26 EYLÜL, CUMA, 2014

Mimoza Dalı

Hangi ada diye de soracaksınız belki, sormasanız da hangisi olabilir diye bir varsayıma kalkacaksınız, hadi adını söylemeyeyim de doğası en zengin olanı diyeyim.
Alsın sizi böylece bir hayal âlemi.

Adil İzci yazdı...

Mimoza Dalı

Dostum, ailesiyle birlikte uzun yıllardır bu adada. Bir bakıma yarı adalı diyebilirim. Neden yarı adalı mı dedim? Anadolu yaylalarının birindeki ana baba ocağına da uzak değildir, ara sıra onların hasreti, memleketinin hasreti bastırdığında kalkar gider, bir kendine döner, gelir. Sonra, ana babasından, özellikle de emekli bir yapı ustası olan babasından, o topraklardan güzel anılar, güzel nükteler anlatır sohbet gerektirince. Kısacası, en eski zamanlarından bugününe… hepsine vefalı mı vefalıdır.

Hangi ada diye de soracaksınız belki, sormasanız da hangisi olabilir diye bir varsayıma kalkacaksınız, hadi adını söylemeyeyim de doğası en zengin olanı diyeyim. Alsın sizi böylece bir hayal âlemi. Fena mı adalardan hangisi doğaca en zengin diye bir hayale kapılanmak? (Hayır, kapılmak değil efendim, kapılanmak!) Ben sizin yerinizde olsam, böyle bir fırsat doğdu diye sevinirim de bir güzel. (Bakın, kendime yontmadım; yoksa bir de yazara aferin derdim, dedirtirdim.)

Her neyse, bizim öncelikli amacımız bunlar değil, adanın kendisi; biz insanoğullarını hâlâ bağrına basıp durması, orasında burasında gezinirken sevince boğması…

Bunlar, birtakım yuvarlak laflar, diyeceksiniz. Haklısınız, ben de bir öyküde okusam böylesi lafları, aynısını derdim. Yazara sorardım, duymayacağını bile bile, o ada ne yapıyor da bağrına bastırıyor biz insanoğullarını, nasıl sevince boğuyor diye? Bunu da merak ederdim üstüne: O “hâlâ” sözünde, bir sitem, değerbilmezliğimize bir vurgu mu var? Bu da sorulur mu, zaten belli değil mi; bırakalım o gereksiz konuyu bir yana da, ada, insanoğullarını nasıl bağrına basıyor, ona bir bakalım: Vapurdan inerken, daha iskeleye ilk adımınızı atarken… Sessizlikten, görece de olsa bir sessizlikten daha iyi ne bağrına basabilir bizi bu İstanbul’da? Yabana atılacak bir fırsat mıdır bu, doğrusunu bir de siz söyleyin ki hepimiz emin olalım. Hafta sonlarından söz etmiyoruz, o günler, sadece bu adada değil, hepsinde, hele en büyüğünde tam bir felaket! Her adanın kendine göre bir görgüsü vardır. Olmalıdır. Eğer daha bundan haberiniz yoksa, gündüzün o güzelim aydınlığında avazlarınız yeri göğü tutabilir: “Biz Heybeli’de her gece…” Ne diyelim o zaman? Doğa, cânım doğa, gözlerinizden önce kulaklarınızı korusun! Hayır, doğa, sadece biz sessizliği sevenlerin kulaklarını korusun! Elbet gözlerimizi de.

Neden söz ediyorduk? Ada bizleri nasıl bağrına basıyor… Birazını dedik ya, dahası da var. Ama hepsini birden söylemek de gerekmez. Zaten kalanları da kendiliğinden belli olmayacak mı?

Nereden gidelim o halde? Dostum beni yine iskelede bekliyordu. Merhaba, hal hatır… Tam orada kaldık; ne var ne yok, ne yapıyor ne ediyorsun, bunların zamanı ayrı. Yeri ve zamanı demeli. Adanın bugünkü, yani tam da bugünkü iklimini derin derin bir solumadan, bir oraya bir buraya doğru adımlamadan sohbetin kıvamını layıkıyla tutturamazsınız, hele gözleriniz nerede olduğunuzu iyice bir anlasın, dilinizin ucuna sözler ne güzel sıralanır…

İyi ama dostumun dostları da pek fena! Adımda bir, biri daha… Ona da merhaba, ötekine de merhaba… Ne var ne yoktu, dün, önceki gündü falan filan… Buralar, dostumun dostları kaynıyor, daha tenha, ıssız sokaklara, göze alarak dik bayırlara falan sapmalıyız demek ki! Yoksa mimozaları görmeye fırsat bulamayacağız. O cömert güzelliğe göre, ömürleri bilemediniz iki hafta…

Koca İstanbul’un kıyı bucağında tek tük de olsa mimoza kalmadı mı, bizim gördüklerimizi sen neden göremezsin, diyeceksiniz. Sorun sadece görmekse, elbette haklısınız. İstanbul’un nasıl gürültülü patırtılı bir kent olduğunu, doğanın, doğanın her önemli varlığının tadına, ancak sessizlikte varıldığını hesaba katmıyorsunuz ama. Bakın, kusur ararsanız hepimizde bulunuyor!

Biz, hafif bir bayırın oralardaydık, belki bir renge daldık, belki dalların arasından süzülen denize; tam o anda, elinde koca bir mimoza dalı ile bir adam görünmez mi? Henüz uzağımızdaydı adam. Dostuma, ben de mimozaları soracaktım sana mı dedim, yoksa buna benzer bir söz mü ettim, doğrusu o kadarını anımsamıyorum. Anladım ki bu adam da dostumun dostu! Yine merhaba, yine ayaküstü ne var ne yok faslı. Gözümün kaldığını anlayınca adam mı önerdi, yoksa dostum mu istedi, o da durmuyor aklımda, sözün kısası, o koca dal oracıkta bizim oldu.  

Sevinilmez mi yahu! Aslına bakarsanız sevinilmez. Bir kıyımdır bu da. Bahar kıyımı! Ne ki bu saatten sonra ne deseniz yararı yok! Koca mimoza dalı, elinizde! Üstüne üstlük, daha saatlerce adadasınız! Böyle elinizde gezdirmekle de olmaz! Pörsür usul usul. Bir yer bulmalı da hemen su vermeli, sonrasını güvenceye almalı…

O yer de ânında bulundu. Her zamanki restoranın gölgeli masalarından biri… Garsona da gözü gibi sahiplenmesi tembih edildi. Bitti mi? Ne gezer! Biz kırmadık o dalı, biz kırmadık, koparmadık ama yine de kabahate benzer tatsız bir duygu… Can bu… Siz tutun, baharın bu en taze, en pır pırlı günlerinde…

Sokaklara daldık, bayırlara tırmandık, bayırlardan indik adım adım. Dostumu bilmem ya da bilirim, neden bilmeyeyim, ikimizde de bir hayranlık… Ne gördük ne duyduksa… Bahardan söz ediyoruz, üstelik herhangi bir yerin değil, adanın baharından. Damlarında iri iri martıların gezindiği eski evler diyeceksiniz, baharın onlarla ne ilgisi olabilir ki? Üstelik bazısı da metruk? Olur mu? Baharın bu en taze günlerinde onlar da yeniden hayat kokuyordu, hangisine sokulsak duyduk o kokuyu. Duymadıksa da duyduk gibi geldi, ne var ki bunda? Onlara da hayranlığımız bundan oldu. Yeniden hayat kokuyor olmalarından. O ıssızlıklarda kıpır kıpır, birtakım insan gölgeleri görür gibi olmamızdan… Evet, öyleleri de vardı, kırık camlarından üfüren yel, hâlâ yerinde ama lime lime perdelerini kıpırdatıyor. O zaman hayranlık duyulmaz elbette, keder, derin bir keder duyulur. Biz de öylesi bir keder duyduk sadece…

Sokaklara dalmakla, bayırlara tırmanmakla, bayırlardan adım adım inmekle yorulmaz mı insan? Yorulmakla da kalmaz; susar, acıkır da…
Döndüğümüzde baktık, mimoza dalı, yerindeydi. Hani olur ya, birilerinin gözü takılabilir, o kadarla kalmaz, aldığı gibi…

Mimoza dalı yerinde ve öğle yemeğinde de aramızdaydı. Bir ara, yan masaya iki hanım geldi oturdu; hemen söyleyeyim de merakınız bir anda püf diye sönsün, bizden büyüklerdi canım. Hem öyle olmasa da…
Ne demeli? Daha oturur oturmaz, sordular: Bir yerden mi satın aldık? Yoksa… Kısaca anlatınca o konu kapandı… Kapandı kapanmasına da imrenmek bu… Yemeğimiz de bittiğine göre, en iyisi dalı onlara emanet etmekti. Öyle yaptık.

Yok orasıydı, yok burasıydı derken, koca bir öğleden sonrası tam bir bahar keyfiyle eridi, hayır, zaman, büyük bir hızla aktığına göre, eriyiverdi. Doğrusunu söylemeli, yine, ya dönünce mimoza dalını bulamazsak dediğim oldu ara sıra. Ama bunu sadece kendi kendime dedim.

Bu kez de yerindeydi. Daha diriydi üstelik. Su bu, hangimizden iyiliğini esirger ki bu kadar güzel ama kırık bir daldan esirgesin?

Vapur geldi geliyordu. Dostuma veda ettim, bir elimde dal, iskeleye yollandım. Sıkıntım da o sırada bastırdı. Hele tanıdık birine rastlarsam sıkıntısı! Bu hepsinden kötü! Demezler mi adama, hani sen doğayı pek severdin güya? Bunu doğrudan söylemezler de belki, denk getirir, “Ele verir talkını… “ atalar sözünü anarlar. Hani dereden tepeden söz ediyor gibi. Alınsan olmaz, alınmasan, o da olmaz.   

Daha arka güverteye varmadan elimdeki dala gözlerini dikenler olduğuna göre, ne yapmalı peki? İyi kötü, bir savunma hazırlamalı. Bir soran eden olursa, tanıdık birine rastlarsam eğer, demeli ki, biraz da betimleyerek elbette, o zaman daha inandırıcı olur, biz hafif bir bayırın oralardaydık, bir adam elinde bu dalla geliyordu, gözümüz kaldığını anlayınca, bize verdi. Yoksa ne ben kıyabilirdim böyle bir dala, ne de dostum kıyabilirdi, demeliyim. Dersem… Ya da, o adam dalla-rını budarken…

Aksine vapur da bir kalabalık bir kalabalık… Kendini güverteye atan atana… Oturunca fazla gören olmaz sanırsınız. Nerede? Sanki kucağımdaki dalı kim görse, “Yuh sana! Utanmadan nasıl kıydın o güzelim dala?” diyor. Demese de bana öyle geliyor. Yana dönmek, denizi seyrediyor görünmek de para etmiyor. Hem aynı yönde tuta tuta insanın boynuna ağrılar saplanıyor. Ah bir dergi, gazete falan da olsaydı yanımda. Böyle sıkıntılı zamanlarda bire birdir. Varsın aynı yerleri bir daha, bir daha okuyun, ezber edin…  

Bir ara, yan kanepedeki güler yüzlü, evet, onu da söyleyeyim, güzel yüzlü de bir hanımla göz göze geldim. İster inanın, ister inanmayın, imrenmeyle bakıyordu. Biraz sonra tesadüf gibi, yeniden o yöne döndüm, evet, belirgin bir imrenmeyle daha bakıyordu. İnsan o kadarını da anlamaz mı canım! Belki orada, o kalabalığın ortasında hayaller de kuruyordu. Adada, türlü türlü ağacı, mimozası da olan bir ev... Hepsinin dalları pencerelerde… Eskice bir ev olduğundan pencerelerin kanatları da eskice, gündüz zaten bahar da geldiğinden pencereler ya kapanmaz ya da aralık… Geceleri de kanatların arasından ne kadar koku varsa, bahar kokusu elbette, bugünlerde de mimoza kokusu, sofaya, odalara sızıyor. İnsan, o arı kokularla, ne güzel, bir uyur bir uyanır, rüya üstüne rüya görür. Sabah olsa mı olmasa mı, bir türlü karar veremez sevincinden…

Ne iyi biz insanoğullarının bir hayal gücünün de bulunması! Yolculuk, o bu derken bitiverdi! Bundan sonrası artık daha kolay! İskeleden kimselere rast gelmeden, öyle bir olasılık belirirse göze görünmeden doğruca eve…

Hep birlikte bir dal mimozanın keyfini sürmeye… Hele önce uygun bir vazo bulalım da… Mavi bir vazomuz olacaktı hani bizim, onu… 


Mimoza Dalı,  “Ada Sularında” adlı öykü dosyasından...


Adil İzci, 16 Şubat 1954’te Niğde’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini aynı yerde gördü. 1972’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde başladığı yüksek öğrenimini aynı okulun Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı (1978). 1980 - 2010 yılları arasında İstanbul Amerikan Robert Lisesi’nde (Robert Kolej’de) Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak görev yaptı. Bu okulda 1983 -1997 yılları arasında yayımladığı edebiyat ve sanat dergisi Çağrı’daki dil kirliliği üzerine yazılarıyla dikkat çekti. Çalışmalarını halen İstanbul’da sürdürüyor. Dil Derneği üyesidir.

İlk şiiri, Doğan Hızlan’ın özendirmesiyle 1984’te Hürriyet Gösteri’de basıldı. Şiir ve yazıları şimdiye değin Adam Sanat, Akatalpa, B(aşk)a, E, Cumhuriyet Kitap, Çağdaş Türk Dili, Çıkın, Dize, Göçebe, Güzel Yazılar, Hürriyet Gösteri, İnsan, Kıyı, Kidonya, Kiraz, Kitap-lık, Kum, Kurşun Kalem, Lacivert, Mavi Liman, Mühür, Nar, Poetik’us, Sincan İstasyonu, Şiir-lik, Şiir Oku, Şiir Ülkesi, Türkiye’de Sanat, Uç, Varlık, Yasakmeyve, Yaşasın Edebiyat, Yazılıkaya, Yine Hişt vb. dergilerde ve Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı.         

YAPITLARI:  ŞİİR: Günizi (Hera Şiir Kitaplığı, 1997), Su ve Yaprak (Hera Şiir Kitaplığı, 1999), Kır ve Gök (Yasakmeyve Yayınları, 2007), “Aşk İmiş” (YKY, 2009), Haiku’ş (Yasakmeyve Yayınları, 2013), DENEME - ANLATI: Ağaçlar Kitabı (Toroslu Kitaplığı, 2004), Evler Sokaklar Kitabı (Yitik Ülke Yayınları, 2010), Kuşlar Kitabı (Sıcak Nal Yayınları, 2013), ANI – KENT MONOGRAFİSİ: Eski Bir Niğde (Heyamola Yayınları, 2009), ÇOCUK ŞİİRİ: Deniz Olsun Adı (Günışığı Kitaplığı, 2011), ÇOCUK ROMANI: Karamel (TİB Kültür Yayınları, 2014)

0
2200
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage