Sizin için, sadece sizin için özel bir şeyler yapan kaç kişi oldu hayatınızda? Siz bir başkası için sadece ona özel bir şeyler yaptınız mı hiç? Hadrianus gibi sevgilinize bir şehir hediye etmeniz gerekmiyor, ama o kadar özel bir şey yapabilirsiniz ki koca bir dünyayı hediye etmeye bedel olabilir. Mesela bütün bir gününüzü sadece ona fotoğraflar çekerek geçirip, bir günün foto-hikayesini yazıp verdiniz mi birine? Herkesin yaşamında vardır böyle şeyler. (Eğer olmadı ise çok eksiklikler var demektir, tamamlamaya bakın.)
İnsanlar gelip geçer hayatınızdan. Bazıları hiç geçmez. Üstelik görmezsiniz, duymazsınız, kmlerce uzaklardadır, ya da hemen bir alt sokaktadır, yine de uzaktır işte. Yine de geçip gitmez, nerede kaldı ise hep oradadır.
Yıllar geçtikçe, inişli çıkışlı duygular yerlerine oturur. Zaman ilerledikçe, geçip giden anılar ve insanlar gibi, o hiç geçip gitmeyenlerin değeri de daha çok anlaşılır, daha derinden anlaşılır. Kimine paha biçilmez. Paha biçilemeyen ama bir daha da dönüşü olmayan şeylerin sızısıdır biraz da bizleri olgunlaştıran.
Gün gelir, en paha biçilmez dostlarınız, sizin bilmediğiniz ve hiçbir zaman size ait olmayan hataların bedelini ödetirler, haberiniz bile olmaz. Haberdar olduğunuzda yıllar geçmiştir.
Gün gelir, sırtınızdan art arda bıçaklar yediğiniz zamanlar yaşayabilirsiniz. Dost sandıklarınızın dost olmadığını, gerçek sandıklarınızın kocaman yalanlar olduğunu fark ettiğiniz zamanlar olabilir. O kadar yaralanır, o kadar yıkık dökük kalırsınız ki, hiçbir şeye devam edemeyeceğinizi düşünebilirsiniz bir gün. Ama bir de bakarsınız; içinizin o kırık döküklüğü ile eskisinden daha güçlü basar adımlarınız. Yaşamın bir çelişkiler toplamı olduğunu kim bilir kaç kere deneyimlersiniz bir ömür boyunca…
Yukarıda saydıklarım, yaşamın sadece size özel biriktirdikleri. Bir de toplumsal birikimler var. Büyümek; biraz da katliamların, savaşların, tecavüzlerin, başka insanların acılarına tanıklık etmenin tarihidir. Çocukluğunuza veda ettiğiniz zamanı hatırlıyor musunuz? Öyle hemen anlaşılmaz. Olan olur, bir bakmışsınız çocukluğunuz çok uzaklarda kalıvermiştir.
Çocukluğuma İstanbul’da bir kitapçıda veda ettiğimi hatırlıyorum. Daha fotoğrafla ilgilenmeye başlamamıştım. Vitrinde, yüksekçe bir yerde, Coşkun Aral’ın Sözün Bittiği Yer isimli kitabı duruyordu. Kapak fotoğrafına takılıp kalmıştım. Yaşamın “gerçek”e tosladığınız hissini veren ilk denemeseydi o.
Hani biraz duyarlı iseniz, yaşamın kirli yüzü durmaz, karşınıza çıkmaya kesintisiz devam eder. Kitap kapağından etkilendiğim günlerin hemen ertesi zamanlardı; Uğur Mumcu’nun katledilişi ile Sivas’ta Allah’ın adı ile insanların insanları yaktığı görüntüler, çocukluğuma ait son kalan kırıntıları da süpürdü gitti. Bundan daha korkunç görüntüleri bir daha asla görmem sanıyordum. Oysa insana ait şiddetin ve vahşetin sınırı yokmuş. Ve büyüdük işte. Gülten Akın’ın o en kısa şiirinde koca bir ömrü anlatışı gibi: “Sonra işte yaşlandım.”
Katliamların, savaşların, adaletsizliklerin, tecavüzlerin ve yalanların sayısı mı arttı, algım ve duyarlılığım mı keskinleşti emin değilim. Ama tüm bu korkunç şeylerin çoğalmasının şaşırma duygumu eksiltmemesine, kanıksamaya direnmeye çalışıyorum artık.
Bir kedinin şefkatine sığındınız mı hiç? O zaman her şey daha iyi anlaşılıyor. Nefrete değil de sevgiye tutunarak yaşamayı kedilerden öğrendiğinde ne çok şaşırıyor insan…
Peki neye inanmalıydım? Gerçek hangisi idi? Çocukluğumun düşleri, paha biçilmeyen o dostluklarım, her biri beni ben yapan anılarım mı yalandı? Ben istemeden önüme bir sofra gibi kurulan bireysel ve toplumsal acılar, bir filmi izler gibi ekranlardan izlediğimiz cesetlerin, yaralı ve acılı yüzleri ile bize bakan insanların görüntüleri mi?
Herkes, hepimiz kendi gerçeklerimizi yaşayıp, bunları dikte ettirmeye çalışıyoruz çevremize ve kendimize. Herkes böyle yapınca da bu bir "benim gerçeğim" mücadelesine dönüşüyor. Dünyadaki savaş ve katliamlar, masumiyetin biricik simgesi çocuklara acı çektiren olaylar kimin “gerçek”i? Kim kurguluyor ve dikte ettiriyor bunları yaşama? Aslında ortada tek bir gerçek var; her birimiz, bireysel ya da toplumsal bağlamda, iktidarların kurgusunu yaşıyoruz.
Tüm bunların fotoğrafla ilgisi ne? Belki hiçbir ilgisi yok. Bundan da emin değilim. Ben kendi adıma fotoğrafa sığındım. O bir araç. Kendi kurgumu ya da gerçeğimi yaparak, kendi kurgumda ya da gerçeğimde yaşamama yardım eden bir araç. Başarı ya da zafer, yenilgi ya da kayıp, kazanan ya da kaybeden, yaşam ya da ölüm… Fotoğraf; sıfatlara ve kavramlara anlamını başkalarının değil, kendi kurgularımızla cevap verebilmenin bir aracı. Çünkü aslında ortada ne kazanan ne kaybeden, ne zafer ne de yenilgiler var. Evet, yaşam ve ölüm, acı ve sevinç gibi gerçekler var belki, ama yaşam bir başarı değil, ölüm de bir yenilgi değil. Acı ve sevinç de öyle. Yaşama hangi açı ile baktığınıza bağlı değil mi her şey? Vizörün ardından bakar gibi… Birkaç derece farklı bir açıdan bakın aynı yere, ne çok şey değişiyor değil mi?
Fotoğraflara bakın. Neye inanmak istersem fotoğraflarda var. Neyi yaşamak istersem de fotoğraflarda. Eğer fotoğraf bir kurgu ise, inanmaya değecek tek kurgu fotoğraf benim için.
Fotoğraf yaşamdan daha gerçek!
Ve biz gerçeğin ne kadarına katlanabiliyorsak o kadarını yaşıyoruz. Fotoğraflarda da, yaşamda da…
Sizin için, sadece sizin için özel bir şeyler yapan insanları hatırladınız mı? Hala ordalar mı? Peki çocukluğunuza veda ettiğiniz zamanı hatırladınız mı?
Fotoğraf yaşamdan daha gerçektir.
Aksini kim iddia edebilir ki?...
Bu yazı Eylül 2012’de Fotoritim’de yayınlanmıştır.