Söyleşimize geçtiğimiz sene üzerinde çalışmaya başlamış olduğun ‘Every Subtle Gesture’ (Her İnce İşaret) ile başlamak istiyorum. Yakın zamanda 13. İstanbul Bienali’nde ve İstanbul’da gerçekleşen Art International’da bu seriden bir seçkiyi görme şansına sahip olduk. Aynı zamanda '13 Essential Rules' (13 Temel Kural) başlıklı videoyu da izledik; her ikisinde metin ve imge arasında yoğun bir bağ, aynı zamanda da metni ve imgeyi sürreal bir noktaya getiren büyük bir mesafe var. Bu ilişkiyi pratiğinin genelinde nasıl kuruyorsun?
Sanat okurken şiir yazardım. Kafamın karışık olduğu bu süre zarfında şiir yazmak benim için şiirin ötesinde, farklı fikirler arasında bağlantı kurmaya çalıştığım bir süreçti. Yirmili yaşlarımın başında şiirde iyi olmadığımı anlayınca şiir yazmayı bıraktım. Sözcükleri kullanarak farklı fikirler arasında bağ kurmaya duyduğum ilgi, filmle uğraşana ve senaryo yazmaya başlayıncaya kadar erken dönem eserlerimde zaman zaman görünür oldu. O noktada, sözcüklerle imgeler arasında benzer bağlantılar kurmak benim pratiğimin sürekli bir parçası haline geldi. Benim bu duruma yaklaşımım metni, imgeyi tam olarak tercüme etmeyen veya betimlemeyen bir biçimde kullanmaktansa ima, işaret ve bağlantılardan faydalanmak oldu.
İmge ile sözcükler arasındaki beklenmeyen, hatta keşfedilmemiş ilişkileri keşfetmeyi severim. Söz ettiğin her iki eserde de imge ile metin arasında bir boşluk var; bu alanın hem seyircilerin hayal güçlerini kullanmalarına hem de eserle kişisel ve duygusal bir düzlemde ilişki kurmalarına imkan tanıyacağına inanıyorum. Özellikle 13 Essential Rules for Understanding the World’te (Dünyayı Anlamak için 13 Temel Kural) kuralların didaktik doğasını yıkmak ve oldukça dolaysız bir şeye biraz mizah ve beklenmezlik katmak için taç yapraklarına yüzler çizilmiş lalelerin yer aldığı karenin bulunması son derece önemliydi.
İşlerinin başlıkları da uzun sayılabilecek metinlerden oluşuyor ve okuyucunun/seyircinin görseli yorumlama sürecini yönlendiriyor. Bir başlık imgeyi ne ölçüde yönlendirebilir?
Başlıklar, metni eserin ayrılmaz bir parçası olarak kullanmanın bir diğer katmanıdır. Yine söyleyebilirim ki başlıklar, izleyicilerin baktıkları esere dair beklentileriyle oynayan bir yorum yaratmayı amaçlarlar. Benim için başlık, eserin bütün diğer katmanları kadar önem taşır.
'A 240 seconds analysis of failure and hopefulness' (Başarısızlık ile umutlu olmaya dair 240 saniyelik bir çözümleme) adlı eserinizde sirke, kola ve yakın dönemde, özellikle Gezi olaylarıyla birlikte Türkiye’de daha da aşina olduğumuz biber gazını kullandın. Mısır’daki olaylara şahit oldun mu veya dahil oldun mu? Kişisel üretiminin bu olaylardan nasıl etkilendiğini düşünüyorsun?
Zannediyorum ki her Mısırlı 25 Ocak 2011’de gerçekleşen devrimden beri Mısır’da olup bitenlere dahil olmuştur. Devrim, hem Mısır’da hem de yurt dışında yaşayanların günlük hayatları ile önemli gördükleri meseleleri kökten değiştirdi. Pek çok Mısırlı gibi benim de kişisel ilgi alanlarım değişti ve o zamandan beri ürettiğim eserlerde yeni ilgi alanlarıma dair izlerin göze çarpacağından eminim. Bunun gibi büyük olayların incelikli bir tutumla ele alınması gerektiğine inanıyorum. Bunun başlıca sebebi birinci elden şahit olmadığım şeyler konusunda çalışmaya daha çok ilgi duymam olduğu kadar eseri romantikleştirme veya kalıba sokma riskinden kaçınmak istememdir.
Dünyevi gerçekliğin yanı sıra şiddetli gerçekliği ve siyaseti de sürreal ve absürt sınırlara doğru çekiyorsun. Renkler de en az sahne/nesneleri kendi gerçekliklerinden çekip çıkaran metin kadar etkili. İşlerin siyasi ve gündelik gerçeklikle nasıl bir mesafe kuruyor?
Hiçbirimizin “gerçeklik” olarak gördüğümüz şeye dair gerçekten tutarlı ve etraflı bir anlayışa sahip olduğuna inanmıyorum. Gerçekliğimizin bir parçası da onun bize anlam ifade etmeyen veya yeterince hoş bulmadığımız kısımlarını görmezden gelirken bizim onu nasıl görmek istediğimizdir. İşlerimde toplumdaki konumumuzu nasıl gördüğümüzü sorgulayan, dolayısıyla da gerçekliğimizi şekillendiren bir şey bulabilmek için alışılmadık durum ve bağlamlarda alışıldık öğe, imge, sözcük ve anlamlar sunmaya çalışıyorum. Gerçeklik olarak gördüğümüz şeyden hariç tuttuğumuz şeyleri keşfetmeye ilgi duyuyorum. Örneğin, 13 Essential Rules for Understanding the World (2011) isimli filmim yaşam ve ölüm hakkında hepimizin bildiği fakat pek hoşumuza gitmediği için sık sık düşünmemeyi tercih ettiğimiz bir hayli basit gerçekleri ortaya koyuyor. Tıpkı Every Subtle Gesture (2012 – yapımı halen devam etmekte olan) gibi, bu film de aynı zamanda seyircilerin duygularını ve kişisel bağlantılarını hedef alıyor.
Işık, renk ve anlatının kullanımı bakımından fotoğraflarının sinematik bir perspektifi var. Hangi yönetmenler ile sinematik dilin hangi yönü seni etkiliyor?
Every Subtle Gesture’ı başlangıcı veya sonu olmayan, gelişmekte olan ve geliştikçe katmanlaşan bir anlatı olarak görüyorum. Üzerinde çalışmaya başladığımda bu seri bir filmin görsel senaryo taslağı gibi görünüyordu; film şeridinden tek farkı belli bir sıraya sahip olmamasıydı. Bu seri her sergilendiğinde yeni bir seçki yapılıyor ve sıralama değişiyor. Fotoğraflara yuvarlak köşeler verme kararı 16 mm film projeksiyonu estetiğinden geliyor. Yani sinematik etkilenmelerin söz konusu olduğu doğrudur; aynı zamanda benim görünüşte birbirinden bağlantısız parçalardan anlatılar kurma isteğimin arkasında.
Bununla beraber son birkaç yıl içerisinde, çok sayıda hikayenin birbirine paralel olarak ilerlediği filmlere ilgi duymaya başladım. Paul Thomas Anderson’un Manolya (1999) adlı filmi bu türe verilebilecek çok iyi bir örnektir. Aynı zamanda David Lynch’in filmlerindeki absürtlük ve zihin karışıklığının miktarı ile Wes Anderson filmlerindeki renkler, şen şakrak haller ve güzel kareler beni büyülüyor.