23 ARALIK, CUMA, 2016

Çok Katmanlı Süreklilikler Üzerine Bir Tartışma Deneyimi

Zuhal Baysar’ın “Bilinç Katmanları” adlı yeni sergisi, insanın karmaşık ve ikircikli doğasını, bununla birlikte ‘insan oluş’tan ‘toplum oluş’a doğru giderek büyüyen bir çerçevede varlığı sorguluyor. Sanatçının kendi kuşağının önemli sanatçılarından Necla Rüzgar, Beyza Boynudelik, Fırat Engin ve Lütfi Özden ile gerçekleştirdiği bu söyleşi, “Bilinç Katmanları”  sergisi üzerinden “bilinç, varoluş, arınma, an, süreklilik,” gibi kavramlara ve günümüz sanatına uzanan bir tartışma niteliğinde.

Çok Katmanlı Süreklilikler Üzerine Bir Tartışma Deneyimi

Beyza Boynudelik: Zuhal, senin eski resimlerinde su dokusu hâkimdi. Figürlerin suyun odağında anlam kazanıyordu. Işık ve su bedenin biçimini değiştiriyordu. “Bilinç Katmanları” isimli bu son serginde plastik olarak oldukça şaşırtıcı bir noktaya gelmişsin. Suyun ışığını ya da dokusunu göremiyorum artık. Biçimlerinin suyla doğrudan bağlantısını ortadan kaldırmışsın. Ancak biçimsel olarak suya adapte ettiğin yapıyı bırakmadığını ve yeni işlerinde diğer geçirgen katmanları bu yapıların üzerine inşa ettiğini görüyorum; kimi zaman içinden geçerek, kimi zaman kapatarak. Hatta bir diğerine temas etmeyen yapılar dahi resimlerde kendini var ediyor. Yaşamsal deneyim üzerine ortaya çıkan tüm biçim ve içerik, psikolojik göndermelerinle beraber işleri okumamız için bir yol haritası çiziyor gibi. Bende uyanan hislerden biri de sanki var olan tüm yaşantıyı, tüm zaman dilimlerini aynı yüzeyde ve bir çırpıda hissettiriyor olman. Buradan hareketle zaman algını merak ediyorum. İşlerin aslında tek bir ana değil birçok deneyime, duyguya, zamana ve konuya ev sahipliği ediyor değil mi? 

Zuhal Baysar: Birçok zaman aralığı ve bu zamanların bir arada oluşu söz konusu. Bu resimlerde üst üste binen, varlığa ait tüm katmanları bir çırpıda sergileyen “an”lar var. Henri Bergson “an”a, “uzam haline getirilmiş zaman” der. “An” konumunda olmak ise, onun “şuurluluk” olarak tanımladığı bir konumdur. Bergson’a göre, evrenin genel yapısını, ancak kendi hayatımızın şuurunu dış âleme yüklediğimizde algılayabiliriz. Yani “an”, evren ve varlıkla ilgili tüm bilgiye ulaşabileceğimiz bir kapıdır. Buradaki de Bergson’un tanımladığı türden bir şuurluluk durumu aslında. 

Necla Rüzgar: Son resimlerine bakınca şöyle bir hisse kapılıyorum; sanki daha önceki resimlerinde yer alan figürler uzun bir mesafeyi yüzerek kat etmiş ve yeni bir dünyaya ulaşmışlar. Bir metafor olarak bu dünyanın zaten hep orda olduğunu da düşünebiliriz... Senin bu anlamda, resimler arasında kurguladığın bir süreklilik var mıydı diye sormak isterim öncelikle? 

Zuhal Baysar: Plastik anlamda bir süreklilik var. Çünkü imgelerin bazılarını daha önceki resimlerde de bir şekilde kullandım. Bir kısmı daha önce hazırlayıp da resim aşamasına geçirmediğim fotoğraflardan yola çıkarak kurguladığım imgeler. Dolayısıyla doku, boya plastiği ve renk açısından bakarsak bu resimlerde süreklilik var. Ama bu süreklilik kendini daha çok öncekinin üzerine koyma şeklinde gösteriyor. Önceki biçimin üzerine yeni bir biçim daha ekleme ya da üst üste saydam katmanlar halinde eskiden kullandığım biçimleri tekrar etme gibi... Tıpkı boya gibi zihinsel süreç de bir öncekinin üzerine kurgulanıyor.  Eski çalışmalarımda su metaforu ile görselleştirdiğim iç dünyanın durumlarına derinlemesine iskandil atmak diyebilirim buna. Bilinci oluşturan, katmanlar halinde çelişkili ruh durumları var bu resimlerde.   

Beyza Boynudelik: O halde şöyle diyebilir miyiz? Önceki serilerde var olan suyun geçirgen algısı, son işlerde tüm biçimlerin geçirgenliğinde karşımıza çıkıyor. Plastik önermelerin bir yana, işlerinin oturduğu temel aslında değişmiyor, evrilerek yoluna devam ediyor, doğru mu anlıyorum?

Zuhal Baysar: Evet kesinlikle. Eskiden de benim için “bilinç” kavramı bir sorundu, şimdi de sorun. Su benim için arınmayı temsil ediyordu, ruha ait olanı öz bilinci ortaya koyuyordu. Şimdi de derdim yine bilincin ta kendisi. Tabii bir de irdelediğim dış etmenler var. “Öteki” dediğimiz diğer bir dinamik.  Dışarıdan gelen ve bilincimizi etkileyen her şey “öteki” aslında. Ama ben ötekini doğrudan almak yerine ötekinin etkisini, içeride yaşanan değişimi mesele ediniyorum.

Lütfi Özden:  Başka bir açıdan baktığımızda ise bize mahremiyetini, iç dünyanı açık hale getiriyormuşsun gibi geliyor. Benim gördüğüm kadarıyla sudaki sen ve senin izlediklerin, kendi hallerinde bazen izleyenin gözüne sabitlenen bakışlarıyla bazen de suyun sende mekanlaşan özelliği ile bağlantılı olarak kendi içlerinde devinmekteler; özellikle son çalışmalarında iç içe geçmekteler. Resimlerinde kendin dâhil olmak üzere ele aldığın diğer figürler ve bazı kompozisyonlar, izleyenden habersizce ya da bir odaya çekilmişçesine mekanlaşan suyun izolasyonuyla, mahremiyetin çözülmesi- açık hale gelmesi olarak algılanabilir mi? 

Zuhal Baysar: Mahremiyet, mahremiyetin açık edilmesi bu resimlerde bir alt anlam yaratıyor gerçekten. Söz konusu olan bilinç, bilinç katmanları ya da arınma olunca, dışarıya hatta kendimize itiraf edemediklerimiz ister istemez bir mahrem alan oluşturuyor. Burada mahremin görünür olduğu andan itibaren nasıl ele alındığı sorunu var. Aslında “mahrem” kavramı “bilinç” ve “arınma” ile ilişkilendirerek sürekli üzerinde durduğum bir kavram. 2008’de “Mahrem” adlı bir sergi açmıştım. Kendi yaşantıma ait nesneler veya durumlar bu serginin konusuydu. Boya ağırlıklı çalışmalar ile enstalasyonlar sergilemiştim. Su metaforu o sergideki bir resim ile ortaya çıktı. Gerçekten de “su”, bir metafor olarak, “arınma, bilinç, şeffaflık” gibi kavramlarla birlikte hem bir açığa vurma hem de mahremi kutsama durumu yaratıyor. Bu resimlerde ise suyun bazı biçimler üzerinde dönüştürücü bir etkisi var. Ancak asıl ağırlık, yeni anlamlar oluşturan çok katmanlı görüntülerde.

Lütfi Özden: Tersten bir okuma yapmak istiyorum; resimlerinde ele aldığın figürlerinin, figür özelliğini koruduğu görünümlerinde bedenleşen şey suymuş gibi geliyor. Bir beden olarak suyla geçirilen süreçte senin önerdiğin figürler yeryüzü gerçeğinden geçme haliyle, kendi önerdikleri gerçeklikleriyle suyun bedeniyle bütünleşiyor gibi.

Zuhal Baysar: Evet, aslında yeni resimlerdeki birçok figürün su dokusuna ait olması, ancak resimlerde mekân olarak suyun yitirilmiş olması, suyun artık beden olarak var olduğuna dair bir okumaya dönüşebilir. Suyun beden olarak varlığı onun dönüşebilme yetisini güçlendiriyor. Eskiden su bir mekân olarak yaptırımda bulunabiliyordu. Bu noktadan itibaren geçirgenlik, şeffaflık temelli yeni bir bedene katkıda bulunuyor. 

Necla Rüzgar:  Pi’nin Yaşamı filmini düşünmeden edemiyorum resimlerine baktığımda. Göz kamaştıran egzotik bir dünya ama bu göz kamaşmasını bıçak gibi kesen bir hayatta kalma mücadelesi. Biliyorsun Pi, filmin ortalarına doğru, hayatını onu yemek isteyen Bengal kaplanına borçlu olduğunu söyler. Richard Parker’a karşı her an dikkatli ve tetikte olması, Pi’yi hayatta tutmuştur. Buradan hareketle bakacak olursak; senin peşinde olduğun mesele, ya da senin resimlerindeki katmanlar, dışarıdan gelen tehditlere karşı bir mücadeleyi mi temsil ediyor? Yoksa bireyin kendi iç hesaplaşmaları olarak mı okunmalı?    

Zuhal Baysar: Bu katmanlar tamamen bireyin iç hesaplaşmaları… Pi’nin Yaşamı’ndaki kaplan ile mücadeleyi de iç hesaplaşma olarak okuyorum ben. Filmdeki kaplan ve Pi’nin ilişkisi resimlerim hakkında kesinlikle yerinde bir açıklama yaratıyor. Pi karşısına aldığı kaplan ile mücadele ederken aslında kendi ile karşılaşmaktadır. Korkuları içindeki cesaretle, kederi, yalnızlığı, umutsuzluğu, şüpheleri, içinden gelen öfkeyle, vahşi bir özgüvenle, katıksız bir yırtıcılıkla, karşılaşmaktadır. Kaplan burada onun için bir rol modelidir. Olmak istediği kahramandır. Onu yaratır, karşısına alır, bir anlamda umutsuzluk ve çaresizlik girdabından onunla ve ona karşı durarak çıkar. Aslında bence bizde tehlike algısı yaratan her şey içeriden bir yerlerden geliyor. Tehdit ya da tehlike, biz öyle algıladığımız için var. Bu katmanlar da o mücadelelerin fragmanları. Bu mücadeleler bizi büyütüyor. Çok çeşitli, renkli kişilikler oluyoruz. Ben varlığımızın bu mücadelesini katmanlara dökerken bu renkliliği daha net algıladım. Yan yana olmayacak biçimlerin renklerin üst üste katmanlar halinde garip bir armoni sağladığını gördüm. Anlamsız çelişki tuhaf biçimler üstü üste anlam kazanabiliyor; tıpkı bizler gibi. 

Beyza Boynudelik: İşlerindeki iç içe geçen, üst üste gelen geçirgen katmanlar, bana Hint felsefesindeki yedi katlı insan bedenini çağrıştırıyor. Felsefeye göre bu yedi katın dört grubu kişinin personasını yani maskesini oluştururken, diğer üç grup kişinin birey özelliklerini içerir. Fizik bedenden saf iradeye kadar dizilmiş olan bu katmanların hangisindeki halimizle hareket ettiğimiz, o anki bilinç durumumuza bağlı olarak değişmektedir. Denilen o ki, insan bilinci bu katmanlar arasında yolculuk yapar, hangisinde ise o şekilde dünyayı algılayıp yorumlar. Senin katmanların arasındaki ilişkiler nasıl oluşuyor? Serbest imge çağrışımlarıyla mı yoksa ilişkisel boyutta insan figürü-doğa-hayvan imgeleri üzerinden iletmek istediğin bir duygu mu var?

Zuhal Baysar: Hint Felsefesi ile ilişkilendirmen ilginç bir bağlantı oluşturdu.  Evet, aslında bu personalar arasında gidip geliyoruz. O an ki gerçekliğimiz ise hangi persona ekseninde oluşumuza göre değişiyor. Bu katmanlar arasındaki geçişler Hint Felsefesi’nde saflaşma düzeyini de içine alarak bilinçli bir ruh olgunluğuna kadar gider. Hindu geleneğinde Veda Dönemi’nin Upanişad’larında, Buddha’nın öğretisinde insan ve evrenin özdeşleşmesi amaçtır.  Bu, ulaşılması gereken bir durumdur; meditasyonla varılır. Meditasyonda ise az önce an kavramı ile bahsettiğim şuurluluk durumu vardır. İnsan tüm bu varlık durumlarını seyreder. Bir anlamda “an” da var oluşunu seyreyler. Bu noktada olan şudur: Varlığı oluşturan, senin az önce personalar olarak ifade ettiğin tüm diğer katmanlar kişinin önünde resmigeçit yaparlar. Buradaki durum bir farkına varma durumu aslında. Nietszche’nin hayvan ile üstinsan arasındaki ip olarak tasvir ettiği bir oluş hali, “üstinsana giden yol” dediği bir ara durum. Nietszche’nin “üstinsan” betimlemesi bir hedef olarak algılanabilir, ama benim için ulaşılması gereken bir nokta değil. Benim resimlerim bir durum tespiti. Benlikte var olan bu bir arada oluş üzerine görsel birer çözümleme. 

Beyza Boynudelik: Aslında sen de imgeleri önce kendi bağlamlarından ayırıyor, sonra sırasıyla fotoğrafik imgeden yeni kompozisyonlara, oradan da boya haline kadar süregelen bir yolculuğa çıkartıyorsun, üstelik yepyeni anlamlarla. Aynı durum imgelerin yüzeyde iç içe geçtiğinde de geçerli. Sürekli bir yapıbozum, değişim ve yeniden yaratım peşinde gibisin. Aslında deneyimlediğin süreçle beraber ulaşmak istediğin nokta ne? Ya da şöyle sorayım; bu mücadele de fakto olarak senin sanat üretmeye bakışında ve hayatında neye karşılık geliyor? 

Zuhal Baysar: Günümüz sanatının ana sorunu yapıbozum bence. Baudrillard “imgeler artık gerçekliği yansıtan bir ayna değil, gerçeğin yerini alıp onu ‘hiper-gerçekliğe’ dönüştüren şeylerdir” derken, tam da bu duruma açıklık getirir. Çünkü gerçeklik o kadar çok imge bombardımanı ile karşı karşıya ve yaşam bizi kurgulanmış görüntülerle o kadar hızlı bir şekilde sarmalıyor ki, anlamından sıyrılan bütünlüğü bozulmuş görüntülerin algımızı değiştirdiğini fark edemiyoruz. Biz böyle bir dünyada yaşıyoruz: Fragman görüntüler dünyası. Sanatta da görüntüler başrolde: İmge, anlamından sıyrılıp yeniden yorumlanıyor. Duchamp’la başlayan Andy Warhol’la postmodern sürece evrilen anlam ve imgenin yapıbozumu günümüzde dijital yeniliklerin ve sanal gerçekliğin etkisiyle bambaşka noktalara gidiyor. Çünkü sanatçı imgeye yeni anlamlar arıyor; anlamı kurcalarken imgeyi dönüştürme yoluna gidiyor. İmgenin altını eşelerken daha önce hiç görünmeyen bir şekilde ona bakmanın mümkün olabileceğini keşfediyor. Örneğin, dondurulmuş “an”ın onlarca halini istediği medyumla dönüştürüp kullanabiliyor. Benim resimlerim de böyle bir süreçten geçiyor aslında. Bu resimlerde imge, fragmanlara ayrılmış, üstü üste bindirilmiş, var olan anlamından uzaklaştırılmış bir şekilde, doğada olamayacak halleriyle kompozisyonun ana yapısını oluşturuyor. 

Lütfi Özden: Merak ettiğim bir başka şey; “an ve süreç”, “geçirgenlik ve katman” kavramları hakkındaki düşüncendir. Öyle ki geçirgenlikle birlikte resimlerinde melezleşen bir ifade, melezleşen figür ve türler oluşuyor sanki. Yani tekil evreninde görüntülediğin figürler, geçirgenlikleri ve çoğalmış halleriyle yeni bedenlere doğru bir tür dönüşüm süreci geçiriyor gibi. Bu da bende senin resimlerindeki an kavramının yerine süreç kavramını ve geçirgenlik yerine katmanlaşan birliktelikleri ve melezliği görmeyi ve düşünmeyi zorunlu kılıyor.

Zuhal Baysar: Bu resimlerde “süreç” kavramından bahsedebiliriz. Ancak “an” kavramı bende şuurlulukla eş anlamlı. Bu kavramı önemsiyorum. Katmanlar süreci gerektiriyor olabilir ancak bu katmanlar eş zamanlı olarak var. Bu eş zamanlılık, bir anda hepsinin algılanmasını gerektirir. Katmanlar bir araya gelerek “an”da yeni bir varoluş yaratırlar. Tabii bu varoluş kendi içinde bir sürekliliğe de sahip olmak zorunda. Bu benim “çok katmanlı süreklilik” olarak tanımladığım bir durum. Melezleşme çok doğru bir tanımlama. Çünkü ortaya çıkan biçim ya da bedenler artık bilindik, doğal biçimler ya da bedenler değiller. 

Beyza Boynudelik: Tüm yaşam formları aslında tek bir organizma gibi ve her birimizin hareketi,  bir diğerini etkileyecek şekilde tasarlanmış sanki. Senin katmanlarının iç içe oluşu, birbirine müdahalesi bunun bir metaforu da olabilir mi?

Zuhal Baysar: Aslında bu “insan oluş“tan “toplum oluş”a doğru giderek büyüyen bir önerme. Bilinç katmanları kesinlikle toplumsal olarak da okunabilir. Toplumun dinamiklerinin birbiriyle çatışması, daha büyük ölçekte toplumların birbiriyle çatışması; içi içe olan tüm bu yapıların birbirine etkisi… Ancak özde, en temelde bu bizim gerçekliğimiz. Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu adlı eserindeki “Harry” karakteri gibiyiz her birimiz. Yüz hatta bin varlıktan oluşmaktayız. Yaşamımız yalnızca içgüdü ve us arasında değil binlerce hatta sayılamayacak kadar çok kutup çiftleri arasında gidip gelmekte. En basitinden her birimizin farklı kimlikleri vardır. Bu kimliklerin her biri günde sayısız karar almamızı bizden talep eder. Birbiriyle çelişen roller, durumlar, karşıtlıklar yaşarız ama günün sonunda tüm varoluşumuzla aynı bedenin içinde bir aradayızdır. 

Fırat Engin: İşte bu noktada gündelik hayatın çok önemli bir belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bir sanatçı olarak yaşadığın coğrafyanın dinamiklerinden, içinde bulunduğun toplumsal yapının tüm siyasi ve kültürel fırtınalarından etkileniyorsun. Diğer yandan da hâlihazırda bir kurumda da akademisyensin. Açıkçası olumlu ya da olumsuz hissettiğin tüm çatışmaları anlayabiliyor ve bu noktada işlerinin politik bir tarafı da barındırdığını düşünüyorum. Sen kendini bu anlamda nasıl konumlandırıyorsun? 

Zuhal Baysar: Ben kendimi bu kaosun insanı olarak konumlandırıyorum. İster istemez yaşadığımız coğrafyanın arada kalmışlığı etkiliyor bizi. Bir sanatçı olarak, bir akademisyen olarak ama en önemlisi bir insan olarak… Her bir kimliğimizle ikilemler yaşıyoruz, hep aradayız aslında. Sosyo-politik olarak arada kalmış bir ülkenin insanlarıyız; ne batılı ne doğulu olan, doğulu bir kültürel yapının üzerine batılı gömleğini giymeye çalışan, üretiminde hiçbir katkısının olmadığı bir teknolojiyi ve yaşam formatlarını kullanmaya çalışan, dolayısıyla da kendine yabancı bireyleriz. Daryush Shayegan bizim gibi insanların durumunu kültürel şizofreni olarak tanımlıyor Yaralı Bilinç adlı kitabında. Çok doğru bence… Bu tanımı yaparken değerlendirmesinin merkezine sokaktaki adamı koymuyor. Doğrudan kendisini koyuyor ortaya ve şöyle diyor: “Materyalist, Marksist, ateist, hatta kafir olmam önemli değildir. Marksist diyalektiğin keskin bıçağıyla en küstah karşıtlarımın kellelerini kopardıktan sonra uslu uslu evime dönüp ilahi Hafız’ın Divan’ını ya da Mevlana’nın Mesnevi’sini açarım; sözcüklerle, imgelerle sarhoş olurum; Melekler şölenine katılıp, tasavvufi safahatın zevklerinden tat almaya hazırımdır.” Bu algıyla bakıyoruz biz dünyaya, kendimize ve Ortadoğu politikasına. Bana göre bu şizofren tutumumuz bize cesaret veriyor. Ortada yaşamak kolay değil.  Anglosakson bir kültürel koda göre yetişmiş bir insan, böylesi bir kaos ortamında yaşayamazdı diye düşünüyorum. Geçen sene tam da peş peşe bombalamaların olduğu günlerde Avustralya’ya bir sergi için gittiğimde oradaki sanatçı arkadaşlarım bana nasıl dayandığımızı sordu. “Dayanabiliyoruz çünkü biz güçlüyüz” dedim onlara. Gücümüzü bu kaotik çeşitlilikten alıyoruz. 

Zuhal Baysar

Fırat Engin: Bu çeşitlilik postmodern kültür ile de doğrudan bağlantılı; neo-liberal ekonomi politikaları ve kapitalizm odaklı küreselleşme ideolojisi, dünya genelinde egemen eklektik bir kültürel yapıya evriliyor. Örneğin David Harvey, postmodern kültürü tanımlarken postmodern birey için şöyle diyor; “insan reggae dinler, bir western seyreder; öğlen yemeğinde McDonald’s yer, akşam yerel mutfak çeşitlerinden; Tokyo’da Paris parfümü sürer, Hong Kong’da retro giyinir.” Bir de bu eklektik kültürel yapının içerisine, yaşadığımız coğrafyanın kendine özgü kültürel problemleri, siyasi gerilimleri ve savaşlar eklendiğinde senin de bahsettiğin kaotik çeşitlilik iyice açığa çıkıyor.

Şimdi merak ettiğim bir diğer konu ise, işlerindeki mekân algısının dönüşümü. Önceki işlerinde gördüğümüz su imgesi bize mekân fikrini güçlü bir şekilde hissettiriyordu. Ama yeni işlerinde mekân algımız adeta çözülüyor. Bu noktadaki tercihinin işlerinde önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Sen ne dersin?

Zuhal Baysar: Sanırım “mekân” da tıpkı “zaman” kavramı gibi bu resimlerdeki çok katmanlılığın etkisiyle bilindik anlamlarından uzaklaşıyorlar. Çünkü artık belirgin “tek” bir mekân ve “tek” bir zaman diliminden bahsedemiyoruz bu resimlerde. Katman katman bir süreklilik ve geçirgenlik var. Bu durum zaman ve mekânı belirsizleştiriyor. Ancak bütünüyle yok etmemeye özen gösterdiğimi söylemeliyim. Resimlerin bazılarında figürle özdeşleşen varoluş sorunu mekân duygusuna ağır basıyor. Özellikle portrelerde figürün dönüşümü önem kazanıyor. Arslan, insan figürlerinin üst üste bindirildiği, deformasyona uğramış biçimlerin önem kazandığı çalışmalar bunlar. Ancak bunlar dışındaki resimlerde klasik anlamıyla olmasa da belirleyici bir mekân duygusu var. Mekân kavramı sanatta güçlü bir kavram. Durağan ve tutarlı bir yapı talep ediyor. Nesneleri, kişileri, olayları ve durumları çerçeveleyen tanımlayan, belirleyen bir yapısı var. “Nerede?” sorusunun cevabı o kadar kesin bir yargı belirtiyor ki, tek başına bazen bir olayın veya durumun niteliğini belirleyebiliyor. Gezi Parkı eylemlerinin bu kadar büyük yankı uyandırmasının en temel nedeni mekânın bir park oluşu, direnişin kaynağının parktaki bir ağaç oluşudur. Bansky’nin stencillerini güçlü yapan özellik de aynı şekilde sanatçının stencili üzerine uyguladığı duvar ve o duvarın bulunduğu mekândır. Benim resimlerimde ise mekânlar ve durumlar üst üste, iç içe. Bu noktada resimler izleyiciden düşünsel ve görsel bir yoğunlaşma talep ediyor. Örneğin bir ziyafet masası, yemek yiyen insanlar ancak üzerine bindirdiğim nehirde avını parçalayan timsah ile birlikte anlam kazanıyor. Eş zamanlılık ve geçirgen mekânlar birbirini etkileyen ve anlamı çoğaltan derinleştiren bir yapıya sahip. Bu noktada senin az önce örneklediğin David Harvey’nin post modern insanı gibi çelişkilere sahip yaşamlar bu resimlerde olayların temellendiği mekânlar aracılığıyla görselleşiyor. Bu yaşamlar kendi dünyası içinde hem av hem avcı olan insanların yaşamları. 

Fırat Engin: Açıkçası ben de hem av olan, hem de avcı olan insanlar arasındaki diyalektiği çok önemsiyorum ve bu bağlamda kent-doğa ilişkisini de düşünmeden geçemiyorum. Çünkü hem zaman, hem de mekân açısından dillendirdiğin birçok nokta kente ve kent insanına ilişkin. İşlerine bu ilişki açısından yaklaştığımda ise, kullandığın figürlerde organik bir imgeselliğin daha ağır bastığını görüyorum. Bu tercihinin özel bir sebebi var mı?

Zuhal Baysar: Organik, doğru; çoğunlukla da hayvan-insan ekseninde seyreden bir imgesellik söz konusu. Sanırım kenti doğrudan biçime dökmek beni tatmin etmiyor. Resimlerin merkezindeki kent insanı olmasına rağmen, kente ilişkin imgeler varoluşsal sorunları ifade etmekte yetersiz kalıyor gibi. Çünkü hepimiz içimizde vahşi yaratıklarız. Kent bireyin sosyal dünyasını şekillendiriyor, onu daha uyumlu, edilgen bir kişiliğe büründürüyor ya da rollerimizi belirliyor. Ancak iç dünyamız hâlâ avcı toplayıcı, ilkel yaşamın etkisinde bence… Ruhsal dünyamızda doğa kanunları geçerli; çünkü ne kadar aksini iddia etsek de, hâlâ doğanın çocuklarıyız. 

*Zuhal Baysar’ın “Bilinç Katmanları” adlı sergisi 4-19 Ocak 2017 tarihleri arasında Galeri Soyut, Ankara’da ziyaret edilebilir.

0
12391
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage