28 ŞUBAT, ÇARŞAMBA, 2018

En Büyük Ağırlık Birimi: Boşluk

Mehmet Dere, Nezaket Ekici, Yunus Emre Erdoğan ve İsmail Şimşek’in çalışmalarının bir araya geldiği “Umutsuz Boşluk” sergisi, geçtiğimiz günlerde Sanatorium’da sanatseverlerle buluştu. Serginin sanatçıları ile bir araya gelerek sergi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

En Büyük Ağırlık Birimi: Boşluk

Boşluk kavramının yansımaları üzerinden gelişen sergi, bir boşluğun umut mu yoksa umutsuzluğu mu temsil ettiği sorusunun peşine düşüyor. Mehmet Dere’nin kavramsal çerçevesini oluşturduğu, aynı zamanda Mim adlı enstalasyon çalışmasının yer aldığı “Umutsuz Boşluk” sergisine, Nezaket Ekici Kör isimli performans videosu ile, İsmail Şimşek mekân üzerinde gerçekleştirdiği müdahalesi olan Saklı ile, Yunus Emre Erdoğan ise desen ve belge fotoğraf çalışmalarının bulunduğu Yarı Açık ile dahil oluyor. Farklı disiplinlere başvuran sanatçıların ortak bir boşluğu, dile getirdikleri boşluklarıyla doldurması ise izleyici “kendi boşlukları” üzerine düşünmeye sevk ediyor. Sergiyi sanatçılarından dinledik.

Mehmet Dere


Mehmet Bey, sergide yer alan bir sanatçı olmanızın yanı sıra, serginin kavramsal çerçevesini siz oluşturuyorsunuz. Sizin için nasıl doğdu “Umutsuz Boşluk” sergisi?

Sergi ilhamını Dücane Cündioğlu’nun Umutsuz Boşluk adlı makalesinden almakta. Dücane Cündioğlu Umutsuz Boşluk adlı makalesinde, Sam Mendes’in yönetmenliğini yaptığı Revolutionary Road (Türkçe Hayallerinin Peşinde olarak çevrilen) adlı filminden yola çıkarak bir çiftin yaşamlarındaki içinde bulundukları umutsuzlukla yüzleşememe, kendi seçtikleri bir yaşamın esasında bir tür kafese dönüşme durumunu ele alır. Filmin bir sekansında komşularından biri olan Bayan Givings’in, elektro şok üstüne elektro şok tedavisi görmüş matematikçi oğlu John’un, çiftle beraber yürüdükleri bir orman sahnesi yer alır.

Çift esasında Paris’te yaşayacakları güzel günleri düşlerken kapana sıkıştıkları gerçekliğini Deli karakterine itiraf eder. Deli karakteri gerçeği olduğu gibi gören bir kişiyi temsil eder. Çoğu insan boşluğun farkındadır, ama umutsuzluğu görmek gerçekten cesaret ister. Bu anlamda kendi olmaya cesaret edemeyenin inancı olamaz, insan bir sarkaç misali sonlu ve sonsuz varlığı arasında sıkışan kendi olma sürecini umutsuzluk içinde yaşar. Filmdeki çiftin ruh hâli bu anlamda Kierkegeard’ın tabiriyle “başka biri olmak isteyen ama olamayan, başka biri olamadığı gibi kendisi de olamayan kişinin” durumuna benzemektedir. İnsan kendini gerçekleştirmek ister, kendi ile kurduğu iletişim bunu beceremezse onu boğan bir adlandırılamayan umutsuz bir boşluğa dönüşür.

“Umutsuz Boşluk” isimli sergi başlığı; kötümser bir ruh halini vurgulamasının aksine gücünü bu anlamda umuttan almakta. Serginin çıkış noktası olarak; umutsuzluktan yana bir niyetsellikten azade, olana - olmakta olana itiraz anlamında, Deli karakteri ile sanatçıyı  özdeşleştirerek okumayı tercih ediyor. Bu açıdan bakıldığında umut; sanatçının credosu (amentüsü) anlamında vurgulanan umutsuzlukla yüzleşme yeteneği olarak ortaya çıkıyor. Denebilir ki, sanatçılar bir anlamda bu kavrayışı ortaya koyarlar. Sanatçı “boşluğu” dönüştürememeyi, bunaltıyı, çöküşü ya da tam tersi olarak bunun ifade edilemezliğini dillendirendir. Sanatçının gerçeklik katsayısı bu anlamda kendi yarattığı “boşlukta”dır. Sanatçının temsil problemi ya da temsilsizliğinin temsili; yer değiştiren değerlerin içinde bulunduğumuz dünyanın değerleriyle ters orantılı olarak kendini yerinden ederek var eder. Sanatçının başarısızlığı ve sessizliği arama serüveni, bir anlamda onun kaderidir. Boşluk bu anlamda görünmezin, görünen üretimi olarak ortaya çıkar. Bu ifade edilemezliğin forma ulaştığı noktada, sanatçı kendi varlığını, cansız nesnelerin sınırlarını, görünmezin görünen üretimi olarak ifşa eder, onlarla mevcudiyet kazanır.

​“Umutsuz Boşluk” adlı serginin referans olarak belirttiği boşluk düşüncesi, çağdaş sanat tarihinde çeşitli teorik ve tarihsel bağlamlarda sürekli olarak güncelliğini korumakta. Örnek olarak ilk aklıma gelenler arasında, Caspar David Friedrich’in Monk by the sea (1810) Yves Klein’ın Levitation deneyimi ve birçok eseri, Marcel Duchamp’ın 50 cc of Paris Air’ı, Alvin Lucier’in I’m Sitting A Room performansı, Eva Hesse’in Hang up’ı (1966), Ken Gonzales Day’in Erased Lynching serileri, Mira Schendel, Michale Asher, Rothko, Barnet Newman, Anish Kapoor gibi sanatçıların sayısız çalışmasına kadar listeyi genişletebiliriz.

©Mazlum Demir

Yunus Emre Erdoğan, İsmail Şimşek ve Nezaket Ekici’yi bir araya getirirken hangi noktalara dikkat ettiniz?

“Umutsuz Boşluk” esasında “yara”yı sevmenin bedeli olan bir sergi. Bu şekilde yarayı görünür kılıyor. Sanat olarak kendini üretmek, bu anlamda hem “yara”nı sevmek hem de onu sürekli kaşımak anlamına geliyor. Sanatçıların bir çeşit çelişkisi olarak okunabilecek ontolojik yazgıları da bu boşluk ilişkisinde şekillenmekte. Bu anlamda serginin merkezi kavramı olan umutsuz boşluk bir dert kavramına, yani sanatçıların kendilerine odaklanmakta. İnsan varlığı, özgürlük alanını sürekli arayarak genişletir. Kaçınılmaz doğası boşluk olan bu arzu, sürekli aranır, ama bulunmaz.

​​Sergi kapsamındaki çalışmalar; açıkçası potansiyel bir eleştiri olarak, izleyici ikna etmeye dayalı olmayan kişisel tanıklıklar. Sergide yer alan çalışmalar bir nesne üretimi ve sunumu dışında aynı zamanda bu çalışmaları görünür kılan süreçlerin incelenmesini ortaya çıkarmaktadırlar. Şiirsel ve içe dönük bir tavır bu. Bu anlamda sanatçının eseri ve sanatçı birbirinden ayrılamıyor. Özellikle bir sanatçı olarak serginin kavramsal çerçevesini oluştururken küratöryel bir pratikten ziyade; sanatçıların çalışmalarını illüstrasyon olarak araçsallaştırılamayacak bir sergi kurmayı amaçladım. İşlerin birbirine dönüşen ve birbirine referans eden yapıları var. Birbirlerinden farklı oldukları gibi birbirlerine referans ediyorlar hatta tamamlıyorlar diyebilirim. Sergi bu anlamda bir söylemden ziyade kavramsal olarak boşluğun semantik alanını mekân ile yeniden üretilmesini içermekte.

Çalışmanız Mim özelinde konuşacak olursak, çalışmanızı bu sergi için mi yaptınız? Yoksa daha önce gerçekleştirdiğiniz bir çalışma mı?

Mim adlı enstalasyon bir sürecin belgelenmesi üzerine kurulu. Enstalasyon iki parçadan oluşmakta. Birinci parça külah formunda olan bir dilekçe metni, ikinci parça ise 40 adet döküm demir leblebilerin bir kaide üzerinde sergilenmesinden oluşuyor. Dilekçe; bir proje önerisi olarak, site spesifik bir müdahale olarak “Karot” adlı yöntemin çeşit sanat kurumlarına uygulanma fikri ile ilgili bir metin içermekte. “Karot” kelimesi anlamını: Tarihsel olarak ilk olarak betonun silindir şeklinde delinmesinden ve bu silindir içerisinde kalan beton parçanın, havuca benzemesinden almakta. Bu yöntemin genellikle deprem analizleri için kullanılmakta olduğu herkesçe bilinir. Ben bu çıkan parçayı, bir kurumsal eleştiri tasviri olarak bir nevi heykel olarak adlandırıyorum. Türkiye’de ilk yıkılan binaların genellikle kamu binaları olması bana her zaman ironik gelmiştir. Benim, bu işi başlangıçta bir heykel olarak görmemin sebebi; Türkiye’deki sanat kurumlarını ve sanatçının, sanatın özerkliği adına stratejik bir soru işareti olarak kullanılabilmesiydi. Bu şekilde yapıt, yapının kendisi olarak onun gerçekliğini sorguluyor olacaktı. Ne yazık ki çalışma 13. İstanbul Bienali gibi çeşitli sergilere proje olarak önerilse de sergilenme fikrini gerçekleştiremedi. Bu işi sergi kapsamında galeride sergilemeyi düşündüğümde, bir şekilde sunulmuş bir özgürlüğün konformizmine yenik bir parodi olarak okunacaktı. Yapıtı, form ve tavır olarak son dönem ürettiğim demir leblebi formlarıyla beraber yeniden kurguladım. Dilekçe form olarak külaha dönüştü, leblebiler ise içine yerleşti.

Mehmet Dere - Mim

Bir de izleyici açısından çok fazla irdelenen bir noktaya değinmek istiyorum. Demir leblebi metaforunu sizin perspektifinizden dinleyebilir miyiz?

Türk Dil Kurumu, internet sayfasında, demir leblebi isminin, mecaz olarak iki şekilde kullanımına değinmekte. Birinci isim anlamı başa çıkılması güç kimse için kullanılırken diğeri ise başarılması çok güç olan işi tariflemek için kullanılmış. Demir leblebi gündelik dilde var olan anlamsal içeriği itibarıyla hazım edilmesi zor olanı gerçekleştirmek, başarmak veya yaşatabilmek için fedâkarlık ve gayret gerektiren bir duruma işaret etmekte. Ben çalışmalarımda form üretimini anlam ve cisimleşmenin yani duyumsamanın ayrılmaz bir bütünün parçaları olarak düşünüyorum. Benim form ve dil oluşturma çabamı sanatsal, estetik deneyiminin merkezinde bu “dert” oluşturur. Dert kavramı, varoluşsal ve deneyimsel olarak gerçekliği yaratıcı bir dönüştürücü ögedir. Bir çeşit hipo-metin dersek yanlış olmaz. Dilimizde var olan bazı sözcükler bu “derdin” tariflenemez boyutunu açmaya çalışarak farklı kelimelerle ev sahipliği yapmışlardır. Gam, gussa, elem, inkisar, ızdırab, kasvet, melal, hüzün, kasır, yeis, efkâr, tasa, mihnet, üzüntü, sıkıntı, kudret, firkat, hicran vs… Dert onunla özdeşleşmeye çalıştığımız ama uzun süreli özdeşleşemediğimiz, sahip olduğumuzu zaman zaman bildiğimiz bir parçamız gibidir. Tıpkı demir leblebi gibi; anında sindirilemez veya ilk tadışta dışarı atılır. Derdi can sıkıntısına dönüştüren, ironiyken ıstıraba dönüştüren ise sanatsal deneyimin özü olan yabancılaşmadır.

Dil doğası gereği yalnızca kendisiyle ilgilenir. Acı ve demir leblebi arasındaki ilişki, sanatçının derdi olan kendini temsil edişindeki dili üretebilmesi arasında çok gerilimli bir ilişki var. Her ne kadar acı temsil edilemez, dile dökülemez olsa bile insan ifade etmeye devam eder.

​Dert söylenemeyen, dile gelmeyen, anlaşılamayan, anlaşılsa bile paylaşılamayan bir ıstıraptır. Dert bu anlamda vazgeçilemeyen sevgilinin kendisidir, yaratıcı bilinç kendi üzerine düşünürken fark etmeden kendini dert edinir, tıpkı dil üzerine yeni bir dil edinmenin sanatın temel derdi olması gibi.

©Nazlı Erdemirel

Yunus Emre Erdoğan


Çalışmanız sergide görülen ilk iş. Sergiye girdiğimizde bir desen serisi ve bir fotoğrafla karşılaşıyoruz. Nasıl birleştirdiniz bu iki farklı çalışmayı ve sergiyle nasıl özdeşleştirdiniz?

Sergide yer alan desenler, kendi dışımda gelişen, anlamsızlaşan tekrarlardan kaçtığım süreçlerde ortaya çıkıyor. Sık sık ihtiyacını duyduğum bir tür kabuğuna çekilme refleksi gibi. 

Fotoğraf ise, yüksek lisans ders sürecinde, farklı bölümlerden dönem arkadaşlarımla birlikte yer aldığım kolektif bir çalışmaya ait. Bu “kubbe” formu, okuldaki ders programı ve diğer rutinlerin dışında, kendi tercihlerimizle belirginleşen bir deneyim ve onun mekânı olarak özgürleşmeyi arzuladığımız bir çalışmaydı. Desenlerde, sanat pratiği açısından, boşluğa dair bir deneyim söz konusu; yüzeyin olanak ve olanaksızlıklarına dair süreçler. Beliren-kaybolan, dolan-boşalan, yakalanamayan, sürekli kaçan bir imge. Yoksun bir içerik eğilimi.

Bu sergi kapsamında değinilen insan ve yaşam, sanat ve sanatçıya ait açmazlar benim kişisel ve kolektif olarak iki ayrı deneyimimle, az önce değindiğim ölçeklerde, oldukça özdeşti. Yaşam ve sanatta karşımıza çıkan ruhani açmazlar, umutsuz boşluk ve aslında bunlarla yüzleşmenin sonucunda doğan umudu sergide yer alan çalışmaların taşıdığını düşünüyorum. Sergi de ismiyle dolaylı yoldan, kendisiyle yüzleşildiği takdirde doğacak bu umuda işaret ediyor.

Yunus Emre Erdoğan - Yarı Açık

İsmail Şimşek


İsmail Bey, sergide yer alan çalışmanız oldukça kavramsal ve mekânı kullanış şekliniz de dikkat çekici. Çalışmanızı bu sergi için mi tasarladınız?

Evet, sergi için tasarladım. Serginin bir hikâyesi vardı ve çalışmam bu hikâyeye uyumluluk göstersin diye efor sarf ettim. Düşüncemi bu doğrultuda şekillendirmek istedim. Aslında elimde mevcut olan farklı bir iş de vardı ama daha sonra Saklı çalışmamın taslağı oluşunca, onu önerdim. Mehmet Dere ile bu işin daha uygun olacağına karar verdik. Daha sonra çalışmayı galeri içerisine yerleştirme hususunda açıkçası bir çekince yaşadım çünkü galerilerin mekânın kullanımı konusunda hassas olduğu noktalar var ve çalışmam duvara geri dönüşü konusunda sıkıntı yaratacak bir müdahale yapmaktan geçiyor. Mekânı istediğim gibi kullanabileceğim konusunda bir onay almak tüm süreci hızlandırdı ve çalışma ortaya çıktı.

©Nazlı Erdemirel

Peki bu yeni çalışma nasıl doğdu? Nasıl yaklaştınız serginin kuramsal fikrine?

Serginin konusuna sadık kalarak üç kavramdan yola çıktım. Kafamda canlandırdığım; boşluk, umut ve umutsuzluk adına bu kavramları nasıl yoğururum, diğer sanatçılarla nasıl konuşurum diye düşündüm.

​Bana ayrılan alan aslında bir boşluk ve serginin en temel çıkış noktası. Bu boşluğa nasıl bir söylem oluştururum diye kafamda bir tasarı gerçekleştirdim. Halat ise zaten çalışmalarımda sıklıkla kullandığım bir materyal. Geçmiş işlerimde de bir örtme ve örtünme çabası için kullandığım medyumlardan biri yani aslında halat. Bu çalışmada örgünün yani halatın, direkt göndermesi; umutsuzluğun, o soyutluğun vücut bulma hâli benim için. Boşluk ise o duvarda yarattığım alanı temsil ediyor. Umut ise, umutla umutsuzluğun ayrılmadığının ve aslında her birinin bir diğerini doğurduğu, var ettiği bir soyutlamayla, o halatın altında gizli. Birbirlerine zıt ama birbirlerini arayan iki kavramı ördüm diyebilirim.

İsmail Şimşek - Saklı

Nezaket Ekici


Nezaket Hanım, öncelikle Kör performansınızın hikâyesi nedir?

Bu performans Max Ernst'in tablosu olan Saint Cecilia - 1923'teki Görünmez Piyano'ya (Staatsgalerie Stuttgart Koleksiyonu) dayanıyor. Efsaneye göre, Cecilia 3. yüzyıl Roma kaymakamı Turcius Almachius tarafından yasa dışı yollarla Hristiyan olduğu için, sıcak bir banyoya götürülmekten kovuldu ancak bu cezadan yarasız bir şekilde kaçtı.

Bu sahneye benzer bir şekilde, jipsin duvarına sabitlenmiş performansında ortaya çıkarttım. Alçı formundan yalnızca çıplak kolları yükseliyor. Sarkofargusa benziyor. Elimde bulunan çekici keskin bir şekilde kullanarak, anıları şekillendirmek, aynı zamanda bu araçları kendi kendine serbestçe kullanılması, izleyiciyi bir ikilem içine düşürüyor. Sanatçı kazanacak ve özgürleşecek mi?

​​Sahne, kendi hayatında yaşananlardan oluşan bir alegoriye, giderek daha fazla dönüşmekte ve zorlanmaktan kaçınmanın savaşıdır. Çekiçle yapılan her bir darbe, kendi hayatımızda başarma ve zorlanma konusunda yaşadığımız belirsizlikten bahsediyor.

Nezaket Ekici - Kör

Performanslarınızda acı ve fiziksel dayanıklılık konularına odaklanıyorsunuz. Sizi bu nedenle mi tutsak konumunda izliyoruz?

Kör performansımda tutuklanmanın ne demek olduğunun bir kısmını ifade ediyorum aslında. Fakat Kör daha fazlası… Esas olarak özgürlük ve savaş. Hepimiz için özellikle de kadınlar için hayatlarını sürdürebilmek adına bir mücadele ile geçiyor. Performanslarımı izlerken, acıya ve dayanıklılığa odaklandığım sonucuna kolayca gidebilirsiniz. Ancak bu sadece gördüğün şey. Ama bu acı farklı bir anlam taşıyor. Çünkü her zaman bir eserde fikrimi mümkün olduğunca otantik olarak ifade etmeye çalışıyorum. Bu durum, izleyicinin kalbine ulaşmak, onlara bunu aktarmak ve gözlerini açmakla ilgili. Yani, ağrı sadece birlikte gelen bir semptom, amacım değil. Amacım; insanlara, sanatın, özgürlük için katalizör yeni bir yolunu göstermek.

​“Umutsuz Boşluk” sergisi, 10 Mart tarihine kadar Sanatorium’da görülebilecek.

0
13122
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle