03 NİSAN, CUMA, 2015

Ali Şimşek ile Sanat Yazarlığı Söyleşisi

Eleştirinin gücü, eleştirel teoriyi ne kadar sindirebildiğine ve dönüştürebildiğine bağlı.

Ali Şimşek ile Sanat Yazarlığı Söyleşisi

Çalıştığınız konulardan biraz bahseder misiniz?

Benim çalıştığım konularda özellikle öğrencilerin ilgisini çektiğini farkettiğim meselerden biri resim okuyan öğrencilerin güncel sanata yönlendirilmesi meselesi var. Resim ya da heykel 'contemporary' olmak zorunda değil. Çünkü neyin güncel sanat olacağının bir listesi var. Ben onu da çıkarttım biraz;10 madde var. Bunlara girince güncel sanat, girmeyince eski, hobist falan gibi kategorilere giriyorsun. Bu çok açık bir liste ve işliyor, bir formül var.

Bu ayrımı neye bağlıyorsunuz?

Güncel sanatı belirleyen kavramsal ve text.

Ali Şimşek ©Korhan Karaoysal

Sanat yazarının burada rolü nedir?

Sanat eleştirisi özellikle son 3-5 yıldır tartışılıyor. Radikal'de başladı. AICA'nın toplantıları oldu. Şimdi, 'niye sanat eleştirisi?' diye bir gündemimiz var. Ama aslında bence daha çok sanat eleştirisi yapan aktörlerin kriziyle ilgili bir gündemimiz var. Sanat eleştirisi dediğimiz aslında eleştirel teorinin geniş bir alanıdır; Platon, Aristotales'ten gelip 18.-19. yüzyılda Fichte, Schelling, Kant… Buralarda birikmiş, daha çok da felsefecilerin dahil olduğu oradan da Marksizme, Frankfurt okuluna gelen; temelinde Marksizm ve postyapısalcılığın olduğu alana eleştirel teori diyoruz biz. Eleştirel teoriyi iyi kullanamıyorsak ne sinema ne edebiyat, ne mimarlık ne popüler kültür eleştirisi yapılabilir. Sanat eleştirisi elbette disiplin olarak var ama onu belirleyen şey 18. yüzyıldan itibaren oluşmuş eleştirel teori alanını nasıl işlettiğiyle alakalı. Ben açıkçası bir eleştiri metni okuduğumda bu dokulara bakıyorum. Bu dokular yoksa ne yapıta vakıf olabilir ne duruma.

Başka türlü yazılamaz mı? 

Hayır, yazılamaz. Elimizdeki eleştirel teori çok basit; 18. yüzyıl Alman romantizminde kurulmuştur. Sonra  1930'larda fenomenoloji, Marksizm ya da Benjamin gibi; 1960 sonrası yapısalcılık, 1980'lerden sonra postyapısalcılık; Deleuze, Baudrillard, Ranciere, Badiou, Hall Foster'a gelen bir hat var. Bunun dışında bir şey yazmanız zaten uzayda yaşamanız anlamına gelir. Elbette bir sanat tarihi de var. Ama sanat tarihinin dökümantasyon bilgilerinin ötesine ulaşacaksak, eleştirel teori içinde hareket etmek gerekiyor. Başka yolu yok. O nedenle eleştirinin gücünü bu eleştirel teoriye ne kadar vakıf olup olmadığı belirler. Türkiye'de sanat eleştirisine baktığımızda özellikle 1950'lerden itibaren edebiyat dünyasından insanların dahil olduğunu görüyoruz; Tanpınar, Nurullah Berk'e uzanan. Daha sonra felsefecilerin de girdiği, Alman ekolü dediğimiz İsmail Tunalı; deneme diline yakın Sezer Tansuğ; edebiyatta Nurullah Ataç. Bunlar önemli birikimler. 1980'den sonra ise yeni aktörler giriyor.

Ali Şimşek ve Özge Güneş ©Korhan Karaoysal

Yayınlar da oldukça farklılaşıyor...

Argos, Gergedan var; Enis Batur'un çıkarttığı 1986 sonrası... Ayrıca Gösteri, Milliyet Sanat gibi edebiyatla kol kola bir sanat eleştirisi var. 1990'lı yılların başına kadar edebiyatçı, şair, ressamlar arasında yakın bağlar var problemleri ve avantajlarıyla. Şu an sanatçılar daha çok sosyologlarla ve felsefecilerle kol kola. Bana göre bu iki alanın kopma sebebi, lirizmin kopması. Şu an sanatta lirik bir şey yok. Kavramsal olan bir şey zaten lirik kabul edemiyor. Bunu Nietsche, Kierkegaard söyler ben söylemiyorum. Onun için ressamlar, şairler ve güncel sanatçılar arasında ayrı bir kıta var. 1990'lı yıllara geldiğimizde, bütün dünyada olduğu gibi postmodernizm dediğimiz bir alanın hakimiyeti görülüyor. Baudrillard, Deleuze, Derrida, Foucault Türkçeye çevriliyor. Bir taraftan da kültürel çalışmalar yükseliyor ama tuhaf bir şekilde sanat eleştirisinden çok sinema eleştirisine katkısı oluyor. Keşke olsa çünkü disiplinlerarası bir yaklaşımla güncel sanat okuyabilecek bir mekanizmaya sahip. Esas olarak 1990'lardan itibaren “Fransız öpücüğü” hakimiyeti var. 1990'larda tüm kültür-sanat dünyası değişiyor; galeri yapıları, büyük sermaye, bankalar giriyor. Buradaki ana yaklaşım postyapısalcı düşünce. Bana göre verimiyle beraber bir sürü handikapı da var; sınıf kavramını geri plana itmesi, kimlikler, farklar, ötekiler üzerinden neoliberalizmle örtüşen bağlar kurması. Zaten 1990'larda küratöryel metinlere baktığımızda güncel sanatın ana mevzunun bunlar olduğu görülüyor. Postyapısalcı alan hem kültür endüstrisini hem de sanat eleştirisini belirledi. Dışındakileri neredeyse nefes alamaz bir hale getirdi. Mesela Nişantaşı'ndaki resim ağırlıklı galeriler kapanmaya başladı. Bunları idealize ettiğim anlamında söylemiyorum, değişim anlamında. Genç Sanat, Rh+ gibi peinture alanında eleştiri üretmeye çalışanlar geri plana atıldı, krize girmeye başladı ya da kapandı. Dergi yapıları değişti internetin de gelmesiyle. Başka bir sanat medyası çıktı. 

Bugün için ne düşünüyorsunuz? Nerede sanat eleştirisi?

Klientalist bağlar çok merkezi. Ben de bunun dışında değilim. Kendi galeri çevresindeki insanları yazıp çizmeye başlıyor. Ama eleştiri krizden gelen bir şey. Risk almazsa eleştiri değildir. Ben eleştirirken risk alan çok az yazı görüyorum. Bir galeriyle kapışmak, bir sanatçıyla kapışmak, sevmeyen sayının artması gibi...

Ne görüyorsunuz peki?

Risk almayan bir eleştiri var. İnsanlar risk almak istemiyor. Sürekli yeni projeler gelsin, klientalist ağlarım geliştireyim. Nasıl güncel sanat bir tıkanma yaşıyorsa ona eklemlenmiş sanat medyası da bir tıkanma yaşıyor. Bugün metin yazmanın parodisi üretiliyor. Bir şeyin parodisi üretilmişse krizde demektir. Baudrillard'ın “sanat komplosu” tanımı çok doğru. Herkes aslında bir kriz olduğunun ve bir sahtekarlık olduğunun farkında ama yokmuş gibi yaşamaya çalışıyoruz. Çok fazla önemsiyoruz mesela sanatı. Politikayla ikame eder hale getiriyoruz. Yani jestüel hale geliyor politika. Politika pratik bir şeydir. Yapıt politikayı ikame ediyor. Tamam, bu da önemli ama yeterli değil ki... Şu anda da tarışılmaya başlandı bu konular; politik, apolitiklik durumu. Neyse yani risk almayan bir eleştiri var. Risk almak bir şey yaptığında dost sayını azaltabilir, ağlarını zayıflatabilir. Bu küfür, hakaret demek değildir ama eleştirel bakmaktır, galericiye de sanatçıya da. Yoksa kimsenin sanatı yıkmak, galeri yapılarını değiştirmek gibi bir gücü yok. Kapitalizmi değiştiremeyeceği gibi. Ama birazcık bile eleştirel olmak bazı şeyleri değiştirebilir, değiştirmiştir de zaten. Bir de risk almak için galeri yapılarından da bağımsız olmak gerekiyor. Eleştirinin filizleneceği yerler dergilerdir, portallardır. Sanat medyası dediğimizde karşımızda ne var? İstanbul Artnews gibi tasarımı çok iyi, içeriği ekstra dolu ama risk almayan... o kadar dolu olduğu için bazen okunmayan, okunmamak için yapılmış. Tasarımın hegemonyası var. Eleştiri nerede yer alacak? Araç önemli. 

Tarif ettiğiniz gibi bir eleştiri nerede görülebilir?

Eskiden sanat amatör yapılarla dönüyordu. Moda deyimle 'butik'ti ama verimliydi. Büyük sermayeyle ilişkileri olmadığı için daha özgür davranabiliyorlardı. Ama 1990'lardan itibaren büyük sermaye, şirketler işin içine girince o bohem hava kayboldu. Bunun başlangıcı da nitelikli dergilerdendir. Argos, Gergedan gibi lüks kağıta basılmış dergiler. Otomatikman eleştirmeni de belli bir pozisyona alan dergiler. Eleştiri yapacak kişi de kültür endüstrisi içinde bir profesyonele dönüştü. Bu da önemli. Editör, muhabir, yönetici… Elbette bunlar hemen yıklacak şeyler değil ama dediğim gibi en azından nefes alınabilecek alanlar oluşturulabilirdi, oluşturulmadı. Aslında güncel sanat tıkanmayı gösteriyor. İşte jestüel hale gelmesi, şablonlaşması, kapsüllenmiş, benzer işlerin üretilmesi... Metinin egemenliğinde yaşanan bir tıkanma. Benim güncel sanat sevmediğim düşünülür; halbuki ben genelde Türkiye'deki güncel sanatı sevmiyorum çünkü çok kötü. Güncel sanatın sömürgeci olanına, diğer alanlara nefes aldırmayanına karşıyım. Bir de dediğim gibi ideolojik olarak çizdiği epistemik sınırlarına karşıyım; kimlik fark, öteki, melezlik görüp de sınıf görmeyene karşıyım. Sermayeye eklemlenmiş o yapısına karşıyım. Yoksa güncel sanat şimdidir; ve bu zenginliktir. 

Özge Güneş ©Korhan Karaoysal

Bahsettiğiniz bu tekrar, jestüel hale gelmesi nasıl oldu?

Güncel sanatın temelinde ironi var. Pastiş var. Sinizm var. Mesafe var. Bunlar yıkıcıdır ama şöyle handikapları var trajikle beslenmediği zaman, kavramsalın kapsayamadığı alanla birleştiği zaman jestüel hale gelir. Kendisi klişeye dönüşmek durumunda kalır. Klişeleri kendine mal etmeden bahsetmiyorum, o pastiş. Kendisi klişe haline geldiğinde kriz çok büyük demektir. Çok hızlı yıkılır. Yıkılmak derken şu anki halini kastediyorum, bu haliyle yürümeyeceği ortada. Bunu herkes görüyor. Yerine ne gelir? Malzeme, ekspresyon, dillendirilemeyen alan, kavramsallaştırılamayan. Sezebiliriz. Duygusalık, empati, trajedi... Güncel sanatın içinde tuzu kuru bir siniklik var. Burjuvazi güncel sanatta çaresizlik stratejileri deneyimliyor; donmuş, cool. Durumlar. Yapıtın içeriğinden değil. Benim o yapıtla kurduğum şey ağırlık olarak sinik, cool, mat, çaresiz algılamalar bütünü, bir yandan da dekoratif. Elbette avangard'ın krizinde bütün radikal şeylerin burjuvazi tarafından içerilmesi var zaten. Ama en yüksek içerilme güncel sanatta. Burada pütürler de yok. Bir güncel sanat yapıtı izleyende ne tür fenomenolojik algılar üretir? Modernizme baktığın zaman bir direnme, diklenme vardı. Pop Art da bile diklenme vardı; senin çorbanı çıkarırım ben karşına, 'senin silahlarınla seni vururum' gibi. Ama güncel sanatta biz sürekli ne kadar çaresiz olduğumuzu izliyoruz. Bunlar da mesela sanat eleştirmeninin kurcalaması gereken şeyler. Özetlersem sanat eleştirisi dediğimiz şey eleştirel teorinin içinde yüzdüğü bir alan. Gücü, bu eleştirel teoriyi ne kadar sindirebildiğine ve dönüştürebildiğine bağlı. O nedenle ayrı bir sanat eleştirisi alanını kabul etmiyorum. Burası belirler niteliğini. Bir de tabi kolay okunabilirlik de önemli. Çok güzel yazılarla karşılaşıyorum ama bazen belli bir seviyede akademik bilginiz olmadığı zaman içine giremezsiniz. Bunun bir ara formunu bulmak lazım. Gazetecelik diline düşmeden. Bir şeyi içselleştirirsen zaten normal metin gibi yazıp dipnotlara yer vermezsin. Sezgiyi yakalamak lazım. Sezgiler ortak, bu ana aks politikaya da baksan böyle gidiyor sinemaya da baksan böyle. Artık eş zamanlı yaşanıyor bir çok şey. 

Deneyimler farklı tabi.

Evet. Bourdieu alanları da tartışır. Alanlar belirleyicidir. Alanlar açısından bakılınca Türkiye'deki sanat dünyasında iki temel dalga saptıyorum. İlk dalga 1980'li yılların Nişantaş merkezli, ikincisi 1990'lı yılların ortasına doğru bienallerle ortaya çıkan Beyoğlu'na kayan, hala içinde olduğumuz dalga. Üçüncü dalga geliyor. Benim gördüğüm, daha küresel galerilerin Türkiye'de aktör olması, yabancı sanatçıların galerilere gelmesini içerecek. Galataport-Sütlüce hattında soylulaştırmayla yürüyecek bir şey. Bunun sinyalini Haliç'te yapılan fuarlarda görüyoruz. Sergileri biz duymayacağız bile. Çok seçkin geliyor bu dalga ama tabi bir direniş ülkesindeyiz aynı zamanda. Galataport iptal ettiriliyor. Geçerse gerçekten de bu hat koca bir talan alanı, güncel sanat da vitrin olacak. Bir çok dinamiği değiştirecek. İstanbul dünyada sanatın merkezlerinden biri, Berlin gibi. Bohem neredeyse sanatın merkezi orasıdır. Küresel sermaye buralara girmek istiyor. Parisli bir genç Galata'da atölye istiyor. Paris hijyen şehri. Bohem arızadır, zordur ama dinamiktir. Şimdi projeler var. Hesapçı, şık bir sanatçı jenerasyonu. Atölye değil de ofis sanatçısı gibi çalışan. Ama yine de bohemin yeşerebileceği alan var burada.

0
18163
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage