14 OCAK, ÇARŞAMBA, 2015

Zihne Saplanan Hayvanlar, Bitkiler, Cümleler

Seda Yörüker, Evrim Kavcar ile sanatının odak noktaları; hayvanlardan bitkilere, doğaya, edebiyata ve yaşamın tuhaf karşılaşmalar ile üretime dönüşen hallerine uzanan bir söyleşi yaptı.

Zihne Saplanan Hayvanlar, Bitkiler, Cümleler

Öteden beri kent odaklı işler gerçekleştirdin ama özel olarak da kentlerde yaşanan tuhaf karşılaşma anları ve onların etrafında örülü hikâyeler senin çalışmalarında öncelikliydi. “Günlük Hareketler”den (2008) “Dualar Kabul”e (2010) uzanan bir çizgide kent içinde sürekli bir hareket ve orada karşılaşma anları vardı. Diğer taraftan “Acımıyor” (2013), “Esteban” (2012), “Gregor” (2012), “Uçabileceğime İnanıyorum” (2011), “Taksiye Havlayan Köpek” (2010), “Kasabın Spesiyali” (2009) adlı çalışmalarında özellikle hayvanlar çok büyük bir yer kaplıyordu. Hayvanlar ile çok iyi iletişim kuran ve onlara ‘yakından bakan’ biri olduğunu biliyorum. Hepsinin bağlamları farklı olsa da hayvanların çalışmalarında bu denli önemli bir aktör olması senin için ne ifade ediyordu?

"Keklik", 2012, Yerleştirme, Detay, Dying Eye - Taipei.

Hem dokunsal olarak hem de değer anlamında hayvanlar bana değiyor. Ekim ayında Polonya’da gerçekleştirdiğim ve ‘boşluğun’ Lodz şehrinde bir şeye benzeyecek olsa, neye benzeyeceğini sorduğum “What Does The Void Look Like In Lodz?” sergime de sızdı hayvanlar. 30 senelik bağımsız bir galeri olan Wschodnidia Galeri’nin asıl sahipleri üç kediydi. Ve bu kedilerden simsiyah olanı, -Jadek yani dede- boşluğun neye benzediği sorusunu iki sandalye arasındaki boşlukta, havada köprü gibi asılı kalmış bedeni ile yanıtladı. Ayrıca, karşılaştığım Nastia isminde genç bir sanatçının atölyesinde uzun süre, başka bir sanatçının elinden çıkmış bir at resmi ile –atın kafasındaki boşluktan dolayı olmayan bakış ile– bakıştık. Bu tablonun fotoğrafı sergiye dahil oldu. Ayrıca, bir de deve. Bir turizm ofisinin sokağa bakan penceresinde, etrafı ile arasındaki büyük bir boşluğun hissedildiği bir deve heykelciği. Serginin yerleşimini de, galerinin esas sahibi olan üç kedinin mekânı işaretleme şekilleri belirledi. Kolayca temizlenemeyecek hiçbir şeyi yere koyamazdım mesela. Yine de serginin asıl öğesi, boşlukta asılı düzenlediğim; tek bir ağaca ait, o ağaçtan kopmuş dal parçaları idi. Hayvanlar, nesneler, bu eksik ağaç etrafında toplandı. Sorunu okuyunca içgüdüsel olarak Elias Canetti’nin “Hayvanlar” kitabına tekrar bakma ihtiyacı duydum. Öğrencilere mezbahayı gezdirirken, az önce kesilmiş bir koyunun içindeki kuzuyu görmeleri üzerine aceleyle öğrencileri dışarı çıkaran bir öğretmen ile öğrencisinin sözsüz iletişimine örneğin. Öğrenci bu deneyimden sonra öğretmenin dersi için bir daha hiçbir çizim yapmaz; öğretmen de öğrencinin bu halini görür; gerçekten görür; çizim yapmasını talep etmez. “İkimiz haricinde hiç kimse ne olup bittiğinin farkında değildi; ama sanırım, o, beni anlıyordu,” der. Öğretmen, mezbahaya kendince meydan okumuştur. Kitapta birçok hayvan odaklı hikâye arasında bunun aklımı çelmesi, aslında tam da iletişimsel bir durumla ilintili olarak hayvanlara çekildiğimi ya da hayvanların bana çekildiğini, ya da aslında hiçbirinin olmadığını ama algımda bir seçicilik olduğunu düşünmemle ilgili. Hayvan ile karşı karşıya, yan yana oluşta, aslında insanlar dünyasındaki iletişim kodlarımızın hiçbirinin işlemediği bir alanda, tam da başka bir dünyada ya da tam da burada oluşumuz ilgimi son derece çeken birşey. Hayvan olmanın insana göre –mümkünse romantikleştirmeden- daha doğaya dair gelişi. Hayvan kadar doğrudan olmaya bir imreniş. Karayollarında ezilen hayvanlar; tırların, kamyonların, onları sollayan arabaların vızır vızır geçtiği şehirlerarası bir yolda can çekişen bir yavru köpek... Şimdi bu nokta, yazının durdum noktası. Evet, böyle. Ben gördüm. “Min Dît” noktası. İnsanın insana akıllara zarar eziyeti ve işkencesinden ayrı düşünülemeyecek; ama ayrı düşünülemeyeceği derecede de insanın bitmeyen bencilliğini ve ben-merkezciliğini vurgulamaya devam edecek bir durum. İnsan olduğun için hayvan olamamak... Hayvan diye tanımladığımız şey ne? Bir esnaf cep telefonundan Mardin, Derik’te yakalanmış ve öldürülmüş dev bir yılan fotoğrafı gösterdi. Anneannem olsa düşer bayılırdı. Belli hayvanlar, bazı insanlarda ciddi tepkilere yol açıyor. Bende de hayvanlar değil de, insanlar olarak hayvanlarla bu ne yapacağımızı bilemeyiş halimiz. 

"Dualar Kabul", 2010, Animasyon, Video Projeksiyon, Antrepo 5, 2010 Avrupa Kültür Başkenti, İstanbul.

İnsanın, hayvan ile karşılaşmasındaki şaşkınlık ya da korku, belki de bir hatırlama refleksi. Öte yandan, hayvan dediğimiz canlı, çoğu kez bir metafor olarak da işlerinin bir parçası olmuş olmalı, ki senin işlerinde onların, insanların dünyasıyla da büyük bir bağı var.

Sanırım döne dolaşa hayvanlar, yaşam ve ölüme dair, canlılığa, ‘can’a dair, tam da sezgisellikle kavranan daha karından şeylerin tam da o karın gurultusuna hırıltısına dair birşeyelere denk geldiği ölçüde işlerime girmiş. Mesela “Acımıyor” isimli animasyon. Zihnimde tekrar eden ve hem kendi kişisel hikâyemde, hem de toplumsal düzeyde bir duruma görsel olarak denk gelen, dönüp duran, nihayete eremeyen bir metafor. Bir el, bir kikla balığını yüzgecinden başlayarak kesiyor; balık  kesildikçe renklerini sunuyor; kuyruğunu çırpıyor. Azcık kayıyor kesen eller arasından balık ama kayıp gitmiyor; el balığı sıkıca kavramış. Kesme eylemi bitemiyor. Mekân yok. Ses yok. Acımıyor demek bir direniş de olabilir; diri diri kesilmeye izin veriş de. Balığı her karede hep yeni baştan renklendirdim; o kikla balığının alabildiği tüm renkleri, derisini, derisinin sıkılığını, beneklerini, renklerinin canlılığını hatırlayarak. Bir başkaldırıdan bahsedeceksek, en görkemli başkaldırıyı ancak hayvanlar üzerinden tahayyül edebiliyorum. Bir büyükbaştankara getirmişlerdi, sen dilinden anlarsın diye. Ben nerden anlayacağım, dedim; parmak ucuyla su verdim. Düşünerek değil. İçgüdüsel. Bir arı, masanın metal yüzeyinde debeleniyor; can çekişiyor sandık; görmemle elimdeki kahve karıştırmak için kullanılan ahşap çubuğu uzatmam bir oldu. Çubuğa tırmanıp uçtu arı. Karnımızdan bir davranış; uzanış. Dürtüsel olan hep doğru olan mıdır? Bilmiyorum. Bir gece zifiri karanlıkta eşya taşırken ayağımın altındaki dev bir çıtırtının sabah gündüz gözüyle bir salyangoz olduğunu gördüğümde o ses kulağıma yapıştı. Seneler sonra Borusan Müzikevi’nden davet aldığımda, çatırt diye ayağımın altında duydum sesi. “Gregor”lar o çıtırtıdan doğdu. “Acımıyor”, kikla balığının sabitlenemeyen renginden doğduysa, “Gregor” sesten doğdu. “Esteban” ise hem Marquez’in "The Handsomest Drowned Man in the World" (Denizde Boğulmuş Erkeklerin En Yakışıklısı) hikâyesinden, hem de aynı noktada iki kez üst üste karşılaştığım ölü lağım faresinden, hem de vücudumdaki bir virüsün hissiyatından, aynı zamanda Borusan’ın borularını yiyen lağım farelerine dair tahayyülümden doğdu. Marquez’in söz konusu hikâyesinde bir sahil kasabasında kıyıya üzeri tamamen deniz kabuklarıyla kaplı bir kitle vuruyor. Bu bir ceset ve feci yakışıklı. Köyün en yaşlı kadınının söyleyeceği gibi, ismi –buradaki işimin ismi olan- Esteban. Hem kişisel, hem de üzerine düşündüğümüz toplumsal meselelerin dirençli metaforları olarak karnıma, düşüme, zihnime saplandığı derecede etkili olmuş hayvanlar; hayvanlarla karşılaşma anları. Belki böyle özetleyebilirim. 

"Acımıyor", 2013, Animasyon Video. Benden ne İstiyorsan Onu Yap- Mixer.

Tüm bu anlattıkların edebiyat ile yakınlığını ve başlangıç noktanı çoğu kez orada bulduğunu hatırlattı bana. Sezgisel anlamda var olanın bir ifade kazanmasında, şekle bürünmesinde edebiyat, “Esteban”da olduğu gibi belirgin ya da bazen daha geriden ve örtük olarak sanatında etkili ve itici bir unsur demek yanlış olmaz sanırım. Diğer yandan, karşılaşma anlarının işlerindeki önemi, bahsettiklerin ile bir kez daha açığa çıkıyor. Büyük bir farkındalıkla dünyaya bakmak, belki yürümek ve bu farkındalıkla dünyanın sana değen yanlarından işe başlamak. Polonya’daki son kişisel sergine yönelik anlattığın değerli karşılaşma anları gibi bu yıl 5. Sinop Bienali için gerçekleştirdiğin “Rüzgar”(2014) adlı çalışmanın ortaya çıkışında da karşılaşma anları var, ki gene  edebiyat –bu kez şiir- var. Nükleer santral tehditi altındaki Sinop’ta oraya ait, toplanmış parçalarla yaptığın rüzgar gülü ve 2013 yılında Daire Sanat’ta, İ.Ü. Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’ne odaklanan işin, karşılaşma hikâyeleri ya da burada bir başka anlamıyla paylaşımlar barındırıyordu. O serginde doğadan ödünç alınmış bir zariflik ve hassasiyetle sadece bitkilere değil, tarihe de dokunuyordun. Sinop’ta bienal için gerçekleştirdiğin derme çatma rüzgar gülün ise çok güçlü bir jest, son derece vurucu bir yerleştirme. Bu kez hayvanlar yok ama gene doğa var.

"Taksiye Havlayan Köpek", 2010, Fanzin, Kayısı Kent A4 kapsamında.

Evet, bir şekilde edebiyat işlerime müdahil oluyor. Sanırım bir işi düşünürken, ya tam da o sırada okumakta olduğum bir kitaba denk geliyor; ya da bir düşünceyi evirip çeviririken kitapların sayfalarını da çevirmeye başlıyorum. PiST///Disiplinlerarası Proje Alanı’nda sargoz balığı dişleri etrafında kurguladığım 12 Eylül’e denk gelen sergide, Ursula K. LeGuin’in “Mülksüzler” kitabı da, arasında ayraç olarak tuttuğum minik bir sarmaşık dalıyla birlikte sergide yerini aldı. Dişlerin bir hikâyesi vardı; uzun süre durdukları yer, o sırada yeniden okumakta olduğum LeGuin’in kitabının yanıydı. Yani kişisel bir hikâyenin parçasıydı kitap. Ama aynı zamanda, ayracı bıraktığım yerden kitabı açtığımda rastladığım altı çizili alıntı 12 Eylül’ün de stratejisiydi; çocukluktan itibaren üstü örtük ya da değil, yaşadığımız bir şeydi; öylece o sayfasından açılmış bir şekilde yerleştirdik sergi mekânına kitabı: “Bir insan kendini bütün diğerlerine karşı yapa-yalnız hissederse, kolaylıkla korkabilir.” Tamamen yalnız bırakmak, hapsetmek, işkence etmek, katletmek. Bazılarımız hafifinden biliyoruz; bazılarımızın ise canına okunmuş ya da canı alınmış. “Yalnız değilsiniz” demek -tüm edebiyatın yaptığı bu belki de- bir mücadele gücü veriyor. Evet, haklısın tespitinde; işlerin kendisinde görünmese de işleri yaparken zihnimde eşlik eden cümleler, dizeler var. 

"Gregor", 2012, Yerleştirme, Beyaz patine edilmiş silikon döküm, Borusan Müzik Evi.

Aslında heykel eğitimi aldın; Mimar Sinan, Heykel bölümünü birincilikle bitirdin, ardından Fulbright bursu ile San Francisco Art Institute’ün Heykel bölümünde master yaptın. Sonra doktora ile başlayan akademik çalışma ve hayatında İstanbul, Viyana, Uganda ve Mardin’de eğitim odaklı bir hareket ortaya çıktı. Fakat “Esteban” ve “Gregor” gibi parmakla göstereceğimiz işlerin dışında hiçbir zaman heykel temelli çalışmadın, aksine söz dahil her şey ile ürettin. Sinop Bienali’nde, bulunmuş malzemeler ile yaptığın derme çatma rüzgar gülün bu açıdan önemli bir gösterge aslında.           

"Diş", 2012, Çizim, Kişisel sergiden detay, Foto: Uygar Asan, PiST///Disiplinlerarası Proje Alanı.

Her türlü malzeme ile kurulan hem dokunsal hem kavrayışsal bir ilişki; mesela heykel deyince aklıma gelen aynı zamanda Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı”dır: “Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: - Maveraünnehir nereye dökülür?”. İlkokuldayken, okul ile annemin öğretmenlik yaptığı lise arasındaki demir parmaklıklarda önlüğümden asılı kalmıştım. Önlüğüm yırtıldıkça yere değdim. Oyun alanım kazan dairesi, oyun arkadaşım işitme engelli ve dilsizdi; her şeyi sesler ve beden diliyle anlatıyordu. 5. Sinop Bienali’nde ortak bir çalışma ile gerçekleştirdiğimiz “Rüzgar” da varlığını bir dizi karşılaşmaya borçlu “Rüzgar”, artık malzemeden yapılmış bir rüzgar tirbünü. Pervane döndükçe, Sabahattin Ali'nin "Rüzgar" isimli şiirinden bir dizeyi duyuyoruz: “Rüzgar sana, yalnız sana benzemeliyim.” Bu şiirin varlığından, Sinop’luların “Gündoğrusu” dedikleri rüzgar üzerine konuşurken haberim oldu. “Aldırma Gönül”, çocukluğumun şarkılarından. Sözlerin sahibi Sabahattin Ali, bu “Rüzgar” şiirinin de yer aldığı kitabındaki başka bir şiirinden dolayı; Atatürk’e hakaretten Sinop’un “meşhur” cezaevinde yatmış. “Deli dalgalar”ın yıktığı duvarlarda yürüdük rüzgarla. Sonra betonun rüzgarsız bıraktığı sokaklarda yürüdük. Ve bu betona gömülü bir nefes alamayış içinde kendi nefes alanını yaratan, üretken birkaç güzel insanla benim rüzgar tirbünü inşa etme hayalim vesilesiyle yollarımız kesişti. Orada tanıştığım Serdar Akliman, “yaparız bunu” dedi. Akliman Dijital’in alt katında, hayalime ortak olan, nedenini nasılını sorgulayan, zanaatı, sanatı, eğitimi, bilgiyi, değer sistemlerini tartışan, “dönüştürücü” olarak nitelendirdiğim, elinden her iş gelen bir ekip ile çalıştık. Yalnız hani rüzgar sayesinde pervane döndükçe şiiri duyalım diyordum ya; baktık şiir beş dakika. Bizim mekanizma bir dizeye yetti: “Rüzgar sana, yalnız sana benzemeliyim.” Ahşap jaluzi, matbaa faturası gibi artık malzemelerden inşa ettiğimiz rüzgarımız için aslında benim kafamda net bir yer de vardı. Şahin Tepesi’nde sanatçı arkadaşım Eşref ile karşılaşmış; patikadan bilmediğimiz yerlere yürümüştük; vardığımız noktada çakılı iki derme-çatma direk dikkatimi çekmişti. Direkleri bir amca, motorsikletini rüzgar devirmesin diye bağlamak için dikmişti. Atık pimapenden direk. Sonunda Rüzgar gülü tam da bu direğe oturdu. Eşref’e de orada şiir okutmuştum; o manzara böyle bir istek doğuruyor. Sırf manzara değil, bu doğaya nasıl kıyılır da nükleer santral inşa edilirin isyanı. Tabii çözüm rüzgar tirbünü müdür? Esas mesele rüzgarın, güneşin bize yeteceğine dair bir sesleniş. Sonucunda şu an kırık olan sesli hareketli heykel, bu heykel ile sokakların nefes alan noktalarını keşfederek yürüdüğüm performans ve de çalışma ekibimizin icatlarına ve üretim sürecimize odaklandığım “Dönüştürücü” isimli süreç videosu ortaya çıktı. "Dönüştürücü", her tür malzemeyi dönüştürmeyi, işlevsellik kazandırarak yeniden üretmeyi pratik haline getirmiş nadir insanların üretim süreci ve icatlarına dair gözlem ve kayıtları paylaşmak isteyen, devam etmekte olan bir çalışma. İlk planda gözlemlediği ve kayıt altına aldığı dönüştürülmüş nesneler, "dönüştürücü" Serdar Akliman'ın, Kazım Semerci'nin ve Erkan Akliman'ın icatları. "Tamir" ve "dönüştürme" pratiğinin, insan doğası dahil tüm doğayı tahrip eden tüketim alışkanlıkları karşısında nasıl bir direnç sağlayabileceğini, ortaklıklar yaratabileceğini gözlemleme, kaydetme ve paylaşma isteğinden doğdu. Katılıma açık. İnsan insana, insan doğaya, kendine hayat veren şeye nasıl kıyar; biz de nasıl suç ortağıyız meselesi çok feci.

"Geyiklerin Kalp Krizi Geçirmesinden Endişeliler", 2013, Yerleştirme, Detay, Upper Space/Lower Space -Haifa.

Ve öncesinde Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi, ki ona odaklanan sergileme anlayışın, Taipei’de katıldığın “Dying Eye” sergisindeki “Keklik” (2012) enstalasyonunun ve Haifa’da katıldığın “Upper Space/Lower Space” sergisindeki “Geyiklerin Kalp Krizi Geçirmesinden Endişeliler” (2013) enstalasyonunun da bir devamcısı gibi.

"Zoe", İ.Ü. Botanik, 2013, Çizim, Kayıp Sergisi-Daire Sanat.

Hepsi de çok parçalı yerleştirmeler. 2013’te İ.Ü. Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’nin sallantılı durumuna odaklandığım çalışma da doğaya ve cana ilişkin benzer bir kaygıyla başladı. Botanik bahçesine, Süleymaniye’de İstanbul Müftülüğü’nün kapısından giriliyor. Müftülüğün adı, anıtsal kapının üzerine mermere işlenmiş. Botanik bahçesinin zili ise eğreti, kırık dökük; el yazısı ile ismi yazıyor. Bir ara Diyanet İşleri Başkanlığı Rektörlük ile görüştü; binlerce tür bitkinin, endemik türlerin yaşam alanı olan botanik bahçesinin taşınması söz konusu oldu. Aslında işin ismi “Zorla Kaybedilen”. İşi kurgularken ziyaretime gelen arkadaşım Helga’nın kızı, beş yaşındaki ufaklık Zoe’ye bahçeyi göstermek istedim; Zoe bahçede bir anda ağaçlardan ve bitkilerden yere düşmüş şeyleri benimle birlikte toplamaya başladı; çok hassas bir toplama işlemi yaptı. Sergiye Zoe de masalsı bir unsur gibi girdi. Zoe, botanik bahçesinin havuzunun içine elini daldırıp kurbağanın gelmesini bekledi dakikalarca. Rektör, bahçeyi taşımaktan bahsediyordu. Sergideki çizimlerden biri, bahçe planının ortasına oturmuş bekleyen bir kurbağa. Kurbağa taşınır mı taşınmaz mı? Tabii bahçe deniz manzaralı, tarihi yarımadada ve rant değeri yüksek. Bahçede Hiroshima bombasının yok edemediği Gingko ağaçlarından var. Zaten bahçeyle ilk karşılaşmam bu ağaçlarla oldu. Gingko bitkisi, hafızaya iyi geliyor. Bu sergi hem kişisel hem toplumsal kayıplara denk gelen bir dönemde, kendini oluşturdu. Kendiliğinden. Zoe’nin topladığı salyangozlardan biri de meğer canlıymış. Parka taşıdık onu. Bahçenin bahçıvanını ve fakülteyi de sergiye davet etmiştim. Bahçeyle birebir ilgilenen Bahadır Bey, ailesiyle gelmiş, görmüş sergiyi. Bahçenin emektarı; tek tek tüm bitkiler umrundaydı. Devrilen bir bitkiyi çevirip yerine yerleştirmemizi tabii ki anında farketmişti. Zoe’nin isminin Yunanca “Yaşam” demek olduğunu okumanın insana iyi gelen bir tarafı var. Kimin umrunda? “Umrumda!” dediğimiz noktada, hayvanlar, doğa, yaşam, edebiyat, mücadeleci bir tavıra desteğini cömertçe sunuyor. 

0
11198
2
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle