04 KASIM, CUMA, 2016

Bir Antikahraman Olarak Albert Camus

“Kimi kez yaşamak için, intihar etmekten daha çok cesaret gerekiyor.”
A. Camus

Bir Antikahraman Olarak Albert Camus

Okuduğum pek çok metin ve yazar, insanlığın en hüzünlü çağının tartışmasız 20. yüzyıl olduğunu tekrar ve tekrar gösteriyor sanki bana. İnsan onuruna, varlığına en büyük ihanet olarak kısa aralıklarla patlak veren savaşlar ve savaştan sonraki neslin ve dünyanın harap olmuşluğu.

Bu harap olmuşluk, bu köklerinden kopuş sadece edebiyatı etkilemiyor, belki de en çok insan aklını ve soru sorma yollarını bulandırıyor, bunaltıyor. Doğrunun, ahlakın arandığı felsefe artık yok hükmünde. Belki de Husserl’in dediği doğrudur, "sosyal bilimlerin tümü ve buna felsefe de dahil artık işlevsiz bir hale gelmiştir". Bu işlevsiz sürecin açıklaması aslında oldukça basit; birincisi artık sosyal bilimler hayattan kopuk, sosyal bilimler sosyal hayatı yönlendirmekten, rehber olmaktan uzak ve artık sosyal bilimlerin değer göreceği bir ortam da söz konusu değil.

Albert Camus, böyle bir anlamsızlığın, anlam erozyonunun içine doğmuştur. Bilindiği üzere Fransız sömürgesi olan Cezayir’de doğmuş, varoluşçuluk felsefesine olan ilgisi ve ona kattığı absürd düşüncesiyle çağının önemli düşünürlerindendir. Salt felsefi anlamda değil edebi anlamda da eserler veren Camus aynı zamanda Nobel Edebiyat Ödülü’nü de 1957 yılında kazanmıştır.

Varoluşçuluk felsefesi aslında felsefenin değillemesidir. Yani felsefenin akıl yürütmeleri, soru sormalarının karşısına anlamsızlık, boşluk, yabancılık, ümitsizlik gibi katı ve soğuk kavramlarla dikilmiştir. Kierkegaard, Heidegger, Marcel, Jaspers, Sartre gibi düşünürlerin varoluşçu felsefeye dair görüşleri söz konusudur; fakat genelgeçer bir varoluşçu felsefe tanımı söz konusu değildir. Düşünürlerin görüşlerinden hareketle köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş, maziye ve atiye güvenini yitirmiş, mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren felsefedir denebilir. Varoluşçu filozofların üzerinde hemfikir olduğu en önemli unsur, varoluşun özden önce geldiğidir. Yani insanı fiziksel manada insan yapan özellikler onun var olduğu anlamına gelmez. İnsan, kendisinde var olan özü, seçimleriyle varoluşa dönüştürür. İnsan seçim yapabilirse özgür bir birey olur. Tabii ki bu yukarda bahsi geçen 20. yüzyıl için ironiktir. Kitlesel ölümlerin yaşandığı, hızın salt emek sömürüsünde kullandığı bu çağda insanın birey olması hayali bir süreçtir, denebilir.

Varoluşçu filozofların görüşleri Tanrı noktasında farklılık arz eder. Kierkegaard, Jaspers ve Marcel gibi filozoflar “dinci varoluşçuluk” görüşünü benimserler. Ona göre insanın özgür olması salt seçimleriyle değil, Tanrı’yla münasebetleriyle de mümkündür. İnsan dünyada yalnızdır ve ancak Tanrı’yla kuracağı münasebet onu içine düştüğü bu yalnızlıktan kurtaracaktır. Nietzsche, Heidegger,  Sartre ve Camus gibi düşünürlerse “tanrıtanımaz varoluşçuluk” ekolüne mensupturlar. Onlara göreyse Tanrı fikri insanı sadece tembelliğe ve kaderciliğe alıştırır. Oysa insan dünyada sahip olduğu özü, varoluşa kendi seçimleriyle çevirebilir.

Camus’nün, kısaca anlatılmaya çalışılan varoluşçu felsefenin en bilinen isimlerinden biri olduğu aşikar. Özellikle yazdığı edebi metinlerde bu felsefenin izleri fazlasıyla mevcut. Söz gelimi Yabancı adlı romanı. Roman kahramanı Meursault, Cezayir’de yalnız yaşayan, annesine bakım evine bırakmış bir memurdur. Birgün annesinin kaldığı bakım evinden annesinin öldüğünü bildiren bir telgraf alır. Cenaze işlemleri için gittiği kasabada, annesi ölmüş birinden beklenen vakar ve üzüntüden uzak tavırları nedeniyle tepki toplar. Annesinin ölümünden hemen sonra Maria’yla denize girer, birlikte olur. Apartmandaki bir komşusunun isteğiyle gittiği bir gezide sebebini bilmediği halde birini öldürür. Metin, kahramanın iç hesaplaşmalarıyla sona erer.

Camus bu eserinde bilinen kahraman yolculuğunun tersi bir süreci okurlarına sunar. Kahramanın kutsal yolculuğunun yerini kahramanın katil olduğu ve idama mahkum edilmesine yol açan bir yolculuk almıştır. Eserin kahramanı Meursault için hiçbir şeyin önemi yoktur; annesinin cenaze merasiminin yapılış safhasını önemsemez, kendisini sevip sevmediğini öğrenmek isteyen Maria’ya cevabı “fark etmez”dir ve kayıtsızlığın son safhası olarak da nedenini kendisinin bile anlayamadığı bir eylemle katil olur. Metin baştan sona varoluşçu felsefenin temel kavramları olan saçma düşüncesiyle, yalnızlıkla, iletişimsizlikle, sıkıntıyla evrilmiştir. Fakat metnin hiçbir yerinde intihar düşüncesine rastlamayız. İntihara yaklaşım biçimleri Camus ve Sartre felsefenin ayrıştığı noktadır zaten. Sartre için insan içine fırlatıldığı bu dünyadan ancak kendi seçimi olan ölümle kurtulabilir. Buna karşın Camus intihar olgusunun karşısındadır çünkü ona göre intihar; mevcut olan absürdün; dünyada olmanın sonlandırılmasıdır ve bu ancak absürtden kaçıştır, insan absürtle baş etmeli fakat ondan kaçmamalıdır.

Eserin sonunda Meursault’nün idama mahkum edilmesinin tek nedeni işlediği cinayet değildir. O, annesi öldükten hemen sonra denize girmiş, bir kadınla birlikte olmuştur yani toplumun genelgeçer kurallarına karşı durmuştur. Her karşı duruşun bir ötekileştirme nedeni olarak ele alınabileceği düsturundan hareketle, toplum Meursault’dan korkmuştur, denebilir. Çünkü toplum kurallarının çiğnenmesine izin vermez. 

Toplumları içinde bulundukları iletişim süreçleri açısından değerlendiren Tönnies’in cemaat ve cemiyet söylemini hatırlamak bu noktada metnin anlamlanma sürecini etkileyecektir. Cemaat toplumlarda baskın olan unsur din ve gelenektir, bu iki hususa karşı çıkmak bireyi özgür seçimleri olan bir öteki haline getirir. Cemiyetse insanların birbirine yazılı olmayan kurallarla bağlı olduğu birlikteliktir ve önemli olan da birlikteliğin herkesin çıkarını sağlamasıdır. Durkheim’ın organik ve mekanik dayanışma ayrımı da Yabancı romanını anlamlandırmada yararlı olabilir. İnsanların kol gücüyle üretime katıldığı, herkesin aynı işi yaptığı toplumlarda mekanik dayanışma söz konusudur. Fakat sanayileşme ve iş kollarının artışıyla organik dayanışma etkin olur. Bu farklılık aynı zamanda değerler öğretisi ve değerlerin savunusunda da etkilidir. Durkheim, toplumun ortak ahlak ve gelenek bilincine "kolektif bilinç" adını verir ve organik dayanışmanın geçerli olduğu toplumlarda ahlaka ve geleneğe karşı gelmenin daha şiddetli boyutlarda cezalandırıldığını savunur. Yabancı'daki Meursault için de bu böyledir bir bakıma. Roman kahramanı Paris’e taşınmayı istese de Cezayir’de yaşamaktadır ve özellikle annesinin cenazesi için gittiği kasaba tam anlamıyla Durkheim’ın bahsettiği kolektif bilincin en yüksek olduğu toplumlardan biridir. Kendi kurallarına uymayan, geleneklerini yadırgayan ve fakat kendi seçimleri ışığında birey olmaya çalışan bir insanın giyotinle idam edilmesine karar verirler. Bu nokta da rastlantısal değildir kuşkusuz; modernist edebiyatta aklın geri plana atılışını imlemek için giyotinle idam motifi sıkça kullanılmıştır.

Camus bize kendi seçimlerini ortaya koyan bireyin toplum içindeki yalnızlığını, ötekileştirilmesini göstermektedir. Bir anti-kahraman olarak Meursault ve onun yaratıcısı Camus; toplumların ya da tek tek insanların, farklı olanı, bireyleşeni düşman olarak belirlemesinin alegorisini yapmıştır denebilir.

Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında Le Grand Fossard isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti.  1960 yılında trafik kazasından ölüm günümüzdeki kadar kanıksanmış değildi kuşkusuz. Bu durum ölümüyle ilgili muhtelif rivayetlerin de dillenmesine neden olmuştur. Ömrü boyunca yaşamanın “saçma”lığından bahseden, bununla birlikte intihar fikrini de küçümseyen büyük yazarın, saçma ve intihar ihtimalini bile düşündürecek şekilde ölmesi de Camusvari bir ironi değil midir sizce de? Çünkü ironik biçimde, Camus daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmek verdiği cevaplardan biriydi!

0
65542
9
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle