İbrahim Halacoğlu: Biz kaos konusunu niye seçtik? Bir anda aklmıza geldi ve seçtik değil mi?
Melida Tüzünoğlu: Ben bu ara çok fazla evrim üzerine okuyorum. Dünya oluşmadan önceki ortama kaos denilmesi ve senin kaos önerin konumuzun bu olmasını sağladı.
İbrahim: Tek bir kelime, tek bir konsept ama bizi kısıtlamayan geniş bir konu olsun istedim. Rahat rahat konuşabilmek için. Aklıma ilk gelen şey kaos'tu.
Melida: Benim ilk önerdiğim şey neydi? Irrelevance, ilgisizlik sanırım? Bir diğer önerdiğim kelime ise nükte'ydi. Sence nüktenin içinde kaos var mı?
İbrahim: Her şeyin içinde kaos vardır.
Melida: Peki dünyasız uzay ortamına kaos mu deniyordu?
İbrahim: Hayır, kaos aslında bir matematik teorisi.
Melida: Matematikte çok başarılısın da matematik teorisi anlatıyorsun... Sen tiyatro anlat bize.
İbrahim: Tiyatroya çok güzel bağlayacağım. Sence kaosun ters anlamlısı ne? Düzen değil mi?
Melida: Harmoni.
İbrahim: Evet. Uyum, harmoni veya düzen. Kaos da aslında milyonlarca, milyarlarca düzen ihtimali demek.
Melida: Yani kuantuma yakın bir şey.
İbrahim: Evet. Aslında kendi içinde deterministik bir yapıda. Aklındaki şeye bir türlü ulaşamıyorsun. Ancak gidilecek yol belli. Sadece gidilecek yolda sapılacak yollar çok fazla ve bu bir kafa karmaşası yaratıyor. Aslında kaosun içinde çok ciddi bir düzen var.
Melida: Peki sen altın oranın formulünü biliyor musun?
İbrahim: Bilmiyorum.
Melida: Doğadaki altın oran, yani düzen dediğimiz ve bizim gözümüze güzel görünen şey aslında çok komplike ve kaotik bir şey. Karmaşık bir formulü var.
İbrahim: Bu altın oranı her şeye uygulayabiliyoruz değil mi?
Melida: Evet iki gözünün arasındaki mesafe, ya da bir çiçeğin yapraklarının açma oranı, ağaç dalları arasındaki simetri ve asimetrinin birbirine dengesi de altın orana giriyor. Doğada gözümüze güzel ve uyumlu görünen her şey aslında içinde altın oranı barındırıyor. Bence biz aslında kaosu anlamak için çeşitli kaotik formüller üretmişiz. Kimsenin anlamadığı ortaokul ve lisede gördüğümüz formülleri hatırlıyor musun? Mesela trigonometri.
İbrahim: Hiçbirini hatırlamıyorum.
Melida: Ben de hatırlamıyorum.
İbrahim: O zaman niye bunun bahsini açtın?
Melida: Ama zamanında ezberlemişim. Bir kere dershanede matematik dersinde, o karmaşık ve uzun trigonometri formüllerinin hepsini ezberlediğimi fark ettim ve hoca sorunca bir nefeste söyledim.
İbrahim: Sen farkında olmadan mı ezberlemişsin?
Melida: Anlamak için o kadar bakmışım ki ezberlemişim herhalde, ezberlemek gibi bir amacım yoktu. Formülleri çözerken ya da hoca ezberleyin dedi diye bilinçdışı da ezberlemiş olabilirim. Neyse formülleri hızla söyleyince, hoca alkışlattı. Ve bunu nasıl yaptım diye kendimden çok utanmıştım. Sonra tabii hepsi kafamdan gitti. Gördüğün gibi hiçbir şey hatırlamıyorum. Çünkü eğitim sistemimiz ezber üzerine kurulu.
İbrahim: Buraya da bağladık. Peki kaosa dönecek olursak...
Trigonometriyi Tiyatroya Uyarlamak...
Melida: Peki trigonometriyi tiyatroya nasıl uyarlayabiliriz?
İbrahim: Trigonometriyi iyi bilmek lazım önce tiyatroya uyarlayabilmek için. Ben bilmediğim için uyarlayamam.
Melida: Bence trigonometri havada bir yerde duruyor, kafamızın bir köşesinde kırıntıları vardır. Kuantum gibi. Mesela sen iyi bir oyuncusun ama daha iyi bir oyuncu ya da kötü bir oyuncu olma ihtimalini de kendi içinde barındırıyorsun.
İbrahim: Normalde aslında tiyatro çokça provası yapılan bir şeydir. Bir ön metin vardır. Metni okursun, metin üzerinde düşünürsün ve daha sonra nasıl yaklaşacağına karar verirsin. Bu genelde bir ekip çalışmasıdır. Daha sonra da prova yapmaya başlarsın. Ve ideal olan şey provada sonuçta ortaya çıkan ürüne yaklaşmaktır. Ve bu ürünü seyirciye her seferinde sunmaktır. Bir gece memnun kaldığın oyun performansına ertesi oyunda tekrar ulaşman lazım. Fakat ortada bir sürü dinamik var.
Melida: Peki hiçbir zaman mükemmel bir oyun çıkıyor mu sonuçta, çıkmıyor?
İbrahim: Mükemmel nedir ki zaten?
Melida: Mükemmel diye bir şey yok.
İbrahim: Mükemmel deneyim diye bir şey var bence, buna mükemmel deneyim diyebiliriz.
Melida: Bence bu bir kandırmaca. Mükemmel deneyim diye bir şey olamaz diye düşünüyorum.
İbrahim: Kusurlu bir şey de mükemmel deneyim olabilir.
Melida: Bence sen kendini avutuyorsun. Bu hayata bağlanmak için çeşitli formuller üretmişsin. Yaşama sevinci deniyor buna.
İbrahim: Yaşama sevincim var doğru söylüyorsun da onunla alakası yok.
Melida: Mükemmelliğin olmadığını kabul edip, mükemmel deneyimlerin olduğunu iddia ediyorsun. Bunun adı yaşam sevincidir.
İbrahim: Gerçekten mi?
Melida: Bak tdk'da(Türk Dil Kurumu Sözlüğü) yaşam sevincine ne diyor?
İbrahim: Şuna gelmek istiyorum. Oyuncularda çok fazla iyi olma isteği vardır. Belki oyuncu defosudur bu. Ben de çok iyi olmak istiyorum her seferinde. Bir; seyirciye karşı sorumluluğun var, o gece para vererek seni izlemeye gelmişler ve sen iyi bir şey yapmak zorundasın. İki; kendine karşı sorumluluğun var, çünkü o senin kariyerin ve kendini iyi hissetmek zorundasın. Ama hiçbir zaman tam istediğin gibi olmaz. Bence tiyatroda, sahnede, sanatta mükemmel olana ulaşmaya çalışmaktan kurtulup, problem çözmeye odaklandığında oyunculuk çok daha tatlı bir şeye dönüşüyor.
Melida: Bence sen matematiğe kafayı takmışsın. ÖSS'de kaç matematik çözdün?
İbrahim: İki.
Melida: İki mi? Ben 40 tane yaptım.
İbrahim: Ben dilciyim. Bizim zamanımızda matematik hiçbir şekilde etkili değildi genel puanımızda. Çok fazla vaktim kaldı diye iki tanesini yapmıştım merak edip.
İlkokul Çok Kaotik!
Melida: Sence Türkiye'de ÖSS'den daha kaotik bir şey var mı?
İbrahim: Bilmem. İlkokul.
Melida: İlkokul daha mı kaotik sence?
İbrahim: İlkokul çok kaotik.
Melida: Niye ilkokul öğretmenin çirkin miydi?
İbrahim: Hayır. Ama ilkokul öğretmenimin adıyla annemin adı aynıydı. O yüzden aklım karışıyordu.
Melida: Aa işte! Yani Müzeyyen miydi?
İbrahim: Müzeyyen'di evet.
Melida: Aynı anda Müzeyyen Senar'a da çok aşıktın. Üç Müzeyyen vardı hayatında.
İbrahim: Müzeyyen Senar'la hiçbir ilişkim yoktu.
Melida: Bu durumu buruk bir şekilde karşıladım nedense.
İbrahim: Gerçekten mi?
Melida: Çünkü ilkokulda gerçek bir kaosa maruz kalmanı hiç istemezdim.
İbrahim: ÖSS'den daha kaotik bir şey düşününce ilkokul geliyor aklıma. Mesela ilkokulda andımızı okurdunuz siz de değil mi?
Melida: Herhalde, her gün. Hem de bana okuturlardı çok iyi okuduğum için.
İbrahim: Gerçekten mi?
Melida: Şiir filan çok iyi okurdum. Sınıfta hep beni kaldırırdı hoca. Lise sona kadar bu böyle devam etti. Önemli gün ve haftalarda yapılacak sunumlar ve törenlerin sunucusu da ben olurdum. Keşke bunların videoları olsaydı da izleyebilseydim.
İbrahim: Ben eski videoları izleyince çok utanıyorum. Ben de ilk 5 yaşında sahneye çıkmışım onun videoları var. Neyse, ben bu sabah oturdum düşündüm kaos ile ilgili ne konuşabiliriz diye.
Melida: Kaos da kendi içinde bölünen ve çelişen bir şey olduğundan sen kaostan konuşmaya çalıştıkça ben de seni çekmeye çalışıyorum, kara delik gibi.
Dans Vebası Gibi...
İbrahim: Ben yaklaşık beş altı sene öncesinde internette gezinirken bir şey okumuştum. Sonra birden aklıma o geldi ve bence çok acayip bir şey. Dancing mania diye bir şey biliyor musun? Dancing frenzy diye de geçiyor.
Melida: Hayır duymadım.
İbrahim: 14. yy ile 17. yy arasında Avrupa'da defalarca görülmüş bir şey. Birden insanlar sokağa çıkıp dans etmeye başlıyorlar. Ama bu dans etme kararı verip eğlenmek gibi bir şey değil. Vücutların kassal birer tepki vermesi gibi. 10 kişi olarak başlayan bu dans hareketi 30, 300, 3000 kişiye ulaşıyor. Bir anda sokakta dans eden insanlar oluyor ve bunu durduramıyorlar. Dans vebası gibi bir şey, salgın gibi yayılıyor.
Almanya'da olduğunda bir kadın dışarı çıkıp çıplak dans etmeye başlamış. Sonra başka insanlar da kadına katılmış. Sonra müzisyenler de yanlarına gelmiş, en azından bir ritim olsun ve insanlar gerçekten dans ediyormuş gibi olsun diye düşünerek çalmaya başlamışlar. Müzisyenler durumu ehlileştirmek için katılmışken, müziği de duyan başka insanlar bu hastalığı taşımasalar bile dans etmek için katılmışlar. Durum daha da çığrından çıkmış. Ve insanlar dans ederek ölmüşler, durmak bilmedikleri için. Enerjileri tükenene kadar dans etmişler ve sonra ölmüşler.
Melida: Bunu küçük bebeklerin, ayaklandıklarında müzik duydukları gibi dans etmeye başlamasına benzettim.
İbrahim: Ama o dans etmek mi, ayakta durmaya çalışmak mı?
Melida: Dans etmek. İnsandaki dans duygusu çok ilkel ve içgüdüsel bir şey olabilir. Veba gibi yayılıyor dedin, aklıma fareler geldi. Fareler de aklıma kedileri getirdi. Love of cats (toksoplazmozis) diye bir hastalık var biliyor musun? Bu kedilerde bulunan bir virüs. Bir kediyi sevdiğin zaman sana farklı partiküller yoluyla bulaşıyor. Ben bütün Cihangir'in bu hastalıktan muzdarip olduğunu düşünüyorum.
Farelerin yayacağı muhtemel hastalıkları önlemekte önemli bir faktör olabilir kediler. Ama şundan şüpheliyim, insanlar o kedileri o kadar evcilleştirdiler ki kediler zaten çok tembel hayvanlar; farelere filan göz diktiklerini zannetmiyorum.
İbrahim: Ama kedi doğasında avcılık olan bir hayvan olduğu için eninde sonunda karşısına bir fare çıkacaktır ve azıcık da açsa o fareyi avlayacaktır.
Melida: Bana öyle geliyor ki Cihangir'deki kediler gayet lüks bir hayat süren, akşamları otellerine gidip masaj filan yaptıran kediler. Gidip de bir fareyle münasebete gireceklerini zannetmem.
İbrahim: Akşamları otellerine gidip masaj yaptırırken bir gün muhakkak metrobüse binerler.
Melida: Avrupa'da vebanın nasıl çıktığını biliyor musun?
İbrahim: Fareden yayıldığını biliyorum.
Melida: Cadı avlarının olduğu Ortaçağ döneminde Papa kedilerle cadılar arasında bağlantı olduğunu söylüyor. Ve kediler ile kadınların şeytan, cadı olduğunu söylüyor. Ve bütün kedilerin ölümüne yönelik karar alınıyor. Tüm Avrupa'da insanlar kedileri öldürmeye başlıyorlar. Kedileri öldürünce fareler artıyor. Bütün fareler etrafta dolaşmaya başlıyor ve tabii hıjyen koşullarının o dönemlerde çok da iyi olmayışı sebebiyle de farelerden insanlara veba bulaşmaya başlıyor.
İbrahim: Aslında veba bir kadın düşmanlığı hastalığı diyebilir miyiz?
Melida: Evet diyebiliriz. Günümüzün vebası nedir sence?
İbrahim: Bilmem hiç düşünmedim.
Melida: Bence bilgisizlik ve cehalet.
İbrahim: Ama bulaşması lazım.
Melida: Bulaşmaz mı cehalet? "Cahil dostun olacağına akıllı düşmanın olsun" çok doğru bir laf. Bence insan tembel bir hayvan. Tembel hayvan dedim, aklıma geldi. Bir maymun keşfettiler, dünyada bulunan tek zehirli maymun türü. Çok yavaş hareket ediyor, bu yüzden doğada kolay bir av olarak yer alıyor. Kendini koruma mekanizması olarak zehri var. Ama bu zehri dirseklerinde taşıyor. Avının ona yaklaştığını hissetmeye başlayınce dirseğini emiyor. Zehir keseleri dirseklerinde yer alıyor. Emdikten sonra bütün ağzı ve dişleri zehir oluyor. Avcı onu ısırmaya geldiğinde o hayvanı boynundan ısırıp bir dakika içerisinde zehirleyebiliyor.
Bunu insana benzetebilir miyiz? Bazı insanlar da çok tembeller ve kendilerini geliştirme konusunda hiçbir şey yapmıyorlar. Onların zehri de belki dünyada hiçbir şey yapmıyor olmalarıdır.
İbrahim: Çağımızın vebası olarak internette aratınca; iletişimsizlik olarak çıkıyor. Aids, bilgisizlik veya sigara diyenler de var. Sigara bulaşıcı mı? Bana çağımızın vebası da bulaşıcı bir hastalık olmalı gibi geliyor.
Melida: Aslında hastalıklar sadece dokunma, hava, vücut sıvılarının değişimi ile değil de psikolojik olarak da bulaşabiliyor. Çok kaotik gerçekten.
İbrahim: Tam anlamıyla bir sistemi veya kuralı yok. Ben mesela psikosomatik olarak çok etkileniyorum her şeyden. Hipokondriya rahatsızlığım var ve bir dönem çok ağırdı, duyduğum her şeyden etkileniyordum. Bence iyi bir oyuncu malzemesi çünkü empati kurabiliyorsun, ama kötü bir insan malzemesi çünkü seni çok yoruyor.
Mesela bir tanıdığım kalbim ağrıyor dedi ve birkaç gün sonra da hastaneye yatırıldı. Gerçekten de bir problemi varmış. İki üç gün sonrasında ben de kalbimde bir ağırlık hissetmeye başladım. Bence kendimize yapabileceğimiz en büyük iyilik google'da hastalık araştırmamak. Omuz kenarında kaşıntı yazıp kansere kadar gitmek mümkün google'da.
Melida: Hipokondriya ile oyuncu olmak arasında bir bağlantı olabilir.
İbrahim: Empati oyunculuğa iyi gelen bir şey zaten. Fazlası da zararlı tabii.
Melida: Peki oyuncu ve yazar olmanın temel nedeni ölüm korkusu olabilir mi? Sen ölümden korkuyor musun?
İbrahim: Çok.
Melida: Her gün aklına geliyor mu?
İbrahim: Bilinç üstümde değil. Ama kesinlikle geliyordur. Her gün aklıma gelmese de sık sık geliyor.
Melida: Benim her gün birkaç defa aklıma geliyor. Ve bu şekilde yaşıyorum.
İbrahim: Çok kötü bir şey. Ama ölümü hiç düşünmeden yaşamak da istemezdim. Sence kaosu konuşabildik mi?
Melida: Bence özetlenebilinecek konular konuşmadık. Çünkü kaotik bir şekilde konuştuk.
İbrahim: Sen yazdıklarını kaotik buluyor musun?
Melida: Kısmen evet. Kendim için kaotik bulmuyorum, kendimi okuyan yerine koyunca kaotik buluyorum. Beynimi sanki başka biriymiş gibi konumlayıp onun gözünden okuma mücadelesi verince kendimi kaotik bulabiliyorum. Kitabın içinde yaratttığım dünya genelde spesifik bir dünya oluyor ve aslında tüm yazarlar bunu yapıyor.
İbrahim: Peki normalde okurunu düşünmeden mi yazıyorsun?
Melida: Evet.
İbrahim: Bence bu iyi bir şey.
Melida: Bu okuru düşünmediğim, göz ardı ettiğim anlamına da gelmiyor.
İbrahim: Ben de benim için tiyatro ve oyunculuk ile kaos arasındaki ilişkiden bahsedeyim ve kapatalım. İlk başlarda konuştuğumuz konuya döneceğim. Sahnede bitmiş bir ürün tasarlarsın ve onu her seferinde seyirciye sunmaya çalışırsın ama bu imkansızdır aslında. Yönetmen, oyuncular, ışık, set bir arada çalışır. Ve bunların hepsi birbirine bağlı olduğu için heran bir aksilik çıkabilir. Ve bence bu yüzden oyunculuk problem çözme sanatıdır. Temelde sahnede olan çok kaotik bir şey ve bizim yapmamız gereken milyonlarca ihtimalden doğrusuna sapabilmek. O yüzden sahnede kaos ile savaşıyoruz.
Melida Tüzünoğlu, 1984 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi'nde Sosyoloji ve Film Çalışmaları eğitimi aldı. Yurtdışında Sosyoloji, Sosyal Antropoloji ve Avrupa Çalışmaları alanında yüksek lisans yaptı. Lise yıllarından bu yana yazdığı öyküler çeşitli dergilerde yayınlandı. İlk kitabı 'Ambulansla Dünya Turu'nu deneysel ve performatif bir sanat eseri olarak kurguladı. 'Annem Bir Robot Doğurdu' adlı öykü kitabının ardından da, 2014'te yemek tariflerinden hiç bahsetmediği 'Size Müthiş Bir Yemek Hazırladım' adlı romanı yayınlandı. Elektronik kitap ve tekno müzikten hoşlanmıyor. Resim yapmaya, tasarım giysilere, vintage eşyalara ve evrim konularına düşkün.
İbrahim Halaçoğlu, 1983 yılında Adana'da bir evde mor bir bebek olarak doğdu. Ölümden dönüp hayatta kalınca okullara gitti. Boğaziçi Üniversitesi'nde Batı Dilleri ve Edebiyatı ve Film Çalışmaları okurken çeşitli teknikler üzerine oyunculuk çalışmaya başladı. Studio 4 İstanbul'la yazar, dramaturg ve oyuncu olarak çalıştı. Şu an ikincikat'ta oyunculuk yapıyor. Oynadığı oyunlardan bazıları Bugün Aşık Olucam, Ali ile Ramazan ve Cambazın Cenazesi. İstanbul'da yaşıyor. Birkaç şeye alerjisi var, ev hayvanı yok.