20 OCAK, CUMA, 2017

Tanrının Yüzünü Görmenin Sonik Hali: The Dears

Uzun yıllar boyunca pek çok başarılı albüme imza atan ve The Smiths, Morrisey, Keane gibi müzisyenlerle konserler veren Kanadalı indie rock grubu The Dears, 11 Şubat’ta ise Salon İKSV’ye konuk oluyor. Biz de konser öncesi grubun vokali ve klavyecisi Natalia Yanchak ile The Dears’ın yakın zamanda çıkacak yeni albümünü ve 20 yılı deviren müzik kariyerini konuştuk…

Tanrının Yüzünü Görmenin Sonik Hali: The Dears

Murray Lightburn ve Natalia Yanchak çiftinin önderliğinde müzik kariyerini sürdüren The Dears, geçen yıl 20. yılını kutladı. Kanada indie rönesansı olarak tanımlanan akımın öncüsü The Dears, 20 yıl boyunca özgün tarzlarını koruyarak ürettikleri şarkılarıyla üçüncü kez İstanbul’da sevenleriyle buluşacak.

Müziğinizi “orchestral-pop-noir-romantique” rock’n roll olarak tanımlıyorsunuz. Hatta aynı isimli bir EP’niz de var. Bu tanımı biraz açabilir misiniz?

Orchestral Pop Noir Romantique EP’mizi 2000 yılında kaydettik ve 2001 yılında yayımlandı. O zamanlar The Dears’ın yaptığı müziği tanımlayan bir tür yoktu. O zamanın en popüler grupları, çevremizdeki her şey sadece guitar rock’tı: post-grunge, alternatif müzik. Biz de kendi türümüzü bulduk ve hâlâ romantik, orkestral ve pop-noir müzik yapıyoruz.

Peki Kanada Indie Rönesansı nedir? Ve sizin bu hareket içindeki yeriniz…

Dediğim gibi, 2000’li yılların başında müzik sahnesinde pek çok kuralı yıkıyorduk. Kanada’da bir yanda guitar rock vardı, diğer yanda ise deneysel noise- rock. Ve bu sahneye iki yanda da beyaz adamlar hakimdi. Yani The Dears iki kadın ve bir siyah adamla geldiğinde zaten farklıydı. Her şeyi sorguladık ve daha müzikal şeyler duymaya, string ve synthesizers gibi yeni dokular keşfetmeye, değişmeye hazır bir dinleyici kitlesi biriktirdik. Bu da zamanın pek çok sanatçısına özgürlük ve ifadenin keşfi için yeni bir dönemin kapılarını açtı.

Beraber çalma maceranız nasıl başladı? Eğer çok özel değilse nasıl tanıştığınızı da anlatır mısınız?

Bir müzik grubu olarak The Dears macerası uzun ve belirsizdi. Sürekli bize ait bir yer arayışındaydık ve kendimize “The Dears”ın ne anlama geldiğini soruyorduk. Ama çoğunlukla The Dears’ın yaşanan an içinde yolunu bulan ve yeniden yaratılabilen bir varlık olduğu fikrinde hem fikir oluyorduk. Müzisyenler bir araya geliyor ve biz The Dears’ı beraber yaratıyorduk. Ve bu çok güçlü bir birlikti!

Murray ve benim tanışmam mı? Biz 1997’de benim DJ’lik yaptığım bir barda tanıştık ve tanıştıktan kısa bir süre sonra onun grubu olan The Dears’a katıldım. 

End of a Hollywood Bedtime Story’den Times Infinity Volume I’a kadar olan süreç içerisinde müziğiniz nasıl bir değişim geçirdi?

Son zamanlarda The Dears’ın ürettiği ilk şarkıları dinleyip vahşi ve riskli düzenlemelere hayran olduk. Murray ve ben kendi müziğimizi şaşkınlık içinde dinleme deneyiminden çok keyif aldık: “Bunu yaparken ne düşünüyorduk ki?” Umuyoruz ki müziğimizi yakın zamanda tekrar bu şekilde yapacağız.

Çoğunlukla hangi tür müzik dinliyorsunuz? Hangi müzisyen ve gruplar size ilham kaynağı oluyor?

Kişisel olarak, ben çok müzik dinlemiyorum. Ama 11 yaşındaki kızım müzik dinlemeye bayılıyor ve bana sürekli radyo dinletiyor. Yani çoğunlukla Kanada’da yayın yapan ticari radyoların çaldığı korkunç pop müziği dinliyorum. Ama radyoda çalanlar içinde en iyi olanı seçmem gerekirse; Adele’in son albümü 25’i seçerdim. Bruno Mars ve Rihanna’yı da seviyorum. Bir şarkı eğer güzel yazılmış, iyi işlenmiş ve düzenlenmişse, hangi tür müzik olduğu önemli değildir, bana ilham verir. Pop müzik içinde ilham var, çokça çöp olduğu gibi…

Türkiye’ye daha önce geldiniz, değil mi? Türkiye’deki dinleyicileriniz hakkında ne düşünüyorsunuz? İstanbul’da konser vermek nasıl bir his?

Bu Türkiye’ye üçüncü gelişimiz. Ve her gelişimizde dinleyicilerin müziğimizi ne kadar iyi bildiğine şaşırıyoruz! Bir şarkıya başladığınızda seyirci size eşlik ediyorsa ya da sevdikleri bir şarkıyı çaldığınızda sizi alkışlıyorlarsa, işte bu bir müzisyenin hissedebileceği en güzel duygudur. Ve İstanbul’daki her konserimiz bir diğerinden daha iyi oluyor. 

Canlı performanslarınız “Tanrı’nın yüzünü görmenin sonik hali” olarak tanımlanıyor. Konserlerinize hazırlık için neler yapıyorsunuz?

Performans enerjiden ibarettir. Sahnede ve seyircilerin arasında insanlarla beraber bir şeyler deneyimlemektir. Sahneye çıkmak üzereyken kendime bunu hatırlatırım, zihnimi boşaltıp müzikten başka hiçbir şey düşünmemeye çalışırım. Ayrıca bazen birkaç dakika zıplarım, koşu yarışına hazırlanmak gibi.

Bir sonraki albümünüz Times Infinity Volume II yakında yayımlanacak. Kesin tarih belli mi? Ve albümde nasıl şarkılar, sözler ve duygular bulacağız? Genel olarak, albümün temasından bahsedebilir misiniz?

Tarih daha kesinleşmedi ama 2017’de yayımlanacağı kesin. Bu albümdeki şarkılar biraz daha karanlık ve içe dönük. Albümün teması Volume I’ın devamı niteliğinde; aşk kavramı ve ilişkileri, başlangıç ve bitişleri, umut ve beraberliği sevmeye odaklanıyor. 

Bize şarkıların üretim süreçlerinden biraz bahsedebilir misiniz? Müziği üretirken ve şarkı sözlerini yazarken nasıl bir yol takip ediyorsunuz? Ve bu zamana kadar bu süreç nasıl bir değişime uğradı?

Şarkıları genellikle Murray yazıyor. Times Infinity Volume I & II’da yer alan çoğu şarkıysa ikimizin ortak çalışması. Ama genel düzenleme ve üretim baştan sona Murray’nin yönettiği bir süreç. Müziği şarkının yönetmesine izin veriyoruz. 

Geçen sene 20. yılınızı kutladınız. Bir grup olarak, kariyerinizde pişmanlıklarınız oldu mu? Aynı zamanda en mutlu anınızı da merak ediyorum…

Pişmanlık yok! 20 yıl iniş çıkışlarla doluydu ve hiç kolay değildi ama hiçbir şeyden pişman olmadım. Yaşadığım zorluklarla öğreniyorum. Kariyerimin en mutlu anıysa sanırım 2004 yılında Morrisey konserine davet edildiğimiz andı. Morrisey ve The Smiths dinleyerek büyümüş biri olarak onlarla tanışmak, aynı odada bulunmak büyük bir onurdu ve benim için gerçekten yoğun bir andı.

0
5365
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle