26 AĞUSTOS, CUMA, 2016

Bitmek Bilmeyen “Yanlışlık” Hissi

Geçtiğimiz günlerde Hayalkırığı II adlı eseri Metropolitan Müzesi’nin daimi koleksiyonuna dahil edilen Burçak Bingöl’le buluştuk; bidonlardan kamyonlara, çini deseninden Viktoryen kumaşlara, seramikten müziğe uzanan sanatını konuştuk.

Bitmek Bilmeyen “Yanlışlık” Hissi

Aslında seramikten önce müzik vardı senin için... Koroya nasıl başladın, nasıl bıraktın; anlatabilir misin?

Evet, ilkokuldan beri konservatuvarda yarı zamanlı öğrenciydim ben. Müzik hep vardı. Müzik ve görsel sanatlar, lise ve üniversite hayatımla iç içe geçti. Konservatuvardan mezun olduktan sonra kendi kurduğumuz vokal grupları ve korolarla müzik devam etti.

Doğduğum yer Görele ama ailem memur olduğu için çok küçük yaşlardan itibaren taşındığımız ve ev bildiğim yer Ankara. Bu şehrin iyi yönlerinden biri, belki de fazla seçeneğin olmadığı için, bir hobiyi çok ciddi noktalara getirebilme imkânı. Yıllar içinde bizim vokal grubu da kendi kendimize deneysel çağdaş müzik yaptığımız bir topluluktan, bu alanda dünyaca bilinmeye başlayan bir koro haline geldi. Orfeon Oda Korosu adındaki bu toplulukla, Çin’den Japonya’dan davetlerle uluslararası festivallerde Kültür Bakanlığı desteğiyle yer almaya başladık. 2010 yılında İstanbul’a taşınıncaya kadar da ilkokulda başlamış olan aktif müzik hayatım bir mezzo soprano olarak devam etti.

Seramik alanında aldığım eğitim, akademik yaşantı ve müzik hep birlikte sürüyordu. Benim için çok doğal olan bu iç içelik yaptığım ilk küratöryel projenin de konusu oldu zaten.   

Nasıl bir projeydi?

Ankara’daki Goethe Enstitüsü’nün düzenlediği küratörlükle ilgili bir atölye çalışması sonunda komşuluk kavramı üzerine önerdiğim sergi, üretim bütçesi aldı. Nihayetinde “UzakYakın: Tepkime Aralığı” isminde gerçekleşen bu sergi Ankara Devlet Konservatuvarı binasındaki çeşitli noktalara dağılmış bir görsel sanatlar sergisiydi. Proje, sanat disiplinlerinin komşuluğunu araştırıyor, müzik ve görsel sanatlar alanında alternatif bağlar kurmanın yollarını arıyordu.

©Nazlı Erdemirel

Hangi sanatçıların eserleri vardı o sergide?

Müzik, zaman temelli bir sanat. Ben de bu ilişkiyi farklı şekillerde öne çıkaran işleri bu sergiye dahil ettim. Sergide Erdal Duman, Cevdet Erek, Serkan Özkaya, Esra Sağlık, Serkan Demir, İz Öztat, William Buchina, Perihan Şan Aslan, Funda Susamoğlu, Ozan Bilginer ve Mehmet Can Özer’in çalışmaları vardı.

Başlığının çağrıştıracağı üzere bu sergi projesi bir çeşit deney niteliğindeydi benim için. Birbirine mesafe koyan sanat disiplinlerinin arasında yeni ortaklıklar, yeni etkileşimler aramak ve bir mekâna (okul) müdahale ederek sonuçlarını hep birlikte deneyimlemek anlamında. 

Güzel sanatlardaki üretimlerini nereye konumlandırıyorsun? Hem kendi yaşantında hem de daha geniş bakacak olursak sanat tarihinin neresinde kalıyor sanatsal üretimin?

Sanat tarihine konumlanmak başlı başına sorunlu bir durum. Üretme motivasyonumun bu olmadığını baştan belirtmem doğru olur. Bununla birlikte sanat benim için sürekli bir hesaplaşma hali ve çözümleme formu. En başından beri süregiden, sanki alttan altan sürekli akan, yer yer belirip kaybolan bir akıntı. Yabancılaşma, uyumlanma ya da uyumlanamama en temel anahtar tema olarak kendini hep hissettirmekle birlikte, yaptığım kişisel sergi ve projelerin odaklandığı daha belirli konular var. Yine de sanat tarihinin neresinde kalacağımı sanırım en iyi zaman cevaplayacak. 

Kendi yaşantınla herhangi bir bağlantısı var mı bu ‘yabancılaşma’ hissinin?

Yaşadığım şehirler, benim buralardaki deneyimlerimle gelen gözlemler ve hisssiyat, ürettiklerimin doğrudan sonuçları. “Ankara 3+1” (Ankara, 2008), “Feeling the Blanks” (New York, 2009), “Nadireler Kabinesi” (İstanbul, 2011), “Araba Sevdası” (İstanbul, 2011) ve son olarak Paris’te İKSV desteğinde gerçekleştirdiğim misafir sanatçı programında yaptığım proje “Translation Is Impossible And Necessary” aslında hepsi benim doğrudan yaşadığım şehre verdiğim tepkiler.

Temelde bir yanlışlık duygusu vardı. Bununla ilgili durumu Orhan Pamuk’un , İstanbul romanındaki “diğer Orhan” metaforu en iyi anlatıyor. Pamuk, otobiyografik romanında, İstanbul’da başka bir Orhan olduğuna olan inancından söz eder. Sanırım hayatımın geçtiği, evim olan Ankara’da yaşadığım da tam olarak böyle bir histi: Yanlış bir hayatı yaşadığıma dair derin bir inanç.

Bu yanlışlık hissi yaşadığım dönemlerde oraya tamamen yerleşmeme hep engel oldu ve beni önce New York’a sonra İstanbul’a sürükledi. 

Ankara’nın ‘yanlışlığı’ seni İstanbul’a yönlendirdi öyleyse...

Bir anlamda öyle oldu. Özellikle hedeflediğim bir yer olmamasına rağmen rastlantılar ve karşılaşmalar İstanbul’u benim için ‘ev’e dönüştürdü.

Ankara’da sürdürdüğüm akademik hayatın verdiği hayal kırıklığı ve yorgunluk sonrası 2009’da bavulu toplayıp New York’a gittim. Bu şehri iyi biliyordum ve vadettikleriyle doğru yer olduğuna dair müthiş bir inancım vardı.  Amerika’nın müthiş bir ekonomik kriz yaşadığı bu dönemde, bir yabancı olarak yeni bir hayat kurmak çok kolay olmadı elbette. Daha öncesinde sanatsal projeler için bulunduğum bu kent, yerleşmek niyetiyle gittiğimde bambaşka bir yüzünü de gösterdi. Gerek avukatlarla süren oturma izni çalışmaları, iş bulma zorluğu ve rekabetin keskinliği, o zamana kadar idealize ettiğim bu kenti görünenin ardında başka yüzleriyle tanımama da vesile oldu.

Bu süreçte dahil olduğum, sözünü ettiğim Goethe Enstitüsü’yle yaptığım sergi projesi için bir süre Türkiye’de kalacağım belli olunca ben de Ankara yerine, biz Ankaralıların hep gölgesinde kaldığımızı hissettiğimiz İstanbul’a gitmeye ve New York’a dönmeden önce sergi projesini orada tamamlamaya karar verdim.

Biraz da bu süreçteki tesadüfler ve karşılaşmalar belirledi diyebilirim İstanbul’a yerleşme kararımı. Bunlardan en önemlisi de halen birlikte çalıştığım galerinin sahibi Moiz Zilberman’la olan tanışmamız oldu. Kendisinin benimle çalışmayı istemesi bu şehirde kalmama neden olan en önemli nedendir. İlk günden beri de bana ve projelerime olan inancı benim için çok değerlidir. 

©Nazlı Erdemirel

İstanbul’daki ilk kişisel sergin nasıl bir tema etrafında şekillenmişti?

İstanbul’daki ilk kişisel sergim, “Nadireler Kabinesi” adını taşıyordu. Bu, henüz müzelerin oluşmadığı bir dönemde, Avrupa’da gelişen biriktirme kültürüyle ilgili bir kavram. Ben de İstanbul’daki bu ilk sergimde, o zamana kadar diğer şehirlerde yaptığım sergilerdeki farklı tema ve malzemeleri bir araya getirip kendi nadireler kabinemi oluşturdum. Bu biraz da nihayetinde yerleştiğim İstanbul ile kurduğum bağları şekillendiriyordu. Örneğin yabancılaşan tüm nesnelerin aynı desenle bir araya geldiği “Öngörülemeyen Dönüşüm” adlı yerleştirme, çevre, nesne ve öznenin bir araya geldiği, iç içe girerek birbirine karıştığı bir ilişkilenme isteğinin görsel metaforuydu.

Çini deseni ne zaman sanatına dahil oldu?

Söz ettiğim ilişkilenme hali benim de hiç ummadığım bir yerden kendini gösterdi aslında. Örüntü (pattern) ve tekrar, çalışmalarımda sürekli kullandığım kavramlar ve “Öngörülemez Dönüşüm”ün floral motifleri de bu tekrara uygun olarak  “Viktoryen” desenlerin sonsuz örüntüleri ile karşılık bulmuştu.

Eskiyle bugünün acayip bir bileşimi olan İstanbul’da yaşam deneyimi ve yepyeni bir tarih fikriyle tanıştıkça, çağdaş sanat yapan bir ”seramikçi” olarak kendimi buraya ait bir görsel kültürden ne kadar soyutladığımı fark ettim ve söz ettiğim ilişkilenme halini başlatmak için örüntü fikrinin muazzam örneklerini dünya kültürüne vermiş olan çini desenleri ile çalışmaya başladım.  

“Araba Sevdası” serginin odak noktası, seramikten yapılmış bir kamyondu. Seni kamyon yapmaya iten ne oldu?

Kamyon, yabancılaşan son nesne. Ankara’da kişiselden başlayarak İstanbul’da toplumsala evrilen bu mevzu için, kendine yabancılaşan nesnenin de büyümesi gerekiyordu. Kamyon, bana göre tüm yüklülüğüyle, hareket halinde ve iki noktanın arasında olmasıyla bu arada kalma halini en iyi yansıtan nesne olmuştu. Bir de tabii seramik malzemesiyle olan müthiş bir mücadele...

Burçak Bingöl

Seyir, 2014

Seramik, 200 x 190 x 30 cm

O zaman çok daha sembolik anlamlar taşıyan bir kamyondan bahsediyoruz burada...

Evet, öyle. “Araba Sevdası”, ismini Recaizade Mahmut Ekrem’in romanından alan bir sergi. Kitap, yabancılaşma ve yanlış anlama konusunu Fransız özentisi Bihruz Bey ve onun yanlış anlamaları üzerinden ele alarak yanlış Batılılaşmayı eleştirir.  Başlı başına büyük bir yanlışlık olan seramikten kamyon da, yani Seyir (2014), bu sergide parçalarına ayrılıyor ve romana ait bir atmosferi farklı malzemelerle, yeni bir görsellikle öneriyordu. Şimdiyi geçmişle, günceli gelenekle üst üste getirmek, parçalara ayırarak yeniden birleştirme denemeleri yapıyordu.  

Çok zor olmuştur diye tahmin ediyorum kamyonu kalıptan çıkarmak...

Seramik malzeme, çok incelikleri olan bir üretim süreci istiyor ve bu ebatlarda bir seramik üretim, dahası onu duvarda asılı tutabilmek başlı başına başka bir söyleşinin konusu olur. Gerçek bir kamyonun kalıbını alarak (Esenler Belediyesi’ne ait bir asfalt dökme aracı) seramikten yeniden üretme motivasyonunun tek nedeni ancak bir takıntı olabilir ki bende de tam olarak böyle oldu. 2011 yılında zihnime saplanmış bu fikri atmanın tek yolu denemek ve en azından yapılamayacağına ikna olmaktı... Çok zorlu bir araştırma ve üretim sürecinden sonra bu işi  karşımda asılı görmek ise kelimelere dökmesi imkânsız bir tür rahatlama hissini de beraberinde getirdi. Artık yeni fikirlere ilerleyebilirdim.

“Araba Sevdası”ndan sonra kişisel bir sergi olmadı henüz, değil mi?

Türkiye’de olmadı ancak New York’taki Volta fuarında 2015 Mart’ında bir kişisel sunum gerçekleştirdim. Yeni sergi 2017’nin Şubat ayında açılacak, adı da “Mitos ve Ütopya” olacak.

Bu sergi, İstanbul’a, ‘doğunun mitosu ile batının ütopyası’ arasındaki bu kente, özellikle tarihsel sürecine biraz daha derinlemesine bakıyor ve seramik malzemenin form olarak en yalın ve dolaysız halini dönüştürme yollarını arıyor.

Bir kamyonu seramikten yapmakla ‘yapmak’ eyleminin zirvesini oluşturan seramikten kamyon; ‘yapmayarak yapmak’ ya da ‘daha önce yapılmış olanı bozmak’ üzerinden bir anlatı denemeleriyle devam ediyor.

Burçak Bingöl

Geçici Geçirgen, 2016

Yerleştirme; seramik, duvar kağıdı, 290 x 180 cm

Paris’teki Cite des’Arts rezidansının sanatına nasıl bir katkısı oldu?

Sanatçı misafir programları gerçekten rutinden çıkmak ve yavaşlamak için müthiş fırsatlar. Benim için de çok doğru bir zamanda gelmiş, rahatlatıcı, ilham verici ve dönüştürücü bir süreç oldu. Gider gitmez başladığım dil kursuyla gündemim bir anda yeni bir dilde kendini anlatma ve olan biteni anlama üzerine kuruldu. Derrida’nın müthiş ifadesiyle, “Tercüme imkânsız ve gereklidir.” Ben de Paris’te sanırım biraz “Bihruz Bey’leşerek” diller ve kavramlar arasında hareket edip, yeni ilişkiler icat etme yoluna gittim. Kelimelerin de ses kalıpları olduğu fikrinden hareketle tercüme fikrini dilin ötesine geçirmeye mekânın ve kentin tercümesi konularında deneysel çalışmalar yapmaya başladım.

Sanırım bu programın en büyük katkısı final bir iş üretmek yerine düşünce parçaları üretmeme fırsat vermesi oldu. Aslında bitmemiş işlerle açık uçlu ve sürekli bir ilişkiye ve dönüşmeye hazır neredeyse akışkan bir üretim şekli... Bu bana gerçekten çok iyi geldi.

Geçtiğimiz ay Hayalkırığı II adlı eserin Metropolitan Müzesi’nin daimi koleksiyonuna dahil edildi. Bu süreçten bahsedebilir misin?

Bu çalışma New York’ta Volta fuarında yaptığım sunumun bir parçasıydı. Müzenin İslam Sanatı Küratörü Deniz Beyazıt da sergiyi gezenlerden birisi oldu ve tüm sergiyle ve pratiğimle özellikle ilgilendi. Bu çalışmanın müzeye önerileceğinden ben birkaç ay sonra haberdar oldum ve sadece bu bile benim için oldukça gerçeküstü bir haberdi.

Bundan sonra çalışmanın daimi koleksiyona dahil olması süreci toplamda bir buçuk yıl sürdü. Çağdaş koleksiyonunu genişleten Metropolitan Müzesi’nin İslam eserleri birimi, onların onayladığı bir yönlendirilmiş bağışla, bu işi de koleksiyona dahil etti. Hayalkırığı II, çalışmalarımı yakından takip eden ve hali hazırda koleksiyonunda işlerim bulunan koleksiyoner Monika McLennan’ın cömert katkısıyla resmi olarak daimi koleksiyonun parçası oldu. Benim için gerçekten inanılması hâlâ güç ancak bir yandan da beni müthiş motive eden bir durum...

Burçak Bingöl

Hayalkırığı II, 2013

Seramik panel, 73 x 73 x 9 cm

Bu bir şeylerin ‘yanlış olduğu’ hissine dönelim... O his azaldı mı biraz olsun?

Açıkçası evet. Bence bu biraz yaş almayla da ilgili. Yıllar geçtikçe, hem kendinle hem de yaşamla ilgili bilgileri birbirine bağlıyorsun ve kendi örgünü oluşturuyorsun. Büyümenin, yaşlanmanın en güzel yanı da bu zaten; manzara gitgide netleşiyor. Kendinle ve diğeriyle yüzleşme sürecini sadece önemli değil politik de buluyorum. Siyasetin çıkar, manipülasyon ve tarafgirliğe dönüştüğü bu zamanlarda asıl ve daha önemli olanın siyasetin o en küçük ölçekte, evimizden çıkıp da diğerleriyle ve çevreyle karşılaştığımız anda takındığımız tavır ve tutumlarda, o en küçük ayrıntılarda olduğunu düşünüyorum. 

Malzemeyi nereden temin ediyorsun, kili aldığın özel bir yer var mı?

Seramik çok fazla çağrışımı ve kullanım alanı olan bir malzeme. Projeden projeye de malzeme seçimi değişiyor. Ben genellikle oldukça standart killer ve sırlar  kullanıyorum. Genellikle aldığım yer Taksim meydanına yakın bir seramik malzemeleri dükkanı ancak gerekli hallerde yurt dışından getirdiğim ya da neredeyse arayıp bulduğum, peşine düştüğüm özel malzemeler de olabiliyor. Projeye göre değişiyor bu... 

©Nazlı Erdemirel

Tabii ki sanat eseri olsun diye seramikle çalışıyorsun ama hiç kendin için, kullanmak üzere seramik yaptığın oldu mu? 

Zaman daha çokken arada böyle şeyler de yapıyordum. Özellikle dostlarım için onlara özel ürettiğim hediyeler yapmaktan özellikle çok keyif alıyordum. Kendim için de yaptığım ve evde hâlâ severek kullandığım porselen bardaklar yaptım.  Ancak şu anda projelerin üretim aşamasına bile yetişemezken böyle şeylere hiç vakit kalmadı. Kullandığım bardaklar kırılmasa çok iyi olur...

Peki senin için atölyen nasıl bir anlam ifade ediyor?

Ben çok uzun bir süre bir yere yerleşemedim. Hep bahsettiğim yabancılık hissinin getirdiği, aslında hoşuma da giden bir göçebelik hali içindeydim. Bir atölyen hele de bir seramik atölyen olduğu zaman bu, artık oraya yerleşmişsin demektir. Sanırım bu nedenle proje bazlı olarak fabrikaları ve arkadaşlarımın geçici atölyelerini kullandım uzun süre. “Nadireler Kabinesi”ndeki çalışmaların çoğunu Vitra’nın artık kapanmış olan sanat atölyesinde ürettim.  “Araba Sevdası”ndaki seramik işler ise Gorbon’un bana fabrikasında bir köşe açarak verdiği cömert destekle üretildi. Hiçbir yere yerleşmeden zihinsel olarak özgür bir alanda olmak güzeldi ancak bir nokta geldi ki biriktirdiklerimi bir arada görmek ihtiyacı doğdu. İşte o noktada da Galata’daki bu çok sevdiğim atölyeyi buldum. Ankara’da öğrencilik zamanımda kullandığım küçük yeri saymazsak burası, benim ilk atölyem. Sabahları buraya gelip dışarda olan bitenden koptuğum özel bir alan. Sadece fiziksel değil zihinsel bir boşluk, bir aralık... Zamanın farklı aktığı, nesnelerin ve imgelerin farklı konuştuğu bir yer... Her sanatçının bir alt akışı vardır demiştim ya, işte o alt akışın görünür olduğu yer atölye. Zihnimin izdüşümü, akışkan bir mekân.

Devlet ve hegemonyayla uğraşıyorsun eserlerinde. Ama buraya kadar ‘kadın olmaktan’ hiç bahsetmedin. Çalışmalarını bu bağlamda nasıl konumlandırıyorsun?

Bu konu benim için o kadar temel, önemli ve aşırı içselleştirdiğim bir konu ki sanırım özellikle dillendirmeye gerek bile görmüyorum artık. Hikayenin başına dönecek olursak henüz bir sanat öğrencisiyken feminist sanatı öğrenirken, kadın sanatçıların erkek-egemen sanat dünyasında varolabilmek için erkek dilini benimsedikleriyle ilgili eleştiri çok ilgimi çekmişti. Bu, benim kendi üretimime de müthiş bir bir ayna tutmuş oldu. O sırada yaptığım işlere bu eleştirinin içinden bakınca benzer bir durumu kendi çalışmalarımda yaptığımı fark ettim. Rengin hiç olmadığı, son derece maskülen ve ‘ciddi’ işler. Bu, benim ileriki yıllarda tüm sanatsal üretimimi etkileyecek bir içgörü anıdır. Sanat dünyasının minör, ikincil ve kadınlara has olarak etiketlediği dekorasyon, gelenek, el sanatı gibi kavram ve alanları bilakis sahiplenerek bu erkek baskın anlayışın şekillendirdiği ortamda, kendi bol renkli, çiçekli mücadelemi de seramik yapmayı sürdürerek verdim sanırım.

Bu basitçe zıddını yapmak üzere gelişen bir tepkiden ziyade aslında beni heyecanlandıran şeye karşı dürüst olmak ve hep birileri tarafından (genellikle de erkek) belirlenen geçerli sanat ölçütlerine karşı kendi söylemimin gelişimi ve değişimine olanak veren alanın korunmasıyla ilgili bir sanatsal mücadele aslında. Basitçe ve faydasız bir kadın erkek karşıtlığındansa ben bu konuya biraz eril ve dişil yanlarımız olarak da bakmak istiyorum zira eril ve baskın söylem ‘güçlü kadın’ imajıyla pek çok kadın tarafından da benimsenmiş durumda.

39 yaşında bir kadın ve bunca şey biriktirdiğim bir sanatçı olarak beni heyecanlandıran, ilgimi çeken ve beni besleyen şeyin peşinden gitmenin en doğru şey olduğuna inanıyorum.

Yani aslında irdelediğim konular olan aidiyet, yabancılaşma, kültürel kodlar ve tercümesi fikrini, zaten hep altan alta akan ve ilerleyen kadınsı bir söylemle görselleştiriyorum. 

©Nazlı Erdemirel

Yani aslında çok daha radikal fakat görünmeyen bir duruşun var bu konuda...

Evet çünkü bana göre bunun sözünü etmek bile, cinsiyetlerin eşitsizliği olgusunun varlığını bir anlamda kabullenmek demek oluyor. Bu konunun tartışılması bile utanç verici ancak tabii ki hepimiz biliyoruz şu an dünyayı agresif ve eril bir gücün nasıl hoyratça yönettiğini. Bunun bir noktada feminen güçle yeniden dengeleneceğine inanıyorum. Dekorasyon ve süslemeyle gelen bu ikincil ve kadınsı çağrışımların, onların “kitsch” güzelliğinin  farkındayım ve bile isteye benimsiyorum. Yani tüm bu çağrışımları görüyorum ve artırıyorum.

Peki son olarak, esinlendiğin sanatçılar var mı? Bu soruyu belki bir yandan da “Esinlenmemek mümkün mü?” diye sormam lazım...

Esinlenmemek nasıl mümkün olur?! Sürekli olarak birbirimizden öğrenme halindeyiz ve birbirimizi dönüştürüyoruz.

Sanatçılık çok yalnız bir meslek. En iyi dostlar da genellikle diğer sanatçılar oluyor. Gerek aynı dönem gerekse bizden önce yaşayan sanatçılar en iyi yoldaşlar aslında. Özellikle isim vermek çok kolay değil çünkü çok fazla var ama üretimlerinin özgürlüğü, çeşitliliği ve samimiyeti olduğu kadar zor şartlarda kurabildikleri öznellikleri ve inşa ettikleri yeni dünyalarla Semiha Berksoy, Fahrelnissa Zeid ve Füreya’yı anmak isterim. Bunun yanında sadece görsel sanatlar değil, yaratıcı üretimin pek çok alanında etkilendiğim yazar, mimar ve müzisyenin yaratıcı faaliyetleri gerçekten de insanın yeryüzündeki varlığını anlamlı kılan üretimler ortaya koyuyor...

0
27607
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage