08 KASIM, SALI, 2016

Tasarımın Öznesi Değil Nesnesi: İnsan

İstanbul 22 Ekim-20 Kasım tarihleri arasında 3. İstanbul Tasarım Bienali’ni ağırlıyor. ‘İyi tasarım’ olgusuna karşı çıkan, tasarımın tarihini insanlık tarihiyle paralel bir şekilde ele alan bienal, arkeolojik bir yaklaşım sunuyor. Küratörler Beatriz Colomina ve Mark Wigley’den 3. İstanbul Tasarım Bienali’ni dinledik.

Tasarımın Öznesi Değil Nesnesi: İnsan

Bienal, tasarıma alışılmışın dışında bir yaklaşım sunuyor. Biraz anlatabilir misiniz?

Bu bienalin tasarım üzerine ortaya koyduğu kuvvetli yaklaşımlar var. En temelde bienal, ‘iyi tasarım’ olgusuna karşı çıkıyor. Bienalin aslında ‘iyi tasarım’ objelerini, ürünlerini bir araya getirmesini, onları bir anlamda ‘kutlamasını’ beklersiniz fakat bu bienal, iyi ve güzel olarak adlandırılan tasarımın aslında o kadar da ‘iyi’ olmadığını anlatmaya çalışıyor.

Tasarım üzerine yeni tartışmalar başlatmak için İstanbul’un çok doğru bir adres olduğuna inanıyoruz. Evet, Türkiye’de krizler yaşanıyor  ve burada yaşayan insanlar zor günler geçiriyor ama bir yandan İstanbul’un tasarımın merkezlerinden biri olduğunu unutmamak gerek. Toprağa ufak bir delik açıyorsunuz, altında başka bir medeniyete ait kalıntılar buluyorsunuz. Bu da tasarım sürecinin bir parçası. Bu yüzden İstanbul Tasarım Bienali’ne davet edilişimiz bizim için bir onur. Tasarım sadece iyi günlerin, zamanların konusu değil, aynı burada olduğu gibi kötü ve neye gebe olduğu bilinmeyen günlerde tasarım üzerine daha çok düşünmeye ihtiyacımız var.

Basın bülteninde bienalin bu yıl şehrin içine, sokak aralarına sızacağından bahsediliyordu... Bunu biraz açabilir misiniz? Bienal şehirle ne şekilde bağlantı kuruyor?

Önceki yıllarda bienal, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda oluyordu. Şimdi ise buraya ek olarak bienale şehrin farklı yerlerindeki Depo, Studio-X Istanbul, Alt Sanat Mekanı ve İstanbul Arkeoloji Müzesi de ev sahipliği yapıyor. Bütün dünya tasarım aracılığıyla tek bir büyük ayak izine dönüşüyorsa, tasarım hayatın her parçasına bulaşıyorsa, artık bienalin de tek bir mekânla kısıtlı kalmama sorumluluğu var diye düşündük. Bu bakımdan bienalin mekânları ile bienal mekânı olmayan, şehrin diğer kısımları arasında da çok büyük bir fark yok aslında. 

 Mark Wigley ve Beatriz Colomina 

Bienalin etrafında şekillendiği bir manifesto var bildiğim kadarıyla.

Evet biz bu bienal için bir manifesto yazdık ve birçok insandan bu manifesto üzerine fikirler, eserler, projeler üretmelerini istedik. Bienal bu anlamda, bizim de elbette müdahalelerimizle üretilen bütün bu fikirleri, projeleri kapsıyor. Amacımız insanları bir nevi uyandırmak.

Sergide aslında tasarımcıdan çok sanatçı var. Sanatçıların yanı sıra bilim insanları, araştırmacılar, tarihçiler... Aslında manifestoyu paylaştığımız zaman farklı dallardan birçok insandan reaksiyon alabilmek bizi ayrıca çok mutlu etti.

Bienal kapsamındaki sergiler, Princeton ve Columbia gibi üniversitelerde bizden dersler alan öğrencilerin projelerini ve çalışmalarını da kapsıyor. Bu da aslında her ne kadar ‘iyi tasarım’ diye bir olgunun varlığını ancak gerçekten ‘iyi’ olup olmadığını tartışırken, tasarımın geleceğine odaklandığımızda karşımıza gerçekten iyi sonuçlar çıkabileceğine olan inancımıza bir gönderme.

‘İyi ve güzel’ tasarım diye bir şey var ama yine de, değil mi?

Evet, kesinlikle. İyi tasarım her yerde, hayatın her parçasında karşımıza çıkıyor. Elinizdeki telefon iyi bir tasarım ürünü mesela. Kahve bile iyi tasarım olarak değerlendirilebilir. Sabah uyandığınızda, muhtemelen ilk bir saat içerisinde sonsuz sayıda iyi tasarım ürünüyle karşılaşıyorsunuz. İçinde yaşadığınız alanlar, iyi tasarımın sonucu. Daha bilgisayarınızı açmadan tasarımla sarmalanıyorsunuz. Dışarı çıktığınızda da durum farklı değil. Tasarım her yerde, her noktada var. Ama öte yandan bedeninizin en iç tarafları da bir tasarım ürünü olarak düşünülebilir. Beyniniz de buna dahil. Dolayısıyla evet, ‘iyi tasarım’ diye bir şey var ama aslında o kadar da ‘iyi’ bir şey değil.

Tasarım sadece olumlu sonuçlar da doğurmuyor. Belki de dünya üzerindeki en tasarlanmış deniz olma özelliği taşıyan Akdeniz’de, sonsuz göz uzaktan izlerken bir botun içindeki mülteciler hayatını kaybedebiliyor. Elimizdeki telefonları kullanabilmemiz için Afrika’nın derinliklerine doğru çukurlar kazılıyor ve kıta sömürülmeye devam ediyor. Günümüzde etrafımızı saran ürünlerin üretilmesi için doğanın katledilme süreci de aynı şekilde. Tüm bunlardan yola çıkarak zaten ‘iyi tasarım’ın ötesini düşünmeyi, tasarımı çok daha kapsamlı ve gerçekçi bir şekilde ele almayı istedik.

©Nazlı Erdemirel

Bienalin hazırlık süreci nasıldı, kürasyonunu nasıl üstlendiniz?

Bienal komitesinin daveti üzerine oldu. İlk başta tasarımın ne olduğunu sorgulayarak başladık. İkimiz de Princeton ve Columbia üniversitelerinde öğretim üyesiyiz ve tüm bir sömestr boyunca tasarımın ne olduğu üzerine, bir sömestr boyunca da seminer ve toplantılar aracılığıyla konuyu daha derinlemesine düşündük. Aşina olduğumuz anlamıyla tasarım, endüstri devrimiyle başlayan 200 yıllık bir geçmişe sahip. Bugüne baktığımızda, bu 200 yıllık devinimin dışında bir yerde olduğumuzun farkına vardık. Artık her şey tasarım haline gelmiş durumda ve sandalyelerin, lambaların, kaselerin ötesine geçtik. Artık insanı, hayatı, havayı, her şeyi tasarlıyoruz. Galaksinin derinlerine aygıtlar göndererek uzayı da, atmosferi de tasarlıyoruz, yeryüzünün derinliklerini kazarak dünyanın kalbini de.

Tasarım, sadece bu işi profesyonel olarak yapanların değil, herkesin bir şekilde angaje olduğu bir konuma geldi. Elimizdeki telefonlarla çektiğimiz videoları, görüntüleri de tasarım perspektifinden geçiriyoruz günlük hayatta. Siyasetçilerin, bilim insanlarının yaptığı da farklı değil. Dolayısıyla tasarım dediğimiz olgunun kapasitesi çok genişledi. Profesyonel anlamdaki tasarım artık tasarım evreninin çok ince bir katmanından ibaret.

Biz de bu bienalde, tasarımın genişletilmiş anlamı üzerine kafa yormak istedik. Haliyle 200 yılın da daha gerisine, insan elinden çıkan o ilk baltaya kadar gitmemiz gerektiğini fark ettik. Zaten bu yüzden bu bienal arkeolojik bir tutum sergiliyor tasarıma dair.

İki saniye referansı nereden doğdu?

Aslında sosyal medyayla bağlantılı bu durum, hatta daha spesifik olmam gerekirse Snapchat’le bağlantılı. Son zamanların en popüler sosyal paylaşım alanlarından biri olan bu oluşumda en fazla 10 saniye uzunluğunda videolar paylaşabiliyorsunuz. Biz de buradan yola çıkarak dedik ki 200 bin yıllık bir geçmişten 200 yıla, oradan iki güne ve son olarak da iki saniyeye indirelim zaman aralığını.

200 bin yıllık bir zaman aralığını kapsayan bir bienali hazırlamak kolay olmamıştır diye tahmin ediyorum...

Aslında çok enteresan bir süreçti bu bizim için. Yola çıkış noktamız olan ‘Tasarım nedir?’ sorusu, kısa zamanda ‘İnsan nedir?’e dönüştü ve sorgulamamız arkeolojik bir hâl aldı. İnsanın başlangıcını sorgulamaya başladık.

İtiraf etmek gerekirse dünyanın birçok yerinde gerçekleştirilen tasarım bienallerinden epey bunaldık. Son iki yılın, 20 yılın üretimine bakarak tasarımı kutlamak son derece sıkıcı geliyor bize. Biz ise bu sorulardan yola çıkarak insanları düşünmeye davet ettik ve bienal kapsamında, ulaştığımız tüm cevapları sunmayı amaçladık.

©Nazlı Erdemirel

İzleyicinin karşılaştığı eser ve projeler arasında ekran, yansıtıcı yüzey barındıranlar özellikle dikkat çekiyor... Bienalin ‘aynalar’ üzerinden bize anlatmak istediği nedir?

Evet, bienal projesi bir ayna olarak düşünülebilir bu yıl. Örneğin Galata Özel Rum İlkokulu’nda William Forsythe’ın bir eseri karşılıyor ziyaretçileri. Önünde bol bol selfie’nin çekildiği bir nokta burası, eminim insanların en çok aşina olduğu eser bu olmuştur. Kendinizi eğri büğrü bir şekilde merdivenlerden süzülürken görüyorsunuz, eğlenceli ve bir o kadar da etkileşimli bir iş ve bir anlamda ziyaretçiyi de sahneye alan bir iş. Sonra ilerlediğinizde karşınıza çıkan ilk ekranda ise aslında görmekten pek de hoşlanmayacağınız bir görüntüyü, ölümü görüyorsunuz. Ali Kazma imzalı bu videoda bir kadavranın parçalara ayırılışını izliyor ve şok oluyorsunuz. Bir grup tıp öğrencisinin anatomi dersinden bir kesit bu. Videonun en başında bütün öğrencilerin yüzünde dehşet ifadesi görüyorsunuz. İlk kez ölü bir bedenle karşı karşıya kalan genç doktor adayları var karşınızda. Hocaları onları rahatlatmaya, yapacakları işe alıştırmaya çalışıyor. Filmi izlemeye devam ettiğinizde siz de giderek daha rahat hissetmeye başlıyorsunuz kendinizi. Filmin bir noktasında kadavrayı odanın ortasında bir başına uzanırken görüyorsunuz, bütün öğrenciler odayı terk etmiş. Kadavrayla bir bakıma baş başa kalıyor ve ölüm gerçeğini de bir bakıma kabulleniyorsunuz bu karşılaşmayla.

Bu sergide kendinizi, bedeninizin içini, hayattan sonrasını görüyorsunuz. Tüm bunların içine bulaşmış halde tasarım var. Bu yüzden evet, tüm bienal aslında insana tutulan bir ayna olarak okunabilir. Hem genç hem yaşlı birçok insanın bienalde gösterilen projeler karşısında mıhlanıp kaldığını, uzun uzun işlere baktıklarını görmek aslında bizim için bir sürpriz olmadı çünkü tüm bu proje, bizi bize yansıtıyor. İstanbul’daki tasarım meraklılarının, sanatseverlerin ilgisinden çok memnunuz; her gün bolca ziyaretçi alıyor bienal.

Bienalin aslında bu kadar popüler hale gelmesinin bir sebebi de insanın kendiyle takıntılı olması. İnsanlıkla, insan olmakla, kendimizle kafayı bozmuş durumdayız. Bu yüzden de ‘Biz İnsan Mıyız?’ gibi bir soruyla karşılaşınca insanlar, karşı konulamaz bir keşfetme, soruya nasıl cevap verildiğini görme ihtiyacı hissediyorlar.

Sergi alanının tam içinde bir kahve bölümü var, bu da serginin parçası mı?

Kesinlikle öyle, Lübnanlı bir tasarımcının projesi bu. Bienalin genelinde savunduğumuz argümana paralel olarak kahve burada insan bedenine giren, girdiği zaman onu dönüştüren, bunun üzerinden de tasarımına müdahale eden tüm eklentileri temsil ediyor. Örnekler çoğaltılabilir: Kahve, makyaj, elinizdeki telefon, dolgu, protez, kıyafet, her şey...

İnsan olarak dışarıdan aldığımız bu maddelere bağımlıyız. Örneğin ben sabah kahvemi içmeden önce kendim gibi hissetmiyorum. Ancak o kahve bedenime girdiği zaman kendim olabiliyorum. Dışarıdan aldığım bir şey bedenimin içine girdiği zaman ancak kendim gibi hissediyorum ve bu başlı başına çok enteresan bir durum.

Tasarımın insanı etkilediği alan elbette çok geniş. Elinizde yeni bir telefon tutmakla kalçanızın görünüşünü değiştirecek bir protez kullanmaya başlamak arasında tasarım açısından herhangi bir fark yok. İkisi de dışarıdan aldığınız, yapay ama vücudunuzla bir araya geldiklerinde onu dönüştüren eklentiler.

Öyleyse insan, tasarımın eyleyeni olarak değil, tasarımla birlikte ‘dönüşen’ olarak çıkıyor bienalde karşımıza.

Evet, örneğin Marilyn Monroe’nun gençliğinden birkaç fotoğraf gördüğümüz çalışmayı ele alalım. Mathew Hale imzalı bu iş, Marilyn gibi bir kadının nasıl popüler kültür ögesi olarak inşa edildiğine, tasarlandığına dikkat çekmek için burada. Marilyn’in o bilindik imajının öncesinde, aslında Marilyn olmadan önceki halinden başlayarak hikayesini gözler önüne seriyor. Böyle düşününce Marilyn de ‘tasarlanmış’ olanlar grubuna dahil oluyor.

©Nazlı Erdemirel

Bu bienalde fotoğrafa, kadrajın iki tarafındaki aktörlere dair çalışmalar da mevcut. Örneğin 2014 yılında Liberya’daki Elwa Hastanesi’nde Dominique Faget tarafından çekilen fotoğrafa dayanan küratöryel projeyi ele alalım. Neden tasarım bienalinde fotoğraf özelinde çalışmalar da görüyoruz?

Buradaki çıkış noktamız şuydu: Tasarım insanla alakalı bir şeyse, insanın olduğu her yerdeyse, o zaman hastalıkla da ilintili olmalı. Çünkü şu an hayatımızda yeri olan tasarım ürünlerinin en az yarıdan fazlası, insanı ve insan bedenini korumak için tasarlanmış. Daha eski Yunan’dan beri hayatımızda yeri olan bir olgu bu: Sağlıklı olanı, sağlıksız olandan korumak. Mikroplara karşı duyulan korku, insanların sağlıklı ve güvenli gördükleri alanları daha da net bir şekilde belirlemesine sebep oldu. Bu bakımdan sağlıklı olanın hastalıklı olandan ayırılması için tasarım gerekliydi.

İşin özü şov biraz da kaleydoskop gibi. Hastalık, ölüm, iyi tasarım, beyninizin içi; her şey burada, birlikte çünkü hepsi tasarımın hem nesnesi hem öznesi konumunda.

Beynimizin tasarımın nasıl parçası olduğunu biraz açabilir misiniz?

Beynimiz de tasarımın bir parçası. Her düşüncemizle, kafamızda uyanan her fikirle beynimiz yeniden tasarlıyor kendisini. Ve bu sadece metaforik bir argüman değil; gerçekten şekil, yapı ve doku olarak da beyin sürekli dönüşüm, doğal olarak tasarlanma sürecinden geçiyor. Çoğu zaman tasarımın beynin içinde gerçekleşen metaforik bir süreç olduğunu düşünürüz. Ancak yeni araştırmalar gösteriyor ki beynimiz, içinden geçen düşüncelerle eş zamanlı olarak değişiyor, dönüşüyor.

Tüm bunlar üzerinden bu bienal şunu söylemeye çalışıyor. Evet, tasarım üzerine düşünmek için bir araya geldik ama gerçekten kapsamlı bir şekilde tasarımı ele almak istiyorsanız beyni, ekonomiyi, bedeni, kahvenizi, aklınıza gelebilecek her şeyi düşünmeli, bakış açınızı değiştirmeli ve mutlaka genişletmelisiniz. Çünkü tasarım bir masa etrafındaki güzel bacaklı dört sandalyeden ibaret değil.

O zaman tasarım ve insan arasındaki ilişkiyi de tersten ele alıyorsunuz bienal kapsamında... 

Şimdiye kadar tasarım üzerine üretilen düşüncelerin çoğu, tasarımın sizin yararınıza yapıldığı üzerine. Halbuki tasarım ‘sizin için’ tasarlanan dış objelerden ibaret değil. Tasarım doğrudan kendinizi yeniden inşa etmenizin bir yolu; kaçamadığınız, sürekli içinde olduğunuz, sürekli olagelen bir durum. Bu bakımdan, olayın obje tarafını tamamen es geçerek bu bienalde insanı tasarlama fikrine odaklandık. ‘Kendini tasarlamak’ tamamen insanlara özgü bir özellik. Her ne kadar insan, bir tür hayvan olmasından dolayı utanç duyuyorsa da, bizce de bir hayvan türü ve onu diğer hayvanlardan ayıran özelliği de tasarlama kapasitesinden başka bir şey değil.

Tasarımı çoğunlukla bize bir şeyler veren, bize hizmet eden bir eklenti gibi algılıyoruz hâlbuki böyle değil. Tasarım daha çok, her tarafımızı kaplayan bir bulut gibi. Tasarım bize ürünler sunmuyor da biz tasarım sürecinin içerisinde kendimiz de tasarlanıyoruz demek daha doğru.

Mark Wigley ve Beatriz Colomina 

Revital Kohen ve Tuur Van Balen’in 2012 tarihli Ölümsüz adlı eserlerinde gördüğümüz gibi, o zaman tasarım biraz da insandan bağımsız bir varoluşa kavuşmuş durumda diyebilir miyiz?

İnsanlar olarak varoluşumuzu yaşam destek ünitelerine borçluyuz. Benim için kahve makinası bir yaşam destek ünitesi, bir başkası için muhtemelen başka bir obje benzer işlev görüyor. Bu eserde ise herhangi bir yaşamı desteklemeyen, sadece kendi içindeki döngüyü mümkün kılan bir dizi yaşam destek ünitesi görüyoruz. Yaşamın kendisinin denklemin içinden çıkması halinde sistemin hâlâ devamlılığını sürdürebilmesi, bu gibi desteklere ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu, insan olarak tasarıma nasıl bağımlı olduğumuzu gözler önüne seriyor. 

Peki insanlar olarak tasarıma bu kadar vakit harcamamızın temel sebebi nedir? Tasarlarken ulaşmak istediğimiz nihai bir yer var mı?

Çok farklı amaçlarınız olabilir vücudunuzu, benliğinizi yeniden tasarlarken. Dış görünüşünüzden memnun değilsinizdir, sağlığınız yerinde değildir, fiziksel olarak bir tarafınız eksiktir, teknolojik yenilikleri takip etmek istiyorsunuzdur, bir sebep yoktur da sadece değişmek istiyorsunuzdur... Hangi sebeple olursa olsun insan olarak benliğinizi yeniden yaratmaya, tasarlamaya, onarmaya devam ediyorsunuz. Bu da, işin özüne baktığımızda her birimizin birer robot olduğunu gösteriyor aslında. Robotlardan hep korkar insanlar, dünyayı ele geçireceklerini düşünürler, hâlbuki insanların kendileri birer robot bizce.

0
6389
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage