26 AĞUSTOS, PAZARTESİ, 2019

Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi -4-

Günümüz şairleriyle gelenekten günümüze şiirin durumunu, şiir anlayışlarını, nasıl yazdıklarını, şiir ile şairin varlıklarını konuşacağımız söyleşi dizimize devam ediyoruz. Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi adlı bu dizimizin dördüncü bölümünün konukları Cengizhan Genç, Çağın Özbilgi, Devrim Horlu, Naile Dire ve Ufuk Aymaz oldu.

Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi -4-

Arkadaşım, bu coğrafya kendini şiirle ifade etmek isteyenlerin coğrafyası ama sen düzyazıyı bütünüyle bir kenara bırakma. Çünkü şiir geniştir ama her şeyi şiirle anlatamazsın. Düzyazıyla soluklan. Düzyazıyı başaramayan, şiir yazamaz.” (Şiirsaati dergisi-9. Sayı / Temmuz-Ağustos-Eylül 2010)  Diyor Sennur Sezer. Günümüzde şiir yazan, yayımlayan kişilere şöyle bir bakacak olursak, genel itibariyle sadece şiir yazıyorlar. Düzyazı onlar için korku trenini anımsatıyor ve binmek istemiyorlar. Oysa günümüz şairleri ve onların şiirleri için inceleme, eleştiri(tenkit) gibi türlere ihtiyaç var. (kitap tanıtım yazılarından bahsetmiyorum) Geleneğe bakacak olursak bunun birçok örneğiyle de karşı karşıyayız: Cemal Süreya, Turgut Uyar, Gülten Akın, Memet Fuat, Fethi Naci… Sizce günümüz şiirinin düzyazı eksikliğinin sebebi ya da sebepleri nedir/nelerdir? Ayrıca yazılan bir inceleme ya da eleştiri yazısı objektif olabilir mi? Neden?

Cengizhan Genç: Eleştiri yazılarını önemsiyorum. Ancak sayfalarca eleştiri okumaktansa sıkı şiirler okumayı öncelerim. Eleştiri yazıları bize şiirin nasıl olmaması gerektiğini gösterir. Gerçek şiirin ne olduğunu ancak büyük şairleri okuyarak öğrenebiliriz. Ancak eleştiri yazılarının şairleri ve şiirlerini desteklemediğini iddia etmem mümkün değil. Hayatın geneline baktığımızda bir öğrenme serüveni olduğunu görüyoruz bu sürecin. Eleştiri yazma konusunda kendi payıma tembel olduğumu söyleyebilirim. Eleştiri yazısı yazmak demek çok ciddi bir mesele. Pek çok poetikaya hakim olmanız, yazılmış pek çok kritik yazısını okumuş olmanız gerekiyor. Temel sağlam değilse yapılan eleştiri de havada asılı kalıyor.

Köklü okuma geleneğinden geldiğini düşünmüyorum kuşağımın. Bunun bir sebebi de sosyal medyanın sunmuş olduğu kolaylık. Artık herkes şair ve herkes eleştirmen. Sosyal medya hesaplarından paylaşılan herhangi bir şeye güzel yorumu gelmesi ya da “kalp” bırakılması kişiyi mutmain kılmaya yetiyor.

İleride eleştiri üzerine kafa yorar mıyım bilemiyorum; ancak şu an sadece şiir yazmak ve şiir okumak istiyorum.

Çağın Özbilgi: Düzyazının önemi yadsınamaz bir gerçek; ama şunu da gözden kaçırmamak gerekiyor: Geri planda yazılan onlarca not, onlarca yazı olabilir. Ben -şahsım adına- birçok şairin incelemeye, eleştiriye yatkın olduğunu düşünüyorum. Öncelikleri şiirlerini güçlendirmek ve ilerleyen süreçte bu gücü düzyazıya yöneltmek olabilir. Düzyazı ve şiir, her ikisi de çok okumayı, çok araştırmayı, iyi gözlem yapmayı gerektiriyor. Bu bağlamda, -özellikle şiirde- kendisini yeni yeni göstermeye başlayan şairlerin düzyazı için zamana ihtiyacı olabileceği gerçeğini de gözden kaçırmayalım. Biraz daha sabır ve daha sağlam adımlar… (Ayrıca, “Düzyazıyı başaramayan, şiir yazamaz.” cümlesi açımlanması gereken, çokça tartışılması gereken bir konu. Eminim, bu konu açımlanırsa birçok farklı düşünce ortaya çıkacaktır.)

Günümüz şiirindeki düzyazı eksikliği ciddi anlamda sorun teşkil ediyor. Ne yazık ki yakın geçmişte yazılan kitaplar vb. üzerine birçok nitelikli yazı yazılıyor olmasına rağmen, günümüzde bu yazıları mumla arıyoruz. İşini hakkıyla yapan birkaç eleştirmenin dışında, birçok eleştirmenin objektif eleştiri yaptığına inanmıyorum. Objektif eleştiriyi bir bilincin, bir birikimin eseri olarak gördüğüm için önemsiyorum; ama günümüzde yazılan birçok eleştiri yazısı “pohpohlama” yazısından ibaret: Çürümenin emareleri. Yazık, çok yazık.

Devrim Horlu: Sennur Sezer, bu yazıyı kaleme alırken ne düşünüyordu bilemiyorum. Belki şiirini beğenmediği birine "Sen şiir yazma, beceremiyorsun. Düz yazıya yönel," demeye çalışıyordu. Bu tür durumlarda insanları kırmamak için pek de inanmadığımız şeyleri dile getirebiliyoruz bazen. Yazının önünü arkasını, yazılma sebebini bilmediğim için bağlamı hakkında doğru yorum yapmak pek mümkün görünmüyor. Sennur Sezer'in sahiden de böyle düşündüğünü var sayarak cevap vereyim. Kendimi öykü ve roman kaleme alan yazarların da olduğu kalabalık bir masada hayal ediyorum. Keyifli bir sohbet, gülüyoruz, şarkılar söylüyoruz, yazın türleri üzerine sohbet ediyoruz. Orada "Şiir yazamayan biri öykü ya da roman yazamaz!" ya da “Eleştiri yazmayan birinin öyküsü ya da romanı zayıftır!” dersem tefe koyarlar herhalde beni. Bu tür şeyler duyunca tam tersi durumlar geliyor aklıma. Neden böyle bir zorunluluk olsun? Bunu düzyazı çalışmaları olan biri olarak soruyorum. Eğer bir öykücünün, romancının şiir yazma mecburiyeti yoksa şairin neden düzyazı yazma zorunluluğu olsun? Hem editörlük yaptığım için hem de kişisel olarak düzyazı ile ilgilenen çokça dostum olduğundan söyleyebilirim ki onların arasında "Öykü-roman incelemesi ya da eleştirisi yazmayan bu türlerde yeterli değildir!" gibi tezlerin olduğu muhabbetler pek dönmüyor. Memlekette edebiyat fakülteleri biraz da bunun için var bana kalırsa. Elbette bir şair düzyazı yazabilir, eleştiri kaleme alabilir ama bu onun şairliğini büyük ölçüde geliştirmez. Yani bu "Düzyazı okumak gerekir." benzeri bir önerme değil. Bugün bunu yapan ama elsiz ayaksız şiir yazan insanlara rast gelmiyor muyuz? Böyle kıstaslar koymak doğru gelmiyor bana. Pekâlâ bir şair hiç düzyazı kaleme almayabilir.  Cemal Süreya, Turgut Uyar, Gülten Akın ve diğer isimler sahiden düzyazı kaleme aldıkları için mi varlar bugün? Sanmıyorum. Bir de şöyle bakalım derim. Nâzım Hikmet neredeyse tüm yazın türlerine eğilmiş bir isim. Çoğunu da okudum. Ama bugün biliyoruz ki onun düzyazıları şiirini düşününce hayli geridedir. Bu tür şeyler yanlış geliyor bana.

Eleştiri nesnel olabilir tabii, bu mümkün. Öte yandan ben eleştirinin öznel olmasında bir beis görmüyorum. Metne nereden yaklaştığınızla ilgili bir durum bu. Ele aldığınız esere kendinizi soyutlayarak yaklaşabilirsiniz. Kişisel olarak sevdiğiniz bir metne eleştiri getirebilirsiniz söz gelimi. Tercihlerle ilgili bir mesele bu.

Naile Dire: Epey uzun bir soruymuş. Öncelikle, “Düzyazıyı başaramayan, şiir yazamaz” düşüncesine temkinli yaklaşılması gerekiyor. Düzyazı disiplini ile şiiri ayrı yerlerde tutarak, düzyazıyla soluklanma fikrine katılıyorum. Ancak düzyazıyı başaramayan ya da yazmayı tercih etmeyen biri de pek âlâ şiir yazabilir. Bu sorun daha önce de pek çok kez gündeme getirildi. İnceleme eksiği, tenkit eksiği vs. Herkes eleştirinin olmadığını söylüyor ama kolları sıvayan da yok. Kollarını sıvayanları ise ya görmüyorlar ya da görüp tepkisiz kalıyorlar. Düzyazı eksikliğinin sebebi ya da sebepleri… Düşünürsek birçok sebebi var. İlki, ortaya konulan eserlerin, o eserler hakkında yazmaya girişmiş kişilerce yeterli bulunmaması, irdelemeye değer görülmemesi. Birçok çağdaşım bu yüzden kitaplar hakkında yazmıyorlar. Biraz da haklılar, çünkü çoğu kitap yeterli argüman sunmuyor, heyecanlandırmıyor, yenilik barındırmıyor. Böylece ortaya yazacak bir şey de çıkmıyor. Ayrıca, herkes kendi fikirlerini, bilgilerini ve yeteneklerini kullanabileceği, gösterebileceği metinler seçip yazmak ister. İkinci sebep ise, “tenkit ya da inceleme yazma konusunda yeterli değilim.” düşüncesi. Bu sebepler anlaşılabilir fakat asla anlamadığım bir şey var ki, o da şiir hakkında kişisel görüşlerin düzyazıya dökülmemesi. Zira eğer şiiriniz varsa mutlaka belirli bir şiir algınız da vardır ve bunu yazmak, yazabilmek gerekir. Konuyu saptırmadan, yazılan inceleme ya da eleştiri yazısı elbette objektif olamaz. Mesela ben yazdığım her yazıyı kendi poetik algıma göre yazar ve eleştiririm. Kendi poetik algımı ortaya sermek için böyle bir yol seçtim. Bu hâlimle objektif olmam da mümkün değil.

Ufuk Aymaz: Derler ki, kötü şairler sadece şiir okur. Bilmem, bu cümleyi kötü şairler sadece şiir yazar diye güncellemek doğru olur mu? Sennur Sezer’in cümleleri çok değerli. “Düzyazıyla soluklan.” cümlesini ayrıca önemli buluyorum. Şiir bir  yorgunluk, düzyazı bir dinginlik hâli getiriyor. Şiirin o uzun koşusunda daha hızlı ve doğru yöne koşabilmek için şairin soluklanması taraftarıyım. Gelenekteki örneklerle ortaya konmuş bu gerçek, günümüz şiirinde yeterince kabullenilmemiş olmalı ki düzyazı kaleme alan şairimiz sınırlı sayıda.

​Bir inceleme ya da eleştiri yazısının tamamen objektif olamayacağını düşünüyorum. Bu türde sübjektif ifadeler ne kadar az ise o yazı o denli objektiftir. Diğer bir deyişle, objektif eleştiri yoktur, sübjektifliği az eleştiri vardır. 

Cengizhan Genç

“1970’lerde şiirimizde “ter, yara, hüzün, isyan, kan, acı” sözcüklerinin de aralarında olduğu pek çok kederli, yaslı ses yaygınlık kazanmıştı. 1940 toplumcularında da durum farklı değildir.” (Şeref Bilsel Yalnız Şiir, Ayrıntı Yayınları, sf. 70) Günümüz şiirinde de genellikle benim farkına vardığım sözcükler arasında “ben, varlık, varoluş, anne-baba, park, çağ, beden, yalnızlık” gibi sözcükler ve bu sözcükleri karşılayan imgeler yaygınlık gösteriyor. Bu sözcüklerin ve imgelerin yaygınlık göstermesi günümüz şiiri için neyi imliyor? Günümüz şiirinin yapıtaşı konumunda sizin bahsedebileceğiniz sözcükler ya da imgelerin kurulumunu da göz önüne alırsak izlekler nelerdir?

Cengizhan Genç: Günümüz insanı teknolojinin gelişmesiyle birlikte büyük bir boşluğun içine sürüklendi. Kalabalıklar içinde hiç olmadığımız kadar yalnızız. Toplumun ve özellikle aile bağlarının giderek koptuğunu görüyoruz. Sürüklendiğimiz yer esasında hiç sağlıklı bir yer değil. Ancak insanları tercihlerinden dolayı yargılamak da yine bizim yapabileceğimiz bir şey değil. Teknolojinin bizlere sunmuş olduğu yapay evren ve yapay özgürlükler iç dünyamızın da o yapaylığa göre şekillenmesine yol açıyor. Herkes bir noktada yaşadığını yazıyor aslında. Günümüz modern insanı yaşamış olduğu yalnızlığı ve ikili ilişkilerindeki çatışmaları şiirine yansıtıyor, bunu da normal karşılıyorum.

Çağın Özbilgi: 1940’lar ve 1970’ler şiirlerinde yoğun olarak görülen sözcüklerin, dönemin şartları gereği şairlerin ortaya koyduğu düşüncelerin, tepkilerin, vb. bir sonucu olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Günümüz şiiri, 1940’ların ve 1970’lerin şiirlerine göre daha bireyci. 1940’ların ve 1970’lerin şairleri toplumsal sorunlara karşı daha duyarlı, daha ilgiliydiler. Özellikle 1980’lerin ve sonrasının -yani günümüz de buna dahil- şairlerinin şiirlerinde -ciddi anlamda- bireycilik ön plana çıkmış durumda. Bu nedenle öne çıkan sözcüklerin “ben, varlık, varoluş, anne-baba, park, çağ, beden, yalnızlık” (park ve çağı biraz ayrı tutmak gerekir) olması beni çok da şaşırtmıyor; ancak şiirin bireyci yönünün zamanla -yine- toplumculuğa kay(nay)acağını düşünüyorum. Böylesi felaket bir çağda, günümüz şairlerine düşen görevlerin en başında ses çıkarmak geliyor; ama tek bir ağızdan değil, hep birlikte -yürekten, gülerekten-.

Günümüz şiirinin yapıtaşı konumundaki sözcüklerin ya da imgelerin yukarıda da bahsi geçen sözcüklerden ve imgelerden çok da farklı olduğunu söyleyemem; ancak bu sözcüklerle ilgili bir metafor yaratırken bundan sonra daha fazla -en az iki kere daha- düşüneceğim. Tekrara düşmemek, benzememek, vb. nedenlerle.

Devrim Horlu: Bu biraz bugün için neyi okuduğun, nereye baktığınla ilgili. Bugün kullanıldığını söylediğin kelimelerden uzak duran, onları basit bulan şairleri ne yapacağız? Bambaşka kelimelerle bambaşka meselelere işaret edenleri okumuyor muyuz? Belli ki bugün şiir yazan insanlar arasında devasa bir yarık oluşmuş. Zamanın ruhu diye bir şey var. Bu noktadan bakıp öyle değerlendirmek gerekiyor bu kullanılan kelimeler - imgeler meselesini. İnsanın temel hâlleri ve duygu durumları pek değişmiyor. Kırklı yıllarda kullanılan kelimeler yetmişli yıllarda kullanılmamış mı? Tam tersi de sorulabilir. Zaten Şeref Bilsel de onu söylüyor. Bu kelimeler çağımız insanının yanında yürüyor hâlâ ya da bugün kullanıldığını söylediğin kelimeler kırklarda ve yetmişlerde bütünüyle yok muydu? Bana kalırsa asıl mesele bu ve benzer kelimelere sırtını dönen arkadaşlara kulak kabartmamaktan kaynaklanıyor. Orada tüm bu sözcüklerden ve imgelerden başka bir şey daha söyleniyor. "Şiirde böyle kelimeler olmaz" muhafazakârlarına inat yapıyorlar bunu. Oraya bakmak gerek. Ben gökdelenleri, sosyal medya araçlarını, bankaları, "beyaz yakalı" diye anılan işçileri, doğrudan seksi ve daha bir sürü şeyi görüyorum orada. Garip çıktığında da nasırı görüp "Yahu bu ne?" demişlerdi. Sanırım uzun süredir, özellikle 2000’lerin başından beri biz de "Yahu bu ne?" sürecindeyiz. Şeref Bilsel'in ve senin bahsettiğin o kelimelerle/imgelerle yazılan şiirler sürecektir. Öte yandan bu sürüp gitme bahsettiğim diğer şiirle kaynaşarak ilerleyebilir ancak.

Naile Dire: Açıkçası tam şu anda yazılan şiiri takip ettiğimde, böylesi yaygınlık kazanmış kelimelerin kullanıldığını söyleyemem. Çünkü çok çeşitli şiirler yazılmaya başlandı. Farklılıklar ortaya çıkmaya başladı. Hatta bizzat yaygın kelime kullanmaktan kaçınılıyor. Hatta ve hatta “farklı olayım” kaygısının da suyu çıkmaya başladı. En azından benim takip ettiğim dergilerde durum böyle. Yine de evet, belli bir “ben”den, “çağ”dan, “beden”den söz etmek mümkün. Fakat bu kelimeler günümüz şiiri için “işte şunu imliyor,” diyemem. Çünkü bu kelimeler şiirin kendi salınımından ortaya çıkan, her şiir için farklı bir anlam kazanan kelimeler. Bağlamları farklı yani, götürdükleri yer farklı. Şiirlerde genelde istenmeyen bir “ben” var. Olumlanmayan bir “çağ” var, doğru. Bunu da yaşadığımız devirle ilişkilendirmekten başka ne yapabiliriz? Her şey alenen ortada… Günümüz şiirinin izleklerine gelince, günümüz şiirinin kendi çağına özgün bir izlek oluşturduğunu düşünmüyorum. Günümüz şiiri lirik alanda henüz silkelenemedi. Üstünde bir ağırlık var, aynılık var. Devam edemiyor, aynı yerde dönüp duruyor. Bazen hızlı dönüyor, şaşırıyoruz ama bu şaşkınlık da yanıltıcı çünkü hızlı dönse de aynı çemberde dönüyor. İyi okur bunu da fark edecektir bir süre sonra. Çemberden çıkmak değil de, bir zincirin halkaları gibi yepyeni bir çember oluşturabilmek. Diğer çemberle bağı koparmadan, kendiliğini bulabilmek. Şairler bunu düşünsün isterim.

Ufuk Aymaz: Cemal Süreya’nın “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı.” cümlesi günümüz şiirinde de  karşılık buluyor. Günümüz şiiri için öne çıkan kelimeleri soruda sıralamışsın. Şiir çağın sözcüklerini barındırır. Her çağ kendine özgü kelimelerini yaratır, elbette şiirde de bunun tesiri görülür. Şairi çağın tanığı ve etkileneni olarak tanımladığımızda, şairlerin her dönem farklı kelimelerle şiirlerini kurduklarını görmek gayet tabii. Günümüz şairi bireysel duygularla örerken şiirini, bu bireysel duruşunu ifade eden kelimeleri seçerken dönemin ruhunu yansıtacak kelimelerden yana duruyor. 1940’lar, 1970’ler şiirlerinde toplumcu taraf hep vardı. Şimdiki şiirimiz ise “ben” ile oluşturuluyor. Bunun yanında, günümüzün baş döndürücü hızını, çağ insanının tüketirken tükenen tarafını ve çağın eskiyi dizayn eden değişimini dile getiren sözcükler kullanılıyor. Bunun gerekliliğine inanıyorum. Ben burada bir yordama yapmak istiyorum. Günümüz ve yakın gelecek şiiri, tüm şiir dönemleri içinde çağından en çok etkilenen şiir olacak. Teknolojik gelişmeler, siyasal dönüşümler, uzay araştırmaları, değişen inanç ve değer yargıları, toplumsal olaylar, medya/ sosyal medya, dijital kültür, turizm gibi birçok kavram ve bu kavramları karşılayan imgeler şiirde kendine yer bulacak. Öyle ya, akıllı telefonlarımız ellerimizden düşmezken nasıl olur da şiire girmez? Kendimizi, sosyal medya diliyle ifade etme eğilimine kaptırıyoruz, bu dil elbette şiiri de etkileyecek. Selfie, troll, navigasyon gibi kelimeleri şiirde görmek kimseyi şaşırtmaz sanırım.

Çağın Özbilgi

İlhan Berk, Şairin Toprağı kitabında “Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye Gitmek” şiirinin oluşumunu ayrıntılı bir şekilde okura sunuyor. Bu soruşturmayı okuyanlar için siz de bir şiirinizin oluşumunu ayrıntılı bir şekilde anlatır mısınız? Yazdığınız bu şiirin yazılışı esnasında (eğer varsa) ne gibi ritüelleriniz vardır? Olmazsa olmazlarınız var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Bu soru sizlerin şiirlerinizi yazarken ne hissettiğinizi ve neler yaptığınızı göstermesi açısından önemli bir soruydu, bu soruyu bir de geleneğe bağlamak istiyorum: Günümüz şairi geldiği geleneği aşmak zorunda mıdır? Yoksa bu gelenekten de yararlanıp kendi dilini mi oluşturmalıdır?

Cengizhan Genç: Şiir yazarken olmazsa olmazım bilgisayar. Kağıt ve kalem kullanarak şiir yazmaya kalkınca zorlanıyorum. Bilgisayarda yazı yazarken müthiş rahat hissediyorum kendimi. Bu noktada teknolojinin sunmuş olduğu büyük bir kolaylık olarak görüyorum bilgisayarı. Özel bir ritüelim yok, ancak şiir yazdığım zamanları düşündüğümde – çalışma şartlarım yüzünden- sabah altı ile sekiz arası ve gece on birden sonra yazdığımı görüyorum. Ancak yoğun duygu patlamaları yaşadığımda an ve koşulları göz ardı ederek elime geçirdiğim ilk şeye yazmaya başlıyorum. Askerlik görevimi yaparken yanımda küçük bir not defteriyle kalem taşıyordum, aklıma gelenleri hemen o deftere yazıyordum. Benim için zordu; ancak başka bir alternatifim olmadığı için mecburdum not defteri ve kaleme. Yine askerdeyken bir sabah – beş civarı – nizamiyenin önünü süpürüyordum, askerlik yapanlar bilir her gün yaprak süpürmek bir süre sonra bunaltıcı bir hâl alır. Her taraf çam ağacı doluydu. Ve her yer çam yaprağı oluyordu. O yaprakları süpürürken nizamiyedeki ağaçların isimlerini sıralamaya başladım kendi kendime: “defneler, çam ağaçları, zakkum”. O noktada bir anda bunları yazmam gerektiğini hissettim ve not defterimi çıkarıp yazmaya başladım “defneler, çam ağaçları, zakkumun kökü ya da erika”. “İnsanın İyi yüzünü Parçalayan Şeyler” isimli şiirimin ilk hâli böyle ortaya çıktı. Kağıt ve kalem kullanarak yazdığım tek uzun şiir belki de kendisi. Tüm gün fırsat buldukça defterime şiirle ilgili notlar aldım, düzeltmeler yaptım. Yeniden deneyimlemek istemeyeceğim bir süreçti.

Gelenek konusuna değinecek olursam, şairin kendini geleneğin dışında tutmasını mümkün görmüyorum. Ancak geldiği geleneği aşamasa bile geliştirmek ve ona eklemeler yapmak zorundadır. Geleneği geliştirdikçe kendi dünya görüşünü ve şiirini yazdığını görüyoruz. Gelenek her seferinde farklı bir şekle bürünüp şairin kendini ve şiir dilini oluşturup geliştirmesini sağlayan bir süreç olarak şairin şiirine etki ediyor.

Çağın Özbilgi: Şairin yazdığı şiiri ayrıntılı bir şekilde anlatabiliyor olması / açımlaması çok önemli bir olay. Şiir, oluşum sürecinde hızlı da gelişebilir / yavaş da. Demlenmesi gereken duygular, düşünceler, vb. varsa şair bunu gözeterek hareket eder. Şiir yazarken herhangi bir ritüelim var mı yok mu(?) açıkçası bu soruyla karşılaşıncaya kadar bunu hiç düşünmemiştim. O yüzden şimdilik yok demekle yetineceğim. Olmazsa olmazım diyebileceğim -aklıma gelen ilk şey-: Şiirlerimin inşa süreçlerinde genellikle çok okuduğum. Bu okumalar, beni tam olarak anlatmak istediğim düş/ün/ce/lere doğru iterler ve şiirlerimi kurmama yardımcı olurlar.

*Okumaktan vazgeçmeyelim (Salt şiir değil, bizi ileriye götürecek her şeyi okumaya gayret gösterelim).

Günümüz şairi geldiği geleneğin bile farkında değil ya da ben birçoğunun farkında olmadığını düşünmüyorum ama farkındalığa sahip şairler de yok değil (az sayıdalar) ve elzem çabaları kendi dillerimi oluşturmak yönünde. Elbette, günümüz şairi gelenekten yararlanacak (kimse yararlanmayacak diyemez) ve kendi dilini oluşturmayı amaç edinecek. Şiirin yaradılışı bu.

Son olarak (sorunun en başına dönersek; soruşturmayı okuyanlar için bir şiirimin oluşum sürecini ayrıntılı olarak anlatmam istenilmiş) kısa bir şiirimi paylaşıp anlatacağım / açımlayacağım:

köşeli jetonlular hamalı

mevcut durumuna anlam yüklüyorum
köşeli jetonlular hamalısın –İstanbul!
varsın şiirlerimi martılarına versinler
dudaklarında çıplak kalmaya da razıyım

Malum kalabalık… Huzuru aksatan, tabir-i caizse boş bir kalabalık. Bir şehir olarak (aynı zamanda şiir olarak) İstanbul bu durumun en başat örneği (başıboş kalabalıkların, kalabalıklar arasındaki yalnızlıkların, anlamsız gelgitlerin de).

İnsanlar günlük sıkıntılardan ve stresten başlarını alamadıkça / kaldıramadıkça anlama / anlatma çakralarını da diğer insanlara / dünyaya karşı kapatıyorlar. Anlamayan / anlatamayan insanların arasında yazdığım çok kısa bir şiirdir: “köşeli jetonlular hamalı”. Biraz sitem, biraz da öfke doludur aslında (özellikle sisteme karşı; çünkü insanlarla bir alıp veremediğim yok). Yazdıklarım hiç kimsenin umurunda olmayacaksa (da): “varsın şiirlerimi martılarına versinler / dudaklarında çıplak kalmaya da razıyım” diyorum. Çünkü, şiir gibidir: İstanbul. Ve hep şiirle! sürmüştür / sürecektir anlama ve anlatma çabamız (da)…


Devrim Horlu

Devrim Horlu: Açıkçası sevmiyorum böyle şeyleri. Gizem katmak için falan değil tabii. Hoşuma gitmiyor öyle yemek tarifi verir gibi şiir yazma sürecini anlatmak. Oturur yazarım işte. Uzunca sürer ve hırpalar. İnsanların bu kadarını bilmesi kâfi. Özel bir ritüelim yok. Sessiz ortamı tercih ederim sadece.

Geleneği aşmak, kendi dilini oluşturmak pek ayrıksı şeyler değil diye düşünüyorum. Şair zaten kendi dilini oluşturarak aşar geleneği. Kendi dilini oluşturmayan gerçek şair var mı? Nâzım nasıl aşmış geleneği? Orhan Veli nasıl başarmış? Metin Eloğlu nasıl bir hamle ile taşımış Garip'i bir adım öteye? Şöyle bir geriye dönün ve bugün geleneği oluşturan isimlere bir bakın. Gelenek dediğiniz yekpare değil parça pinçiktir. Bugün adını anıp şiirlerini okuduklarımız da kendi dillerini oluşturup geleneği aşan isimler zaten.

Naile Dire: Bir şiirimin oluşumunu burada anlatmaya kalksam birkaç sayfa yazmam gerekir. Yer işgal etmek ve kendimi ele vermek pek isteyeceğim bir şey değil. Yazmadan önce ya da yazılış esnasında belli bir ritüelim yok. Bazen müzikten destek alabiliyorum. Kendimi çok açken yaratıcı bulurum mesela, açken yazmaya çalışırım. Bir de çok uykum varken yaratıcı oluyorum. Özellikle bu ânı kollarım. Bilinçaltımın vereceği ilhamı hiçbir şeye tercih etmem çünkü. Sonra işin düzenleme, ayıklama kısmı gelir. Bu kısma çalışma adını veriyorum ve şiirin yüzde 85 yetenekle yazıldığını düşünüyorum.

Gelenekle ilgili olan kısma cevap vereyim: Şair sadece kendini aşmaya uğraşmalıdır. Kendi dilini aşmalıdır, bir önceki kurduğu düzeni aşmalıdır; kendi yenisini bulana dek. Ne var ki, Tanpınar, “yeninin de yenisi vardır,” der. Ben bu cümleye tüm aklımla iman ederim. Bu yüzden geleneği göz ardı eden bir yeniliktense geleneği dönüştüren bir yenilik bana daha sağlam gelir. Geleneği kendimize göre, kendi yenimize göre dönüştürmek gerekir. Birkaç gün önce “Korkulu Ustalık” ve “Efendimiz Acemilik” metinlerini tekrar okudum. “Korkulu Ustalık”ta bahsedilen, bir üslupta ustalaştığımızda artık onu bırakmamız ve başka, yeni bir şeye geçmemiz gerektiği fikrini de burada hatırlatmak isterim. Geleneğe içten bir bağlılık kimseye sorun olmaz ama yaratıya yansıyan bir bağlılık başımıza bela da olabilir. Şair gelenekle ilgili bağını kendi ayarlayabilmeli. Aşmak değil bu, gelenek aşılacak bir konu değil. Hangi gelenek öncelikle? Klasik şiir mi? Halk şiiri geleneği mi? Koskoca geleneği aşmaya çalışırsak komik durumlara düşeriz. Şairler bir önceki şiirini aşabilse keşke.

Ufuk Aymaz: Son sorudan başlamak istiyorum. Hilmi Yavuz’un belirttiği gibi, edebiyatımızda aşmalar değil aşamalar vardır. Şüphesiz ki her aşama, kendinden önceki dönemlerin geleneği üzerinde yükselir. Ya tümüyle karşı çıkar ya da o geleneğe yeni bir soluk getirir. Orhan Veli ve arkadaşları Haşim’in şiirine tümüyle karşı çıkarken, İlhan Berk “Anlamla Yola Çıkılmaz” başlıklı yazısında Haşim’in şiir geleneğine yaslanarak yeni bir soluk ortaya koymaya çalışmıştır. Günümüz şairi geleneği, gelenekten yararlanarak aşmak zorundadır.

​“Temrin” başlıklı şiirimin oluşum sürecini anımsıyorum. Bilinçaltı öğeleriyle ördüğüm, müphem bir şiirdi. Şiir, kişisel deneyimlerime dayanan bir günün uyandırdıklarının eseriydi. Bir başsağlığı ziyareti, bir hapishane sohbeti, dinlediğim bitmiş bir aşk hikâyesi, ileri yaştaki kadınlara yönelik okuma yazma projesi, havanın sıcaklığı ve o gövdesi kabuklaşmış ağaç. Tüm bunlar aynı günde zihnimde yer etmişti. Günün akşamında ise şiirim ortaya çıkmıştı. Ben şiirin yeterli ölçüde inşa, belki biraz kurgu ve fazlaca da “yaşantıların uyandırdıklarının zihinde yeniden yaratılması” süreci olduğuna inanıyorum. Şiirimi yazmadan önce kendi mağarama çekilir, şiirin ortaya çıkması için yoğunlaşma sürecine girerim. Astral seyahatim başlar, ruhum şiire ulaşmak için somutlardan uzaklaşır. Şiir ortaya çıktığında hatırlamak isteyeceğim şey sadece şiir olur. Ritüellerin doğumu kolaylaştırdığını düşünürüm ve uygularım. Bu biraz da çağın bizdeki izi. Ritüellerle yaşıyoruz. Ritüeller yaşamı olduğu kadar şiiri de dayanılır kılıyor.

Naile Dire

"Benim için eşyada duygu aramak, önüne geçilmez bir alışkanlıktı bir zaman. Kullandığım zaman eşyanın duygularının farkında olmazdım. Pencereyi açtığım zaman pencerenin, gemiye bindiğim zaman geminin konuşan bir hali yoktur da asıl açmadığım pencere, binmediğim gemi dile gelir" diyor Sabahattin Kudret Aksal. Bu alıntıdan yola çıkarak şiirde nesne veya eşya kullanımına dikkat çekmek istiyorum. Kimi zaman şiirde kullanılan nesneler özne durumuna geçer. Özelde sizin şiirinizde, genelde ise günümüz şiirinde nesne kullanımı için düşünceleriniz nelerdir? Günümüz şairleri Garip’ten devraldıkları şiirde nesne ve eşya kullanmayı, nesne ve eşyayı şiire katmayı başarabilmişler midir? Günümüz şiirinde kullanılan nesne ve eşyanın şiirdeki yeri nedir?

Cengizhan Genç: Nesne ve eşya kullanımı şairin tutumuna göre değişen bir şey. Günümüzde modern insanın yaşamış olduğu yalnızlık daha ön planda olduğu için nesne ve eşya kullanımının bu oranda biraz daha geri planda kaldığını düşünüyorum. Duygular bu kadar ön planda tutulurken nesne ve eşyanın önceki kuşaklara göre bir tık daha geri planda kaldığını düşünüyorum; ancak bu demek değildir ki günümüzdeki her şair nesne ve eşyayı geri planda tutarak şiir yazıyor. Büyük resme baktığımda benim gördüğüm bu.

Çağın Özbilgi: Şiirde nesne veya eşya kullanımını oldukça önemsiyorum. Hepimiz bir şeylere anlamlar yüklüyoruz. İnsanız, dil yetimizde bu şekilde gelişti. Sahip olduğumuz nesne veya eşya şiirsel izleğimizde mutlaka yer bulmakta; ama yukarıda bahsi geçen pencere ya da gemi (de) her zaman ufkumuzda... Şairler, boyutlar arası geçişlerle düş dünyalarını açımlarlar. Dünya oldukça kalabalık. Ölen ya da yaşayan ya da yaşayacak -daha- bir dünya insan var. Nesne ve eşyaya ve hatta şiirlerimize yüklediğimiz anlamlar bizi -öldükten sonra da- bir süre yaşatacaklar; ama bu da insanı, şairi ölümsüz kılmaya yetmez; çünkü malumunuz, ölümsüzlük hâlâ bulunamadı.

Günümüz şairlerini yakından takip etmeye çalışıyorum. Çabam, çağdaşlarımı daha yakından tanımak ve anlamaya çalışmak yönünde. Şiirlerimizde nesne ve eşyaya hemen hemen hepimiz yer vermekteyiz. Garip’ten devraldığımız, şiirde nesne ve eşya kullanımını birçoğumuzun şiirlerine / izleğine kattığına yakinen şahit oldum. Günümüz şiirinde kullanılan nesne ve eşyanın, şiirdeki yeri; bilinçaltımız, gördüklerimiz, görmeyi umduklarımız ve göreceklerimiz üzerinden şekilleniyor. Nesne(ler) ve eşya(lar) başucumuzda duruyor(lar).

Devrim Horlu: Bugünün insanı neredeyse objedir zaten. Bir eşya gibi pazarlanması gerektiği öğretilen bir eşya. Çoğunluk bu şekilde dile getirmese de kendini bu şekilde sunuyor. Hâliyle hepimiz "eşitimiz" olan eşya ile içli dışlıyız. Birbirimizi nasıl nitelediğimize dikkat ettik mi hiç? Evvelden "duygusuz biri" olan bugün "odun" oldu. Dün cahil dediğimize bugün "teneke" diyoruz. Örnekler çoğalır gider. Dün argoda bunlar yok muydu? Vardı tabii ama bu entelektüel dünyaya kadar sirayet etmemişti. Neyse şiirde eşya diyorduk. Elbette içli dışlı olduğumuz objeleri şiirde göreceğiz. Görüyoruz da. Eşya ile kurulan duygusal bağı inkâr etmek mümkün değil. Benim için eşya-obje çocuklukla kurulan bir bağ. Başkası için çağ eleştirisi. Topyekûn bugünün şiirinde eşya kullanımı için net bir şey söylemek zor. Şiir hep olduğu gibi bugün de çokça kişisel.

Naile Dire: Kendi şiirim için bilinçli bir şekilde nesne kullanma yoluna girmiyorum. Şiirin akışı içinde belki kullanıyorum, çoğu zaman kullanmıyorum. Benim şiirim daha çok soyuta varan bir şiir. Ruhî gerilim barındıran bir şiir. Bu anlamda nesnelerin şiirimde çok fazla yeri de yok. Nesne kullanımı için özel bir yargıya sahip değilim. Her şair şiirinde kurduğu düzene göre nesne kullanır veya kullanmaz. Bu durumu çok önemli bir yere koymuyorum. Önemli olan, kullandıklarımızla nasıl bir yaratımda bulunduğumuzdur. Bir yaratım -üretim değil- gücünü nesnelerden de alabilir, soyut kavramlardan da alabilir. En nihayetinde bizim şiirimiz genel itibariyle somut düzlemin değil, soyut düzlemin şiiri. Eşyanın etkin kullanımı için somut şiirlere bir göz atmak gerekir. Göz attığım kadarıyla da, bence etkin bir nesne kullanımına ya da bilinçli bir nesne kullanımına rastladığımı söyleyemem.

Ufuk Aymaz: Şairin nesnesi / eşyası var mıdır? Elbette vardır. Ama günlük yaşamdaki anlamlarından uzakta dururlar bunlar. Bir mağazadaki ayna ile Necip Fazıl’ın aynası aynı değildir değil mi? Orhan Veli’nin cımbızı, Tanpınar’ın saatleri, Cansever’in mendili, Süreya’nın kadehleri vd.  Necatigil’in eşyalarına sahip olmak mümkün mü? Eşya şairi Sedat Umran’ın eşyaları yeniden yarattığını okuduk. Yüzyıllık Yalnızlık’ta geçen ‘‘Eşyanın da canı var”, diye ilan etti. “Bütün iş ruhlarını uyandırabilmekte” cümlesini çok severim. Şair eşyanın ruhunu uyandırabilirse şiirinde, o eşyayı yeniden yaratarak sahiplenmiş demektir.

​Günümüz şiirinde eşya / nesne kullanımı oldukça popüler. Modern hayat eşyalar / nesneler üzerinde yaşanıyor, somut varlıklar modern yaşamın temel noktalarını oluşturuyor. Kişiler eşyalar / nesneler üzerinden kimlik ve ideoloji tanımlaması yapıyor. Hâl böyleyken şiirimizde de eşyalar / nesneler kendine yer buluyor. Elbette geçmişte olduğu gibi, somut anlamına eklenen yeni soyut anlamlarla. Klima, eğer şiire girecekse elbette şairin düşünce dünyasında yeniden yaratıldıktan sonra girecek. Bu yaratım yeni anlamlar doğuracaktır. Günümüz şiirinin modern eşyalardan, nesnelerden etkilenme oranı gün geçtikçe artacak. Çünkü insanın eşya ile olan ilişkisi değişmiş, sahip olunan eşya zamanla sahip konumuna gelmiştir. Şair, eşyanın ruhunu uyandırmayı sürdürecek ve geleceğin şiirinde eşya / nesne kullanımı artacaktır. 

Ufuk Aymaz

“Güzellik anlayışı, kâinat anlayışımızın, dünya görüşümüzün, o anlayış ve görüşe aykırı düşmeyen bir bölümü olduğuna göre, belirli bir dünya görüşü olmayan şairin güzellik anlayışından bahsedilebilir mi? Böyle bir şair, şiirde bilerek bir güzelliğe varabilir mi? Şair ister istemez bir düşünür olmak zorundadır, hem de ileriyi gören bir düşünür. Yoksa geri düşüncelerle yoğrulmuş kafa şiire fayda yerine zarar verir” diyor Oktay Rifat Şiir Konuşması kitabında. Soruyu fazla uzatmadan, Rifat’ın bu düşünceleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Şiir ve şair ayrı iki varlık mıdır? Yoksa ikisini birbirinden ayıramaz mıyız?

Cengizhan Genç: Şiir ve şair hem iki ayrı varlıktır hem de tektir. Ancak şiiri şairden ayırmak ne kadar doğrudur? İnsanın yaşamadığı şeyi, hissetmediği duyguyu yazması ne kadar mümkün olabilir? Sonuçta bu şiirleri robotlar sistematik bir şekilde yazmıyorlar. Şairin duygularını, düşüncelerini şiirinden soyutlamak mümkün müdür? Yine şöyle bir şey daha var, şair şiirini yazdıktan bir müddet sonra yazdığı duyguları kabul etmeyebilir, o şiirleri yazarken k dünya görüşünü değiştirebilir. O yüzden şair ve şiir tektir; ancak şiir içeriğini değiştirmeyen ve kendi özünü bozmadan muhafaza edebilen yegane şeydir. Sahip olunan güzellik anlayışı da bu minvalde ya kalıcıdır ya da unutulacak bir sayfadan ibarettir.

Çağın Özbilgi: Oktay Rifat’a katılmamak mümkün değil. Güzellik anlayışımız, kâinat anlayışımız, dünya görüşümüz, vb. bizi biz yapan değerlerdir, yapıtaşlarımızdır. Belirli bir dünya görüşüne sahip olmayan, olamayan, bu hususta kendini geliştirmemiş kişilerin şairliğinden de şüphe duymak gerekir. Şair, her şeyi -iliklerine kadar- hisseden bir duyarlılığa sahiptir. Acıyı, sevinci, güzelliği, iyiyi, doğruyu, gerçeği, vb. duyumsar ve şiirlerini bu duyarlılıkla (bilinçle) yaratmaya çalışır. Şair, adına filozof denmemiş olsa da yeri geldiğinde filozoftur (da) diyebilirim. Böylesi bir çağda kendisini geliştirmek yerine; kendisini anaforlara kaptırmış, hiçbir toplumsal sorunu, kıyımı, kıyamı, vb. dikkate almamış, dikkate değer görmemiş kişiler şair olamazlar. Şair olduklarını iddia etseler bile bu ayakları yere basmayan bir şuurun izahatı olacaktır.

İşin özü; kanımca, şiir ve şair iki ayrı varlık değildir. İkisini birbirinden ayırmak doğru ol(a)maz; ancak bu düşüncem de salt toplumsal gerçekçilik çerçevesinde değerlendirilmemeli. Malumunuz, hayal dünyalarımız oldukça geniş.

Bu güzel söyleşi için Şair Bekir Dadır’a teşekkür ediyorum.

Devrim Horlu: Burada ileri görüşün ve geri görüşün ne olduğunu tartışmak gerekir ki bu çok su götüren bir mesele. Farkında olunsun ya da olunmasın her birey dünyaya karşı konum almış hâldedir. Bu farkında olmama hâli sosyal yaşantıda, aile ilişkilerinde, iş hayatında kendini ele verir. Farkında olduğunu sananların bile tam olarak öyle olmadıklarını gördüğümüz bir dönemden geçiyoruz. O gün Oktay Rifat'ın söylediği ile bugün yaşadığımız süreç farklı. Söz gelimi "faşizme karşı omuz omuza" diye slogan atanların mülteciler ile ilgili söylemlerine bakın. Kendi hakkımı alacağım diyerek başkasının en kutsal hakkı olan yaşama hakkına saldıranlara bakın. En bariz örnek "Cennet anaların ayakları altındadır" şiarıyla ömür sürenler arasındaki kadın şiddetinin fazlalığı mesela. Örnekler çoğalır gider. Buradan bakarsak güzeli fark etme ve tanımlama becerisinin, elbette mesele edebiyat olduğu için onu ortaya koyma yetisinin bu ileri görüş iddiasından ziyade başka bir şeye ihtiyaç duyduğunu görürüz. Edebiyatımız en azından bizim için ileri görüşlü olan insanların kötü eserleri ile dolu. Tam tersini de aynı şekilde gördük, görüyoruz. Şiir ile şair iki ayrı varlık olabilir bu bağlamda bakarsak. Bugün her şey baktığınız yere göre değişkenlik gösteremiyor mu zaten? Şiir şairine ilişkindir ve elbette ayrı değildir ama biraz evvel söylediklerimi düşünce apayrıdır. Sanıyorum şu beş farklı soruyu düşününce birçok şeyin afaki olduğunu söylemek mümkün.

Umarım faydalı olur. Teşekkür ederim emeğin için.

Naile Dire: Şiirde güzelliğe varmış olmak, tüm yaşam tecrübelerimizin içinden süzülen şeyin zuhurudur; okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler, şahit olduğumuz tablolar, bildiğimiz tiyatrolar bizim estetik farkındalığımızı şekillendirir ve büyük ölçüde kişiseldir. Farklı sanat deneyimleri, kendi güzelimize açılan yoldur ve bu yol da belirli bir dünya görüşü olmadan önümüze uzanamaz.

Yaratım esnasında şiir ve şair birdir. Birlikte devinirler. Şiir ve şair, tek bir ruhun içindeki ikircikli anlardır. Kafa kafaya verirler ama aynı zamanda çekişirler, çatışırlar. En sonunda ruh dinginleşir ve şair aradan çekilip şiirin konuşmasına izin verir; bu yaratımın bittiği andır. O andan sonra şiir kendi bedenine bürünür. Böylece şiir ve şair artık bir olmaktan uzaktırlar.

Ufuk Aymaz: Dünya görüşümüz elbette güzellik anlayışımızdan soyutlanamaz. Birbirini besledikleri, etkiledikleri muhakkak. Rifat’ın sözüne bu bakımdan katılıyorum. Ancak dünya görüşü ile kastedilen anlamı çerçevelemekten yanayım. Dünya görüşünün içine katılması gerekenleri doğru tespit etmek gerekir. Ben ateşli siyasi söylemleri, katı dini inanışları, ötekileştiren ideolojileri bu çerçeveye almamak gerektiğine inanıyorum. Bunların güzellik anlayışını beslemek yerine öldürdüğünü düşünüyorum. Şair düşünür olmak zorundadır, ama evrensel doğruların üzerine kurulu bir düşünce sistemiyle. Dar kalıplar şairi düşünür yapmadığı gibi estetik anlayışını da öldürür.

Şair ve şiir iki ayrı varlıktır, anlamlarını birbirine borçlu olan iki farklı varlık ya da  şair ve şiir aynı varlıktır, sadece doğru yerden bakmak gerekir. 

Görseller Ben Simon Rehn'e aittir.

0
9057
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage