30 MAYIS, PAZARTESİ, 2022

“Şüphe Duyan İnsan Esasta Sağlıklı Bir Zihne Sahiptir”

Bugüne kadar çok sayıda eseri Türkçeye kazandıran tarihçi, yazar ve çevirmen Sadık Usta’nın Kafka Kitap etiketiyle yayımlanan kitabı Şüphenin Tarihi okurla buluştu. Bir yurttaşlık görevi bilinciyle kitabını kaleme aldığını belirten Sadık Usta, felsefeyi tarihsel süreçte, ortaya çıkışından Aydınlanma Çağı’na kadarki serüvenini yalın bir dille konunun meraklısına sunuyor. Felsefe tarihinin yanı sıra antropolojik bir bakış açısına sahip olan kitabın ortaya çıkışını ve ana hatlarını Sadık Usta ile konuştuk.

“Şüphe Duyan İnsan Esasta Sağlıklı Bir Zihne Sahiptir”

Öncelikle yeni kitabınız Şüphenin Tarihi hayırlı olsun, okuru bol olsun diliyorum. Ancak ona geçmeden önce sizin ütopyalarla ilgili merakınız ve çalışmalarınıza bir parantez açmak istiyorum. Bir tren yolculuğunda okuduğunuz kitap, deyim yerindeyse hayatınızı değiştirmiş. Sizi ütopyaların peşinden gitmeye iten dürtü nedir?

Çocukluğum yoksulluk içinde geçti. Yaşadığım mahalle de esas olarak yoksul insanlardan oluşuyordu. İçinde yaşadığım çevre ve toplumsal koşullar, daha ilk andan itibaren siyasal görüşlerimi oldukça belirlemiştir. Bu yüzden hep baskı ve sömürünün olmadığı, herkese fırsat eşitliğinin tanındığı bir dünya hayal etmişimdir. 23 yaşındayken okuduğum bir kitap (Eric F. Russell’in Ve Sonra Hiç Kalmadı adıyla Türkçeye çevrildi), herkesin özgür, eşit ve kardeşçe yaşadığı bir gezegeni betimliyordu. Küçük ama üstümde etkisi büyük olan bu kitap, zihnimde güçlü bir tutkunun oluşmasına neden olmuştu. Sonradan araştırdığımda gördüm ki ütopya, kökleri uygarlık tarihinin ilk anlarına, yani devletleşme ve yazı kültürünün başladığı döneme kadar giden dinmeyen bir özlem, yakıcı bir arzu, sonsuz ve sınırsız bir umutmuş. Ütopyanın toplumsal ve yazınsal kökleri o kadar derinde ki insan neredeyse 5000 yıldır bu özlemin peşinde koşup durmaktadır. Bu özlemin ilk izleri, Sümer metinlerinde var. Mısır mitolojisinin ilk metinlerinde bile söz konusu dinmeyen özlemin ve umudun dillendirilişine tanık olabiliyoruz. O gün bugündür, yani neredeyse kırk yıldır ben de bu özlemin yazınsal izlerini sürer dururum.

Pek çok ütopya eserini Türkçeye kazandırmış bir isimsiniz. Hepsinin daha insancıl ve müreffeh bir dünya vaat ettiğini düşünecek olursak bu eserler arasında kendinizi hangi ütopyanın içinde bulmak isterdiniz?

MÖ 200’lü yıllarda yazılmış Güneş Adaları adlı ütopya zihnimdeki ütopyaya çok yakın. Orada cinsiyetler eşit. Herkes özgür ve yetenekleri oranında toplumsal hayata katılmaktadır. Tabii bunun yanı sıra 19. yüzyılın büyük düşünürlerinden Robert Owen’nın eşitlikçi bir toplum olarak tasarladığı “Lanark Projesi” de kafamdaki toplumsal düzene çok uygundur. Owen, Manchester’ın büyük fabrikatörlerinden biridir. Malını mülkünü satarak, yanında çalışan 5 bin işçiyle birlikte Amerika’da eşitlikçi bir komün kurmaya girişmiştir. Komün çok fazla yaşamaz ama ilke olarak orada uygulanan birçok kural ve yasa, sonradan Kaliforniya eyaletinin yasalarını etkilemiştir.

Sözü yavaş yavaş kitaba getireyim. Kitabın ortaya çıkış hikâyesini sormak isterdim lâkin siz ithaf kısmında zaten bu soruya cevap veriyorsunuz. Son yıllarda felsefeye duyulan ilgideki artışı da göz önünde bulundurursak böyle bir referans kitabı kaleme alırken okura karşı kendinizde nasıl bir sorumluluk hissettiniz?

Bu kitabı yazmaktaki amacım, düşünen, kendi hayatına ve içinde yaşadığı toplumsal koşullara eleştirel yaklaşan özgür düşünceli insanlara faydalı olmaktır. Toplumsal hayata iki yönden katkıda bulunabilirsiniz: Koşulları değiştirmek için siyasetçi olabilirsiniz ya da kitaplar yazarak aydınlatabilirsiniz. Bunların ikisini birden de yapabilirsiniz kuşkusuz fakat ben uzun bir siyasal hayattan sonra şimdi, deneyimlerimden hareketle felsefe ağırlıklı kitaplar yazmayı tercih ettim. Bu sonuçta bir yurttaşlık görevidir. İnsanların kendi hayatlarını sorgulamasına, içinde yaşadıkları koşulları değiştirmeye ihtiyaçları var. Ama onların aydınlanmaya da ihtiyaçları var. Günümüzdeki felsefeye olan ilgi de bu ihtiyacın yakıcı hâle geldiğini gösteriyor. Eğer bu aydınlanmaya küçük de olsa bir katkım olabilirse, kendimi mutlu sayacağım.

Sadık Usta

Dünyayı Değiştiren Düşünürler önceki yıllarda okurla buluşturduğunuz oldukça kapsamlı Türkçede de benzerine az rastlanan bir çalışmaydı. Bu kitabınızda benzerleri Batı dünyasında rastladığımız birkaç çeviriyle de kitapçılardaki raflarda yerini alan çalışmalardan dili itibarıyla farklılaştığını düşünüyorum. Kitabın giriş kısmında olgunluk ve tevazu ile tezler inşa edilmesi gerekliliğine de değiniyorsunuz. Bu noktada Şüphenin Tarihi’nin okuru cezbedecek tezi nedir?

Şüphenin Tarihi’ni yazmadan önce 30’a yakın “felsefeye giriş” içerikli kitap inceledim. Bunların bir kısmı Türk yazarlara ama çoğunluğu yabancılara aitti. Amacım mevcut felsefeye giriş kitaplarındaki farklılığın ne olduğunu görmek, onların eksiklerini saptamak ve mümkünse ihtiyaca yanıt verecek yeni bir kitap hazırlamaktı.

Kitabımın diğerlerinden farklılığını ortaya koyacak birkaç nokta var: Birincisi dilin yalınlığı. Bilgiden tasarruf etmeden, yani bilgiyi yavanlaştırmadan yalın bir dil kullanmak mümkün olmalı ki sanıyorum bu kitapta bunu başardım. Amaç insanlara felsefeyi sevdirmek ve kavratmaksa, o zaman “felsefeyi halkçılaştırmalıyız” diyorum. Çeşitli çevrelere felsefeyi sevdirmek için, onu insanlarla buluşturmak gerekir. Bu aynı zamanda felsefenin derinleştirilmesidir.

İkincisi, felsefe insanlık tarihinin belli bir döneminde ortaya çıktı. Yani nasıl ki evrimsel süreçte bedenlerimiz değişmiş, teknolojik ilerleme belli bir hat izlemişse, zihinsel gelişmemiz de bu sürece paralel olarak gelişmiştir. Sonuçta bilim ve teknoloji, ancak zihnimizin kavrayışı kadar gelişebilir. İnsan zihni, bilimsel keşifleri sınırlarda yapabilir. Felsefe de zihinsel gelişmesinin belli ve evresinde ortaya çıktı. Merak ve şüphe, bu açıdan düşüncede tarihsel-zihinsel eşiktir. Bu süreci kitapta, zihinsel gelişmenin halkalarını birbirine bağlayarak kavratmayı amaçladım.

Üçüncüsü, felsefe iddia edildiği gibi Yunan’da başlamadı. Yunan felsefesi, felsefede bir sıçramayı ifade eder fakat felsefe Mısır, Hint ve Çin’de başladı. Bunun kanıtlarını, bizzat filozofların kendi açıklama ve tezlerinden hareketle karşılaştırdım. Bu kapsamda yaygın Türk okurunu, çok fazla bilinmeyen Sümer, Mısır, Hint ve Çin yazınıyla tanıştırdım.

​Dördüncüsü, felsefenin ortaya çıkabilmesi için, yani insanlığın taş baltadan yapay zekaya ulaşabilmesi için önce iki ayak üstüne dikilmesi, alet üretmesi, ateşi kontrol etmesi, barınaklar kurması, ölümün bilincine varması, öbür dünya kavramını düşünmesi, tarım devrimini, kent devrimini gerçekleştirmesi gerekiyordu. Ve sonra da devletlerin kuruluşuyla birlikte insan zihninin muazzam üretimi olan kültürü, sanatı, yazıyı, bilimi, siyaseti ve felsefeyi icat etmesi gerekiyordu. Kitapta bu süreci adım adım ve birbirinin üzerine inşa ederek göstermeye çalıştım.

Kitabın içindeki başlıklarla ilgili sorularıma geçmeden önce şüpheye ayrı bir parantez açmak istiyor. Özellikle epey zararını gördüğümüz bu post-truth çağında bilgiye erişim ve komplolarından uzak kalabilmenin yolu sizce nasıl bir şüphe etme ve sonuca ulaşma hâlinden geçiyor?

Bilgiyi, ki bunlara en başta inançtan kaynaklanan bilgiler girer, kabul etmeden önce şüpheyle karşılamayı, kritik sorular sorarak bunların doğruluğunu test etmeyi ve en sonunda da mantıkla ilişkilendirmeyi öneriyorum. Bugün bize medya üzerinden, akademik çalışmalar üzerinden birçok yanlış ve oldukça ezber bilgi aktarılmaktadır. Birçok insan şüphe duymayı, sorgulamayı, mantık ve akılla açıklamayı, hep başkalarının bilgilerini yanlışlamak için kullanır. Bense kitabımda, bunu en başta kendi bilgilerimize, kendi inançlarımıza, doğru kabul ettiğimiz ezberlerimize ve alışkanlıktan dolayı tekrar ede ede adeta kendimizle özdeşleşen bilgilerimize ve yaşamımıza uygulamayı öneriyorum.

“İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli fark düşünebilmesidir” sözü sıklıkla metinlerde karşımıza çıkar. Ancak bununla birlikte düşünen ve şüphe duyan insana da “makulün dışında” gözüyle bakılır. Bu noktada sizce sistematik bir şüphe bizi nereye götür?

Kitabımda, her şeyden ve her bilgiden marazi bir şekilde şüphe etmekten ziyade, akıl ve mantıkla donanmış, sağlıklı şüpheye dikkat çekiyorum. Şüphe duymak yararlıdır. Şüphe duyana toplumda ters bakıldığı da doğrudur, ama şüphe duyan insan esasta sağlıklı bir zihne sahiptir. Onlardan korkulmamalıdır, çünkü şüphe duymak, sadece felsefeye giriş değil aynı zamanda yaratıcılığın da başlangıcıdır. Bu açıdan şüphe duymak, insanın kendi bilgilerini ve varlığını sorgulaması, yeteneklerinin sınırlarını zorlaması, kendi zihinsel ve bedensel yaratıcılığını keşfetmesidir. Marazi bir şüpheyse, toplumsal ve şahsi bir amaç hedeflemediği için ne bireyin kendi varlığını inşa etmesine katkıda bulunabilir ne de toplumsal kurallar ve amaçların gerçekleşmesini sağlayabilir.

Kitabınız felsefe tarihine giriş niteliğinde olmanın yanı sıra antropolojik açıdan da önemli bir işleve sahip. Dünya tarihinin çok küçük bir bölümünde var olsak da gelişim hızımız dikkat çekici. Yazının icadını büyük bir milât kabul edersek sonrasında felsefenin insanın gelişimine katkısı nasıl bir dönüm noktası oluyor?

İnsan zihni, düz bir hatta ilerlemez. Her zihinsel aşama, bin bir türlü iç tartışmanın, zihinsel seçeneklerin, terk edişlerin ve vazgeçişlerin ve hatta kararlardan geri dönüşlerin sonucunda belirlenir. Bu işlem, çoğunlukla kendiliğinden ve biz bunu fark etmeden olur fakat insanın, yani bireyin bu sürece katkısı, bilinçli bir tavır ve tercihle derinleştirilebilir. Biz insanlar genelde, şüphe duymanın yaşamımızdaki önemini, sorgulamanın günlük hayatımızdaki yararını gördükçe, yani yaşadıklarımızın ve bilgilerimizin tesadüfen oluşmadığını fark ettikçe, sadece zihinsel-düşünsel süreçlere değil, aynı zamanda maddi toplumsal durumlara da müdahale etmenin önemini ve gereğini kavramaya başladık. Bu kavrayış sayesindedir ki bugün birçok toplumsal kural, ahlaki ilke, yasa ve yaşam tarzı değişmiş ve başkalaşmıştır. Bunun en önemli sebebi felsefenin ortaya çıkışıdır.

Kitabınızda bir bölümün başlığı “Sömürü beş bin yıl önce de vardı”. Bu başlığın çerçevesinde sizce tarihin ne kadarı tekerrür ya da değişim ve dönüşüme tekabül ediyor? Gerçekten farklı çağlarda hep aynı şeyleri mi yaşıyoruz?

Şunu söyleyebiliriz: Tarih, hem tekerrür etmekte hem de gelişmektedir. Tarih tekerrür etmektedir çünkü bugünkü sorularımızın birçoğu esasta eski sorulardır. Bunun nedeni ise sorunlarımızın aynı olmasıdır. Eğer başlıktan hareket edersek; “İnsan neden sömürüye maruz kalmaktadır?” sorusu ezeli bir sorudur ya da “İnsan sömürüden nasıl kurtulabilir?” sorusu da ezeli bir sorudur. Fakat tarih, biz, söz konusu ezeli sorulara yeni yanıtlar buldukça, kavramların muhtevasını derinleştirdikçe, eskiyi önemli ölçüde tekrar etmiyoruzdur. Sorunlara yönelik çözüm önerilerimiz önemli ölçüde yenidir ama aynı zamanda sorunlarımız bugün daha da çeşitlendikleri için, eski olan sorunlardan da uzaklaşmış oluyoruz.

Şüphenin Tarihi’nde felsefe ile orkestra, orkestra şefi ile felsefeci arasında bir bağ kurup felsefecinin ürettiği armoniye değiniyorsunuz. Sizce filozofun ürettiği bu armoni ne kadar tarafsız olabilir? Ya da tarafsız olmalı mıdır?

Bu konu, kitapta önemle değindiğim bir konudur çünkü birçok insan hem felsefe ve filozof ilişkisini hem de felsefenin ve felsefecinin tarafsızlığı/taraflılığını tam kavrayamamaktadır. Felsefeyi bir orkestraya benzetirsek, felsefeciyi de orkestra şefi olarak düşünmeliyiz. Orkestra, yeteneklerin ve aletlerin birlikte iş yapmasıdır ancak bu “birlikte iş yapmaya” anlam veren orkestra şefidir, onun yarattığı armonidir. Bu açıdan her armoni, kendi içinde bir özgünlük taşır. Bu özgünlüğü felsefeye aktardığımızda, öneri ve tavırda taraflılık anlamına gelir. Felsefeciler, onlar kabul etmese de yaptıkları her açıklamayla ve önerdikleri her ilkeyle taraflılıklarını ortaya koyarlar. Bir şey öneriyorsanız, o şey bir karşı öneridir. Bir açıklamada bulunuyorsunuz, o açıklama bir karşı açıklamadır. Doğa bilimlerinde bile tarafsızlık söz konusu olmamaktadır. Örneğin, tek başına atom bombasını icat etmeyi tarafsızlık olarak görsek bile yaptığınız bombanın ne için kullanılacağını düşündüğünüz anda yaptığınız işin hiç de tarafsız olmadığını anlarsınız. Felsefede ilke belirlemek veya açıklamada bulunmak, daha ağır sorumluluk ve “taraflılık” içerir. Ortaya attığınız her etik ilke, köküne kadar taraflıdır.

Konu felsefe olunca söz elbette antik Yunan’a geliyor. Ancak onun öncesinde kendisine miras aldığı Mezopotamya ve Mısır gibi farklı uygarlıklar da söz konusu. Bu coğrafyaların felsefenin doğuşu ve hatta gelişimine yaptığı katkı hangi seviyede?

Mısır ve Mezopotamya’nın felsefeye yaptığı katkı temel düzeydedir. Fakat bu temel üzerinde inşa edilen felsefi dallar, esas olarak Yunan kökenlidir. Mısır, Sümer, Hint, Çin felsefesinin ilk metinleri gözden geçirildiğinde, bunların 7. ve 6. yüzyıldaki Batı Anadolulu filozofların ortaya attıkları sorulara benzer sorular sorduklarını ve yanıtlar aradıklarını görürüz. Yunanlar felsefeyi derinleştirirken ve konuları itibarıyla çeşitlendirirken geçmiş birimden yararlanmış ve bunu daha üst bir düzeyde gerçekleştirmişlerdir. Klasik Yunan filozoflar ve yazarlar (Platon, İsokrates, D. Laertios, D. Siculus vb), hem felsefe, hem de bilim ve mitoloji konusunda Mısır’ın derin birikiminden oldukça yararlandıklarını açık yüreklilikle ifade ederlerdi. Nasıl ki birçok Türk felsefeci, öğrendiklerini Batı’dan aldığını gururla söylüyorsa, o dönemin Yunan filozofları da bunu bir övünç kaynağı sayarlardı. Onlar günümüzün Batıcı felsefecileri gibi kompleksli değillerdi.

Yapılan bazı anketler eğitim seviyesi arttıkça mutluluğun azaldığını gösteriyor. Bu noktada da “cehalet mutluluktur” sözü sıklıkla hatırlatılır. Ancak bir yandan da bilginin mutluluk ve refaha giden yolda çok önemli bir noktada olduğu aşikâr. Kitabınızda bilgi felsefesi önemli bir yer kapsıyor. Bu bağlamda bilgi felsefesinin hem teorik hem pratik yaşantımızdaki önemine dair ne söyleyebilirsiniz?

Bilgi felsefesi insana, en başta bilginin kaynağını öğretir. İnsan bilgiye, hayatını devam ettirmek için ihtiyaç duyar. Bilgi sayesinde beslenir, onun sayesinde korunur ve yine geleceğimizi, onu temel alarak planlarız. Bu açıdan bilginin kaynağı çok önemlidir. Bilginin kaynağını bildiğimizde, onun nasıl ve hangi yöntemle elde edileceğini de keşfetmiş oluruz. Bilginin kaynağını duyumsamada ararsak, o zaman kendi duyu organlarımıza ve bunların üst katmanında yer alan beyinsel işlemin doğasına (bilim) yoğunlaşırız. Bu da bizi iki alana, üretim ve düşünme alanına götürür. Bilgi, genelde, bedenimizin dışında yer alan evrenin ve dolayısıyla nesnenin bilgisidir. İnsan nesnenin bilgisine, üretimde bulunarak ulaşır. Yani, insan nesneyi dönüştürdükçe onun bilgisine vakıf olur. Kitapta bunun nasıl işlediğini, “Taş Baltanın İcadı” bölümünde uzun uzun anlattım. Bunu veciz bir deyimle “yontanın yontulması” olarak ifade ettim. Yani biz bilgiye, bir şeyi dönüştürerek ulaşıyoruz ve bununla eşzamanlı olarak kendimizi de dönüştürmüş oluyoruz. İnsanın dönüşme, bilgiye ulaşması ve maddi dünyayı değiştirmesi aynı anda olmaktadır. Hep şu zannedilir: İnsan dış dünyayı değiştirirken sadece onun bilgisine ulaşır. Ama esas olan, insanın kendini değiştirmesidir. Biz kendimizi de, dış dünyayı değiştirirken keşfederiz. Biz kendimizi, dış dünyayı değiştirirken inşa ederiz. Biz kendi yeteneklerimizi ki zihinsel yetenekler bunların başında gelir, dış dünyayı değiştirerek yaratırız. Aslında burada hem kendimizi keşfederiz hem de icat ederiz. Yani neredeyse kendimizi yoktan var ederiz. Bu bakımdan bilgi felsefesi, insan hayatında tayin edici bir rol oynar. Bu sürecin nasıl işlediğini bilirsek, o zaman binlerce yıldır insan zihnini meşgul eden inanç konusundaki sorulara da kolaylıkla yanıtlar bulabiliriz. Dolayısıyla bilgi felsefesi, hem kendi zihinsel işleyişimizin farkına varmak hem de dış dünyayı değiştirip dönüştürmenin aracı olarak gözlemi, deneyi ve sorgu süreçlerini iyi kavrayabiliriz.

Sadık Usta

Kitabın bir diğer dikkat çekici başlığı: Din. Din fikrinin ortaya çıkışı ve gelişimine dair bilgileri kronolojik bir doğrultuda okura aktarıyorsunuz. Totem, mitolojik anlatı, ilahi dinler vs… Sizce insan inanmaya programlı mı ya da inanmaya bir şekilde ihtiyaç duyan bir varlık mı? Öte yandan inanç sistemlerinin şüpheye pek de sıcak bakmadığını da söylersek yanlış bir önerme yapmış olur muyuz?

Evet, kitapta din konusu özel bir yer kaplamaktadır. Türkiye’de bugün en çok tartışılan, merak edilen ve sorgulanan konuların başında din olgusu gelmektedir. Eğer insan, din ve inanç sistemlerinin binlerce yıl içinde nasıl geliştiğini, bu kavramların zihinde nasıl oluştuğunu, tanrı fikrinin nasıl icat edildiğini kavrayabilirse birçok sorun da kendiliğinden çözülecektir. Bu yüzden bu bölümü ayrıntılı ele aldım. Kanımca insan zihni genelde, inançsız yapamıyor. Nedeni çok basit: İnsan zihni, veri ve bilgi boşluğunu kabul etmiyor. Yani bir soruya, merak edilen konuya yanıt verip açıklık getirmesi gerektiğinde hafızaya başvuruyor. Duyu organları, deney ve gözlem üzerinden edinilen bilgilerle harmanlanmış makul ve rasyonel bir çözüm bulunamadığında zihin, hızla metafizik alana meyletmekte ve inanç sürecini devreye sokmaktadır. Bunu neredeyse otomatik olarak yapmaktadır. Çünkü insanın bilgisi ve dış dünyaya ilişkin deneyimleri hep sınırlıdır. Maddenin değişiminin hızı, zihnimizin bu değişimi algılama hızından kat be kat üstündür. Bu yüzden her değişiklik, süreç sonlandıktan çok sonra zihnimize yansır. Halbuki zihin beklemez ve soruları sormaya devam eder. Bu noktada inanç devreye girerek, merak eden insanı yatıştırır, huzura kavuşturur, ona sorunu çözdüğü hissini verir. Çünkü bu yapılamadığında insan delirebilir. Bunu sürekli açık tutulan bir bilgisayarın bütün programlarının son hızda çalışmasına benzetiyorum. Bunu uzun süre sürdüremezsiniz, bilgisayar ve zihin iflas eder. İnsan zihni inanca eğilim gösterir ama buna mecbur değildir. İnanmayanlar bu sorunu, “şimdilik buna yanıt veremiyorum, ama benden sonraki kuşak bunun yanıtını mutlaka bulacaktır” güvencesiyle teselli bulur veya zihnini rahatlatır. İnançlı insanla inançsız insan arasındaki farksa şudur: Biri merak ettiği konunun nedenselliğini tanrıya havale ederek teselli bulurken, diğeriyse bunun ilerde bilim tarafından çözüleceğini düşünerek teselli bulur. Birincisin tesellisi, psikolojik açıdan bilimsel uğraşı ve çabayı önemsetmezken, ikincisi bilimsel çabayı kışkırtan bir rol oynar. İşte bu, aynı zamanda olgulara şüpheyle yaklaşmanın eşidir. Dinler genelde, inananların bu eşikten atlamasından hoşlanmazlar. İnanmayanlarsa bu eşiği atlamazlarsa çılgına dönerler. İnsan zihinlerindeki bu iki tip, hep olacaktır ve bunların birbiriyle mücadelesi de kesintisiz devam edecektir.

Her devlet sonsuza kadar yaşayacağı saikıyla hareket eder ve vatandaşları da büyük oranda buna inanır. Ancak tarih bir nevi ihtişamlı uygarlıkların mezarı. Kitabın bir başlığı olan “Uygarlıklar neden çöker?” sorusunu kültürel çölleşme ve coğrafya ekseninde tutarsak karşımıza nasıl bir cevap çıkıyor?

Her uygarlık gelip geçicidir çünkü maddenin değişimi kesintisizdir. Uygarlıklar, insanoğlunun gelişip büyüme ve kendini belli bir doğrultuda inşa etmenin toplumsal ifadesidir. Uygarlıklar kendi başlarına oluşmazlar, bir önceki birikimin üzerinde inşa olurlar. Yani uygarlıklar, bir önceki uygarlığın birikimini somurarak ve hatta eski uygarlıklara hiçbir şey bırakılmamak üzere insanlığın yarattığı bütün maddi ve kültürel kaynaklar, bilinçli olarak bir odağa yönlendirilerek inşa edilir. İbn Haldun, tarih tezinde bunu çok güzel açıklar. Bir kavim, mevcut uygarlık birikimine çöker, onu ziyadesiyle kullanır, üstüne bazı şeyler de ekler, bolluk ve refah toplumunun keyfini sürer ve zamanla atalet içinde çürümeye başlarken kültürel açıdan geri olan bir başka kavim gelir onun birikimine konar. İnsanlık tarihi bu sürecin sürekliliğinden ibarettir.

Şüphenin Tarihi aydınlanmanın tam da ortaya çıktığı dönem ile sona eriyor. Bunu bir devam kitabı da gelecek şeklinde düşünebilir miyiz?

Bu kitap, Dünyayı Değiştiren Düşünürler’e bir giriş kitabı olarak da okunabilir. Aydınlanma konusu ve etkisi 3. ciltte etraflıca işlenmişti. Buna rağmen bu kitapta da biraz değinmeyi gerekli gördüm. Ancak Şüphenin Tarihi, aynı zamanda yeni bir serinin de ilk kitabıdır.

0
7222
1
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage