BAM’ın başka projeleri de illaki olacaktır sanıyorum. Murat da öyle düşünüyordur çünkü gerçekten çok iyi bir ekip olduk ve her zaman böyle başarılı oyuncularla bir arada olmak kısmet olmuyor. Bu anlamda ödül de aslında BAM’ın ödülüdür. Onun dışında önümüzdeki sezona beni heyecanlandıran başka projeler de var, hangisi beni daha çok kendine çekerse o projeyle yola çıkmak istiyorum.

0
11189
1
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle