14 TEMMUZ, CUMA, 2023

Bir Çocuktan Acımasız Bir İmparator Yaratmak

Bu topraklarda saltanat devam etse nasıl bir hayatımız olurdu? Aziz Gökdemir’in İmparatora Veda kitabı bu sorunun yanıtını verirken, bize bir çocuğun, iktidar hırsıyla nasıl acımasız bir hükümdara dönüştüğünü de gösteriyor. Aziz Gökdemir ile İmparatora Veda’yı konuştuk.

Bir Çocuktan Acımasız Bir İmparator Yaratmak

Aziz Gökdemir’in, İthaki Yayınları’ndan çıkan İmparatora Veda kitabı, saltanat devam etse yaşadığımız topraklarda nasıl bir hayatımız olacağı üzerine derinlemesine bir anlatı. Aynı zamanda bir çocuğun, iktidar hırsıyla zehirlenerek nasıl da zalim bir imparatora dönüştüğünü gösteriyor bize. Bazen geleceğin sultanı olan küçük bir çocuğa, gözden çıkarılmış şehzadelerden birini karla kaplattırıp oyuncak olarak sunarak ya da Çerkez bebeklerin prenseslerin oyuncağına dönüştürülmesini anlatarak, bir dehşetle sarsıyor bizi. Bazen de Rilke’nin ya da Cemal Süreya’nın şiiriyle aşka düşürüyor. Akıcı, sürükleyici bir dille yazılmış roman, hem oldukça fantastik bir hikâyeyi taşıyor bize hem de sanki bu yılların betimlemesini. Bakın, yazarı Aziz Gökdemir, hayalle gerçeği birbirine doğallıkla geçirdiği kitabını, yazım sürecini nasıl anlatıyor.

Gazeteci, çevirmen ve editör olarak çalışmak yazarlığınıza ne kattı sizce?

Gazete ortamı çok gürültülü ve kaotik oluyordu; tüm olumsuzluklara rağmen kafamı bir yere sabitleyip yazabilmeyi öğrendim. Hele belli bir saatte yazı tamamlanacak diye söz verilmişse başka çaresi yok. Çevirmenlik; dile, terminolojiye, düşünceleri ifade etmenin yolunu bulmaya farklı kültürlerin farklı bakabileceğini ve bunun sayesinde başka dillerde olmayan kelimeler, hatta kavramlar üretebileceklerini öğretti. Bu zaten bildiğim ve sezdiğim bir şeydi ama tanık olduğunuzda daha da pekişiyor. Editörlüğe gelince, yazarken özenli olma arzumu kamçıladı; editörlüğün çileli bir meslek olduğunu gördüğüm için editörlerle yazar olarak ilişki kurduğumda saygılı ve anlayışlı olmayı belletti; bir de herkesin yazarken bir editöre ihtiyacı olduğunu çok net olarak gösterdi.

Kitabınız bir yanıyla fantastik ama bir yanıyla da tamamen gerçek dünyayı anlatıyor gibi. Bu dengeyi nasıl kurdunuz?

Bir denge kurmaya çalışmadım. Gerçeği temel aldıktan sonra ondan istediğim anda, istediğim kadar sapma özgürlüğü tanıdım kendime. O noktada benim için tek koşul, yarattığım dünyanın kendi içinde tutarlı olmasıydı. O nedenle, yazarken metnin kendi kendine organik bir yaklaşımla o bahsettiğiniz dengeyi oluşturması için, kalemimi yarattığım dünyanın “doğal” akışına teslim ettim. Mekânları hemen hemen tamamen gerçek hayatta oldukları gibi kullanmaya çalıştım. Bu gerçek zeminde hayal ya da muhayyile istediği gibi at koşturabilirdi artık.

Aziz Gökdemir

“Saltanat devam etse yaşadığımız topraklarda nasıl bir hayat olurdu?” sorusu üzerine kafa yormaya ne zaman, neden başladınız?

Kitabın sonunda belirttiğim gibi, romanı yazmaya başından değil, ortasında yer alan “Merak” bölümüyle başladım. Romanı tasarlarken açılışı “Merak” ile yapmayı, sonra da hikâyenin “başına” dönüp oradan anlatmaya başlamayı amaçlamıştım. “Merak”ın atmosferi ve çağı (eskileri düşündüren bir çarşı ve küçük dükkânlar, yolcu uçaklarını ve modern dünyanın diğer olmazsa olmazlarını uzun süre dışarıda tutmuş bir ülke, hepsinden önemlisi, bir bilgisayar çıktısı ya da daktilo sayfası değil, bir elyazması), romanın tamamı için bir nevi kısıtlar silsilesi oluşturdu. Adını anmasam da şehrin İstanbul olacağını biliyordum. Modern dünyanın ortasında modernite öncesi özellikler barındıran bir şehir: O hâlde orada saltanat devam etmiş, bir şeyler değişirken, başka şeyler de değişmeden kalmış veya daha yavaş dönüşmüş olmalıydı. O noktada artık bu koşullarda bu topraklarda nasıl bir hayat olacağını düşünmeye başlamış, hatta bayağı yol katetmiştim denebilir.

Kitap için nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz?

Hazırlık süreci oldukça keyifliydi. On yedi yaşındayken tanıştığım Murad’ın nasıl bir çocukluğu olabileceğini, onu o noktaya kadar getiren yolculukta ve ilerisinde, sarayda ve saray dışında kimlerle karşılaşacağını, nasıl ilişkiler kuracağını düşündükçe yeni roman kişileri yaratmaya ve onların hayatlarını düşlemeye başladım. Cam fabrikasında çalışan İfe’nin hayatını biraz deşmem, Beykoz çevresi ve tarihi hakkında bildiklerimi biraz perçinlemem gerekti mesela veya Feyza’nın küçük bir çocukken Doğu Afrika’da başlayan macerası onu nerelerden geçirecekti? Murad doğduğunda sonografi (ultrason) cihazı var mıydı, örneğin? Vardı, çok yeniydi ve ilk kez İskoçya’da yaygın olmasa da denenmeye başlanmıştı, bu yüzden doğuma nezaret eden ekip İskoçya’dan gelip girdi romana. Ve daha böyle bir sürü şey. Tabii en zevklisi, bütün bunları öğrendikten sonra çok azını romana yedirmek, gerisini kendime saklamak (aksi hâlde roman değil ansiklopedi yazarsınız) ve kafama estikçe gerçekleri bir kenara atıp bildiğimi okumaktı.

1967 yılında IX. Murad’ın doğumuyla başlıyor kitap. Bir çocuğun, günbegün iktidarla zehirlenmesini izliyoruz, acımasız bir hükümdara dönüşmesini. Gözden çıkarılan şehzadelerin istenildiği gibi kullanılması, hatta geleceğin veliahdı tarafından kardan adama dönüştürülmesi; Çerkez bebeklerin prenseslerin oyuncağı olması; insan emin olamıyor, hangisi ne kadar doğru? Bunların yaşanmış olma ihtimali de yok değil çünkü.

Kitapta anlatılan türde bir ülkede sadece şehzadeler ve köleler değil, vatandaşlar (veya tebaa) da rahatlıkla gözden çıkarılabilen, hayatları muktedirlerin nezdinde tabiri caizse beş para etmeyen bireylerdir. Şehzadelerin biri hariç kurban edilmesi tarihte hepimizin bildiği, hemen akla gelen bir örnek. Kardan adam olayı bunu yansıtıyor; veliahtın genç annesinin üzerinde uzun boylu düşünmeden, neredeyse içgüdüsel bir hareketle, minicik bir çocuk bile bunu içselleştirsin diye kurguladığı bir oyun. Kimse, “Böyle bir şey olamazdı” diyemez çünkü çok daha kötü şeylerin yaşandığını hepimiz biliyoruz. Çerkes bebeklere gelince, yine aynı şekilde insanın köleye, köleden öte bir nesneye dönüştürülmesini betimlemek istedim. Üstelik bu örnek maalesef gerçekle oldukça örtüşüyor. On dokuzuncu yüzyılda Afrika ve Kafkaslardan çocukların köle olarak satın alındığı, fakir ailelerin çocukları daha iyi bir hayat sürer umuduyla bu işe razı oldukları, bu çocukların oldukça küçük olabildiği (altı ila sekiz yaşlarında) ve sadece sarayın hareminde değil, Osmanlı elitlerinin konaklarında aynı yaşta çocuklara arkadaşlık etsin diye bu “görev”e koşulduğu, akademik tezlerden okunabilir. Avrupalı ressamların tabloları da çeşitli ülkelerden benzer örnekleri betimliyor.

Türkiye ve dünya tarihinde yaşanan bütün olayları; 12 Eylül 1980’i, dönemin yükselen şarkıcısı George Michael’in “Careless Whisper” parçası, Çernobil sonrası sağlıklı olduğunu kanıtlamak isteyen devlet yetkililerinin çay içişini, Nelson Mandela’nın hürriyetine kavuşmasını, 2 Temmuz 1993’te Madımak’ta 33 sanatçının yakılmasını, 1999 depremini, 11 Eylül 2001’de Amerika’da ikiz kulelere yapılan saldırıyı… Nasıl bir inceleme yaptınız bütün bunlar için?

Hemen hemen hiçbir inceleme yapmam gerekmedi. Dikkat ettiyseniz IX. Murad gibi 1967 doğumluyum. Bu tesadüf değil. “Merak” bölümünü yazdığımda Murad’ın on yedi yaşında olduğunu belirtmiştim ama yılını muğlak bırakmıştım. Doğum yılını sonradan 1967 olarak seçmemin nedeni, kitap yıl yıl Murad’ı anlatırken onun olgunlaşma (ya da olgunlaşamama) sürecini kendi geçmişimde aynı yaşları düşünerek kolayca hayal edebilmemdi. Bunun ek avantajı, ilk başta tahmin edemesem de, kitabın geçtiği çağda yaşanan olaylara benim de tanık olmuşluğumdu. Andığınız olayların hepsi hâliyle hafızamda yer etmişti. Diğer bazılarıysa o yıl neler olmuş diye merak edip kısa bir araştırma yaptığımda buldum. Gerçek tarihle bazı bağlantıları da ilk anda belli olmayacak hâle getirdiğim için bazı okurlar diğerlerinden daha çabuk sezebilirler bunları.

Kitabın kahramanlarından biri de, Osmanlı döneminde ve sonrasında bile uzun süre görmezden gelinen, “Arap bacı” gibi yakıştırmalarla sinema tarihinde temsili yapılan, Afrika’dan köle olarak getirilip zamanla özgürlük kazansa da varlıkları hep yadsınan bir Afrikalı kadın: İfe. Neden seçtiniz onu?

Evlatlık olarak verildiği için kendisinin hayata köle olarak adım atıp atmadığından emin değil İfe, ama ailesinin kölelikten geldiği kesin. Onu ilk kez hayal ettiğimde teninin rengi, milliyeti belli değildi. Sadece Murad’ın karşısına dikilecek kişinin, bir kadın olduğunu ve sınıfsal hiyerarşide Murad en üstteyse İfe’nin en aşağılarda bir yerde olacağını biliyordum. Sonra düşündüm: Daha da ileri gideyim. Böyle bir toplumda bir kadın, kocası başının derdi, emekçi. Daha başka ne olabilirdi ki toplumun nezdinde “kast”ların en altına doğru itilsin? Cevap belliydi. Konuyu (Doğu Afrika’dan malum kuzey topraklara köle ticareti) yeterince okumuştum zaten; “Bu mesele neyin nesiymiş?” diye araştırma yapmam gerekmedi.

Kitap içinde kitaplar okutuyorsunuz bize. Habeşli olan Eyasu’nun Ermeni harflerine benzeyen bir alfabeyle yazdığını daha sonradan öğrendiğimiz kitabının hikâyesini, en az imparatorun duyduğu kadar yoğun bir tutkuyla bize de merak ettiriyorsunuz. O kitabı da okuyabilecek miyiz yakında?

Keşke o kayıp dönemi Eyasu kadar iyi yazabilsem de okuyabilseniz. Ama geride kalan yüzyıllarda çok kişi benzer metinler yazmış. Ben ilk sayfasını yazıp gerisini sizin hayal gücünüze bırakmayı ve göçüp gitmiş kuvvetli kalemlerin yazdıklarını keşfedip onları okumanızı tercih ederim.

Rilke’yi sık sık anıyorsunuz kitapta? Sizin için ne ifade ediyor?

Açıkçası, Rilke gönül bağımın kuvvetli olduğu bir şair/yazar değil. Kitabı yazmak için elbette üstadı hatmetmek zorunda kaldım ama tutkunu olduğum için değil, bazı roman kişilerimin Rilke’yi seveceğini ve sık sık anacağını düşündüğümden. Kitapta çok şair var, “benim”kiler arasında Füruğ ve Cemal Süreya’yı sayabilirim. Rilke’ye de haksızlık etmeyeyim, kitapta yer verdiğim dizeler âşık olunası...

Teşekkürler bölümünde, kitapta alıntı yapmamış olsanız da Adalet Ağaoğlu ve Aziz Nesin’e bir ilham borcunuz olduğunu söylüyorsunuz. Nedir sizdeki etkileri?

Aziz Nesin’in hakkını ödeyemem. Tanışma şansına da erişmiştim. Mizah türünde çoğu kimsenin unutamadığı yapıtları bir yana, mükemmel dram hatta trajediler diyebileceğim Tek Yol ve Surnâme bende derin izler bırakmıştı. Aziz Nesin’in kişileri fiziksel özelliklerinden ziyade eylemlerini bize aktararak maharetle tasvir etmesi benim için bir okul oldu diyebilirim. Bu kitapları okuyanlar romanda direkt alıntı olmayan göndermeleri fark edeceklerdir. Surnâme konusundaki düşüncelerimi bu yıl çıkan “Edebiyatta Hukuk” adlı seçkide uzun uzadıya yazdım. (Yazının biraz değişik versiyonu Parşömen Edebiyat’ta okunabilir.)

​Adalet Ağaoğlu’na da toplumsal hastalıklarımızı çok iyi teşhis etmiş ve bunları roman kişilerinde elle tutulur, gözle görülür hâle getirmiş bir yazar olduğu için önem veriyorum. İmparatora Veda’yı Ölmeye Yatmak’la birlikte okuyanlar beni ne şekilde etkilediğini daha iyi anlayacaklardır.

0
2963
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage